FELSEFE NEDİR, NEDEN GEREKLİDİR?

Felsefenin ne olduğunu açıklamaya, ne olmadığını açıklamakla başlayalım ve bu konuda şu espirili hikayeyi örnek alalım: İlgi duyduğu kız arkadaşıyla ilk kez buluşacak olan, yani kadınlar konusunda pek deneyimli olmayan İrlandalı bir genç, kadınlar konusunda deneyimli ve fena halde çapkın geçinen abisine kız arkadaşıyla buluşacağını, kız arkadaşıyla buluştuğunda ne yapması, ne konuşması gerektiği konusunda akıl danışır, bu bağlamda, “Nasıl konuşmam gerekir, nelere dikkat etmem, neler söylemem gerekir?” diye sorar.

Deneyimli abi “İşin sırrı şu” diye sözlerine başlar ve şöyle devam eder: “İrlandalı kızlar şu üç konuya bayılırlar; yiyecek, aile ve felsefe. İrlandalı bir kıza hangi yemekleri sevdiğini sormak, o kıza olan ilgini gösterir. Ailesini sorarsan, niyetinin iyi olduğunu, ciddi olduğunu göstermiş olursun. Felsefeden konuşman ise, kızın aklına güvendiğini, ona entelektüel yönden değer verdiğini gösterir.

İşin sırrını abisinden kapan, raconunu öğrenen acemi çapkın, kız arkadaşını arar ve onu akşam yemeğine davet eder. Yemeğe başlarken kız arkadaşına “Lahana sever misin?” diye sorar. Kız şaşkınlıkla “Ne? Hayır” der. Arkasından ikinci konuya geçer ve “Kardeşin var mı?” diye sorar. Kız “Yok” der. Hiç ara vermeden üçüncü soruyu patlatır: “Peki, bir kardeşin olsaydı lahana sever miydi?

Felsefe, elbette bu değildir. Bu, sadece bir ironidir.

O halde, felsefe nedir?

En yalın, en sade, en ayaküstü tanımıyla felsefe, insanın; dünyanın ve hayatın sayısız olgu ve olayları, kendi varlığı, kendi varlığının anlamı, yapısı, hikmeti, işlevi, yaradılışı üzerine düşünmesi ve bunları merak etmesidir.

Felsefe, insanın, merakla ve öğrenmek amacıyla sorular sorması, sorduğu sorulara cevap aramasıdır.

Felsefe, insanın kendisini araması, kendisini tanıması, “kendini bil-mesi”dir.

Felsefe, ben kimim, evren nedir, ben nasıl meydana geldim, evren nasıl oluştu, beni kim yarattı, dünyayı kim yarattı gibi konuları merak etmek, bunlarla ilgili sorular sormak, bu soruların cevaplarını aramak ve bulmaya çalışmaktır.

Bütün bu nedenlerle ve kısaca felsefe, filozofların, düşünen, merak eden insanların, hakikati arama, bulma, öğrenme çabası ve uğraşıdır.

Esasen öğrenmeyi tetikleyen ve sağlayan en önemli olgu meraktır. Diğer bir deyişle merak, en önemli, en etkili, en yararlı öğretmendir. Nitekim çocuklar merak ettikleri ve öğrenmek istedikleri için soru sorarlar ve öylece öğrenirler. O nedenle, çocuklar ve filozoflar bu yönleri itibariyle birbirlerine çok benzerler.

Jostein Gaarder’in “Sofi’nin Dünyası” isimli kitabında yazdığı gibi “filozofların hakikati bulma çabasını dedektif romanlarına benzetebiliriz. Katil kimdir? Katil, kimine göre Anderson, kimine göre Nielsen, ya da Japsen’dir.” Dedektif, hakikati bulur veya bulamaz. Ama bulsa da, bulmasa da, cinayeti kimin işlediğinin mutlaka bir cevabı ve çözümü vardır. Tıpkı dedektifin hakikati, katili araması ve bulmaya çalışması gibi, filozof da merak eder, hakikati aramaya ve bulmaya çalışır, bu amaçla sorular sorar, bu soruların cevabını arar.

Felsefe dediğimiz şey kısaca budur. Yani hakikati aramaktır!

Felsefenin, gerçek anlamıyla eski Yunanlı bilge Ksenophanes ile başladığı kabul edilir. Ve hatta antik Yunan dünyasının Delos ile birlikte en önemli dini merkezinden birisi olan Delfi’deki Apollon Tapınağı’nın girişinde yazılı olan ve o nedenle Delfik ilkesi olarak bilinen “Kendini bil!” mottosunun ve öz-eleştiri anlayışının temeli Ksenophanes’e dayandırılır.

Ksenophanes, filozof olmaktan daha ziyade din üzerinde çalışmalar yapan bir düşünürdür. Bu çalışmalarıyla Ksenophanes, kökleri Homeros’a ve Hesiodos’a kadar giden, halkın Tanrı kavramına ve Tanrı’nın insan biçiminde tasarlanmasına karşı çıkmış, Tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmaya çalışmış, o dönemde genel kabul gören çok tanrı anlayışının ve tasavvurunun karşısına tektanrıcılık düşüncesini çıkarmıştır.

Ksenophanes, bu düşüncesini “Ölümlüler sanıyorlar ki tanrılar da kendileri gibi doğmuşlardır, kendileri gibi giyinirler, kendileri gibi yerler ve içerler, yani kendilerinin biçimindedirler. Tanrı, en büyük olan, ne biçim, ne de düşünce bakımından insanlara benzemeyen tek varlıktır. Tanrı tümüyle göz, tümüyle düşünce, tümüyle kulaktır. O, görür, düşünür, duyar ve hiçbir zorluk çekmeksizin her şeyi zihninin gücüyle yönetir. Tanrı, hiç kımıldamadan hep aynı yerde durur, zira bir o yana, bir bu yana gitmek O’na yakışmaz” sözleriyle temellendirmeye çalışmıştır.

Bu yaklaşımı ve anlayışı, Ksenophanes’i monist/tekçi, diğer bir deyişle tek bir Tanrı’nın olduğu anlayışına götürmüş, daha aşağıda ele alacağımız Elea Öğretisi, Ksenophanes’in öğrencisi olan Parmenides’in, Ksenophanes’in bu yaklaşımının, bu anlayışının, bu düşüncesinin üzerine kurulu bir felsefe okulu olarak biçimlenmiştir.

Felsefe; varlık, bilgi, değer, iyi, hakikat, adalet, doğruluk, hak, zihin, akıl gibi konularla ilgili soyut, genel ve temel problemlere ilişkin olarak ve bunlar üzerine yapılan sistematik bir çalışmadır. Bu çalışma oldukça geniş bir alanı kapsar, bu bağlamda, felsefe, fizik, psikoloji, mantık, dilbilim, tarih, din, etik, ahlak, siyaset, hukuk gibi disiplinleri de ele alır ve bunları da inceler.

Esasen daha önce genel felsefenin kapsamında olan bütün bu disiplinler, günümüzde genel felsefeden ayrılmışlar, bunların her biri ayrı olarak ele alınan, incelenen yeni birer disiplin haline gelmişlerdir. O nedenle, günümüzde varlığın ve hakikatin doğasını inceleyen metafizik, bilginin ve inancın doğasını inceleyen epistemoloji, yani bilgi felsefesi, bir değer yargısı olarak ahlakı inceleyen etik, doğru akıl yürütmenin kurallarını inceleyen mantık gibi yeni akademik disiplinler ortaya çıkmış, felsefe, bilim felsefesi, din felsefesi, ahlak felsefesi, dil felsefesi, tarih felsefesi, hukuk felsefesi, siyaset felsefesi gibi alt dallara bölünmüştür.

Bu gelişmelere göre, tek bir felsefe, tek bir felsefi sistem yoktur. İleride daha geniş olarak inceleyeceğimiz üzere, bilimi, dini, ahlakı, dili, tarhi,  

hukuku, siyaseti, insanı, dünyayı, hayatı, yaradılışı, varlığı ne kadar değişik yönlerden incelemek mümkün ise, bunları o kadar değişik yönden inceleyen felsefi görüşler, sistemler ve okullar vardır.

Kuşkusuz bunlar arasındaki fark ya da farklılık, sadece bunların çalışma konularında ve alanlarında değildir. Değildir, zira bu görüşlerin, sistemlerin, okulların üzerinde çalıştığı konu bellidir. Bu konu, az yukarıda da işaret ve ifade ettiğimiz üzere; bilimdir, dindir, dildir, tarihtir, hukuktur, siyasettir, dünyadır, evrendir, hayattır, insandır, yaradılıştır, varlığın kendisidir, bil- gidir, değerdir, hakikattir, ahlaktır, etiktir, doğruluktur, yani bunların toplamından, bütününden oluşan felsefedir,

Sadece bu görüşlerin, bu görüş sahiplerinin vardıkları sonuç veya sonuçlar birbirlerinden farklıdır. Esasen değişik felsefi görüşlerin, buna bağlı olarak farklı felsefi sistemlerin ve okulların olmasının nedeni de budur.

Felsefe, Sokrates’in, Plato’nun/Eflatun’un, Aristoteles’in, Sofistlerin, Stoiklerin memleketi ve doğdukları yer olan kadim Yunanistan’da doğmuştur. Nitekim felsefe sözcüğü eski Yunanca’da “bilgeliği sevme” anlamına gelen “philosophía” sözcüğünden türetilmiştir. Bu sözcüğün Türkçe karşılığı “hikmete”, yani “bilgeliğe aşk”tır.

Ne var ki, aşkın bu türüne kimileri aşina değildir. Onun için bu kişiler, felsefeye, bilgeliğe, bilgelere karşı mesafeli ve soğukturlar. Zira bu insanlar, düşünmek istemezler ve hatta düşünceden, düşünmekten korkarlar. Düşünceden ve düşünmekten korktukları için de, ne merak ederler, ne soru sorarlar, ne sorgulama yaparlar, ne de öğrenmek isterler. Bu insanlar akıllarını, vicdanlarını, yüreklerini söndürmüşler, duygularını, gözlerini, kulaklarını, diğer duyularını kapatmışlardır. Öyle oldukları için de, bakmamayı, görmemeyi, duymamayı, hissetmemeyi, düşünmemeyi, merak etmemeyi, sorgulamamayı tercih ederler.

Oysa felsefe bize, bakmak, görmek, duymak, hissetmek gibi duyuları, merak etmek, öğrenmek, düşünmek, eleştirmek, sorgulamak gibi yolları, bunlar için gerekli olan araçları ve insani yetenekleri kazandırmayı ve bunları kullanmayı öğretir. Felsefe bize, kendimizi, kamil bir insan, ahlaklı, erdemli bir insan olarak oldurabilmemizin yollarını gösterir ve bunun için gerekli olan araçları verir. Felsefe bize, aynı zamanda, varlık olarak, insan olarak nereden gelip nereye gittiğimizi öğretir, kendimizi tanımamızın ve bilmemizin yol ve yöntemlerini gösterir. Büyük İslam düşünürü Farabi’nin “Var mısın ki, yok olmaktan korkuyorsun?” demesi bundandır, bundan dolayıdır. Çünkü bunları bilmeyen, merak etmeyen, araştırmayan, öğrenmeyen, öğrenmek istemeyen insan, insan olarak var değildir ve o insan hayatı bir ot gibi, kurufasulye gibi yaşıyordur. Oysa yaşamak ciddir bir iştir. Nitekim usta şairimiz Nazım Hikmet bir şiirinde; “yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın…yaşamayı ciddiye alacaksın…” der.

Kendisi, “insanın kendisiyle ilgili olması” şeklindeki “objektivist” anlamda felsefi görüş sahibi olan Rus asıllı, Amerikalı mimar, filozof ve yazar Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle felsefe; “kokteyl partilerindeki veya kiliselerdeki törenlerin içini doldurmak için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi değildir. Oryantal abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu hiç değildir. Felsefe, İngiliz profesörler tarafından başka türlü bir işe girmesi mümkün olmayan çalışma arkadaşları için geliştirilmiş olan ve gerçek ile yollarını ayırmış bir satranç oyunu da değildir. Felsefe, insan yaşamındaki en temel unsurdur. Felsefe, insan aklını ve karakterini, ulusların kaderini biçimlendiren asıl güçtür. İnsanın tercihi bir felsefe sahibi olmak veya olmamak konusunda değil, fakat sadece hangi felsefeye sahip olmak konusundadır. İnsanın tercihi, tercihinin bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olacağı, yoksa rastgele, belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır.

Ayn Rand ile başladık, yine ondan ödünç alarak devam edelim; “Neden onursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, yaşamınızın neden imkansız çelişkilerle dolu olduğunu, neden – ya beden, ya ruh – gibi, – ya akıl, ya kalp – gibi, – ya güvenlik, ya özgürlük – gibi yapay seçimlerden kaçmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz? Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı kullanmayı ret etmişiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme çarpıldı diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe ve kullanmadıça, hayatınızı bu tür sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça, başkalarının tercih ettiği bir yaşama mahkum olacaksınız. Felsefe, yaşamı sorgulama, varoluşu anlama, aklı ve mantığı kendi mutluluğumuz için kullanma aracıdır. Felsefe, entellerin bir araya geldiklerinde, kafanızı karıştırmak için yaptıkları laf kalabalığı değildir.

Uzmanların ifadesiyle, aklımız, zihnimiz, algılayabildiğimiz hemen her şeyin kavramlar halinde bütünleştirilmesi şeklinde çalışır. Bu işleyiş, giderek daha büyük bütünleşmeleri gerektirir ve getirir. Böylece kendine özgü yasaları, işleyişi, aşamaları ve süreçleri bulunan evren hakkında; üzerinde yaşadığımız, çalıştığımız, hayatımızın resmini yaptığımız bir atölye olan tarihsel dünya hakkında; hayat ve hayatın sonsuz olgu ve olayları hakkında; yaradılış hakkında; varlığın anlamı, hikmeti, yapısı ve niteliği hakkında; kendimiz ve başkaları hakkında; bilginin kendisi ve araçları hakkında bize bilgi veren ve yol gösteren sonuçlara ulaşırız.

Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle; “…Bütün bunlar için, varoluşu inceleyen bilim olan ve Aristoteles’in kendiliğinden oluş olarak ifade ettiği metafiziğe; insanın kavrama yollarını inceleyen epistemolojiye; felsefenin teknolojisi olan, sadece insan için anlam ifade eden, varoluşun bütünü ile ilgilenen, insanın tercihlerine ve davranışlarına yön veren bir değerler sistemi olan ahlaka; insanın diğer insanlara, yönetenlerin nasıl yönetmeleri ve yönetilenlere nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen, dahası gerçek bir sosyal sistemin ilkelerini tanımlayan siyasete; insan olarak bilincimizi ve duygularımızı besleyen, bizi yumuşatan, incelten, rafine eden sanata, metafiziğe, epistemolojiye ve ahlaka dayalı sanatı inceleyen estetiğe, yani bütün bunların toplamını ifade eden felsefeye gereksinim duyarız.

Felsefesi olmayan insanın tarzı, üslubu, içeriği, heyecanı olmadığı gibi hayatının da bir anlamı yoktur. Oysa insan anlam arayan, hayatının anlamını bulmaya çalışan bir varlıktır. İnsan olarak felsefeye bunun için, yani hayatımızın anlamını bulmak için ihtiyacımız vardır. Karnımız aç da olsa, tok da olsa; paramız olsa da, olmasa da; iyi bir işe, iyi bir meseleğe, iyi bir mevkiye sahip bulunsak da, bulunmasak da; önemli veya değerli olsak da, olmasak da, felsefeye ihtiyacımız vardır. Doğamız gereği vardır, görebilmek, duyabilmek, hissedebilmek, düşünebilmek, sorgulayabilmek, eleştirebilmek, anlayabilmek, davranabilmek, öğrenebilmek, yaşayabilmek için vardır.

İçimizden kimileri, Romalıların söylediği gibi “önce yaşamak, sonra felsefe yapmak” veya “ben somut şeylere ilgi duyarım, yaşamın gerçekleri ile uğraşırım, soyut şeyleri düşünmek bana bir yarar getirmez, beni yorar, beni bozar, benim karnımı doyurmaz, onun için benim felsefeye ihtiyacım yok” diyebilir ya da böyle düşünebilir. Ama esas bunu diyenlerin, böyle düşünenlerin felsefeye ihtiyacı vardır. Neden mi? İşinde ve mesleğinde başarılı olmak, kendisini ve varolduğunu bilmek, hayatının anlamını kavrayabilmek, kendisini tanımak, zihnini, kirlenen düşüncelerini değiştirmek, hayatta karşılaştığı sorunları çözebilmek, yaşama uğraşını sürdürebilmek, ayakta kalabilmek için felsefeye ihtiyacı vardır.

Birey olarak, toplum olarak her gün birileri tarafından taciz edilmemek; zihnimizin ve yüreğimizin birileri tarafından bozulmasına, iğfal edilmesine, yalan yanlış doldurulmasına izin vermemek; yalanları doğru, doğruları yalan göstermemek; bu şekilde gösterenlere ve gösterilenlere aldanmamak; hakikatin bozulmasına izin vermemek; soygunları sıradanlaştırmamak; dilin ve sözün içini doldurabilmek; siyasal dilin tecavüzlerinden korunmak için felsefeye gereksinmemiz vardır.

Klişelerle, sloganlarla, hamasetle, işe yaramaz metaforlarla, bayat kullanımlarla çürümüş bir dilin, zihnimizi uyuşturup edilgenleştirmemesi, bilincimizi ele geçirip bizi yönlendirmemesi ve yönetmemesi, aklımızın, basmakalıp görüş ve düşünceleri, incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan kabul etmeye ayartılmaması için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Zihnimizde sağlıklı bir kuşkunun olması, bu kuşkunun bizi tetikte ve dengede tutması, kendimizi de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer verebilmesi için felsefeye ihtiyacımız vardır. Sadece bunlar için değil, Filistin asıllı Arap olan, sağlığında Filistin sorununun en önde gelen savunucularından olan Edward W.Said’in “Entelektüel-Sürgün-Marjinal-Yabancı” isimli ese-rindeki ifadesiyle, “etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek bir dile sahip olmak, her türden otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmemek, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koymak için” felsefeye ihtiyacımız vardır.

İnançlarımızda, düşüncelerimizde, davranışlarımızda tutarlı olmak, kirlenen fikirlerimizi değiştirebilmek, yeni şeyleri öğrenebilmek ve keşfedebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Özgür olmanın ve kalmanın yolunu bulabilmek, hakikati söyleyebilmek ve temsil edebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Bir haminin veya vasinin ya da bir otorite- nin/iktidarın bizi yönlendirmesine izin vermemek, yeni diller ve ruhlar icat edebilmek, mutluluğu aramak ve bulmak için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Cognitia historiana cognitia factorum, cognitia philosophica cognitia causarum”, yani “tarihi anlayış olayları, felsefi anlayış bunun sebeplerini anlamaktır” diyor Romalılar. Buna göre tarihi, siyasi olayları, felsefi anlayışları anlayabilmek ve yorumlayabilmek için, bu olayların siyasal, sosyal ve ekonomik sonuçlarını tespit etmemiz gerekir. Siyasal itaat yükümlülüğünün kaynağını, nedenini araştırmamız ve bilmemiz gerekir. Bu ise, ancak ve ancak siyaset felsefesini, tarih felsefesini, hukuk felsefesini bilmekle mümkündür. Bunun için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Rollerimizi, hayatın her alanındaki rolümüzü, daha başından hangi ideolojiler içerisinde kalarak oynayacağımızı, bu rolleri hangi ideolojinin belirleyeceğini ve taşıyacağını oturup ciddi ciddi düşünmek zorundayız… Biz iki yüz yıldır her olguyu sadece kendi alanında görüp, değerlendirebil-dik; aynı olguyu var eden sorunsalın başka bir alanda yaşayıp soluk aldığını ya fark etmedik, ya görmezden geldik. İki yüz yıllık kültür tarihimiz, Türkiyeli aydının iki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına yaşamasının tarihidir.” diyor Murathan Mungan. Doğru da diyor. İki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına ve çeşitli düşünce kalıpları altında yaşamamızın, bu düşüncelere tutsak olmamızın nedeni, bu düşüncelerin felsefesini bilmememiz, bilsek de bunu içselleştiremememiz, yaşamımıza uygulayamamamızdır. Yani birey olarak, toplum olarak bir felsefemizin olmamasıdır.

Mutlu bir domuz olmaktansa, tedirgin bir Sokrates olmayı tercih ederim” diyor yıllar, yıllar öncesinde John Stuart Mill. Mutlu bir domuz değil, tedirgin bir Sokrates olmak için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Peki, arkasında yazılı hiçbir şey bırakmamış olmasına rağmen 2500 yıldır insanlığı etkileyen Sokrates kimdir? “Atina uyuşuk bir at, ben de onu uyandırıp canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim.” diyerek kendisini tanımlayan Sokrates, büyük devlet adamı, avukat, bilgin ve yazar olan Cicero’ya göre: “felsefeyi gökyüzünden dünyaya indirip, kentlerde dolaştıran, evlere sokup, insanları; hayat, töreler, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye sevk eden ve zorlayan adamdır.” Kant’ın nitelemesiyle “aklın ideali”, Hegel’in takdimiyle “bir insanlık kahramanı, felsefesini yazmayan ama yaşayan gerçek bir filozoftur” Sokrates.

Sokrates’in zamanının Atina’sı nasıl uyuşuk bir at idi ise, ne yazık ki günümüzün Türkiye’si de uyuşuk bir at gibidir. Bu atı uyandırıp canlandırmak için bir Sokrates bulamayız ve yaratamayız elbette. Ama herhalde bilimde, sanatta, siyasette, ekonomide, hukukta bizi canlandıracak, bizi tatlı uykumuzdan uyandıracak at sinekleri yaratabiliriz.

Türkiye’de böyle insanlar yok mudur? Elbette vardır. Ama bu insanlar sayısal olarak yeterli olmadıkları gibi, nitelik olarak da aktif değillerdir. O nedenle, bu insanların sayısını daha da çoğaltmamız, kalitesini, niteliğini artırmamız, bu insanları daha aktif hale getirmemiz gerekir. Aksi halde, bizi bu dünyadan indirirler!

Kant’ın felsefesini Budizm ile harmanlayan, insanlığı aldanmadan ve aldatmadan kurtaran bir ahlak felsefesi sunan On Dokuzuncu yüzyılın önemli bilgelerinden Schopenhauer ünlü aforizmalarından birisinde şunları söylüyor; “Yaşamımızın ilk kırk yılı bize metni sunar, sonraki otuz yıl bu metnin yorumunu, gerçek anlamını ve bağlamını verir, bu metnin ahlakını ve tüm inceliklerini de ancak hakkıyla anlamamızı sağlar. Yaşamımızın sonuna doğru, bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı an’a benzer bir durum ortaya çıkar. O andan sonra yaşamımız boyunca birlikte olduğumuz kişilerin gerçek yüzlerini görürüz. Artık karakterler gün ışığına çıkmış, emek ve çalışmalar meyvelerini vermiş, başarılar hak ettikleri değeri bulmuş, yanıltıcı tüm görüntüler dağılmıştır.”

Ne var ki, insan hayatı, önceden belirlenmiş bir proje olmamakla, hayatın kendisi Schopenhauer’in veya başkaca bilgelerin sunduğu klişe ya da şablon hayat tarzlarından çok daha farklı ve hatta ilginç olmakla; biz, şimdilerde bize sunulan öğrenme fırsatı başta olmak üzere, her fırsatı iyi değerlendirmek, ilgimizi ve hedeflerimizi geleceğe yönlendirmek zorundayız. Zira hayatımızın geri kalan kısmını gelecekte geçireceğiz.

Kullandığı değişik imgeler, sahip olduğu zengin düş gücü, incelikli üslup ve güçlü teknikle, divan edebiyatının ve tasavvuf düşüncesinin en büyük temsilcilerinden olan Şeyh Galip, oldukça ünlü olan dizelerinin birisinde; “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen/Hoşça bak kendine, çünkü sen kâinatta yaratılmışların göz bebeği olan insansın” diyor.

Sadece çağdaş Türk şiirinin değil, günümüzdeki Türk entelektüel yaşamının da seçkin isimlerinden olan Hilmi Yavuz’un özgün ve yerinde yaklaşımıyla, Şeyh Galip’in bu dizeleriyle vermek istediği esas mesaj; eski Yunanlıların gözünde, hem site düzeninin hem de toplumsal ve bireysel davranış ve yaşama biçiminin temel ilkelerinden birisi olan “kendine dikkat etmek”, “kendinle ilgilenmek”, “kendine özen göstermek” anlamlarına gelen “epimelesthai sautou” ilkesidir.

Yaşama sanatının temel ilkelerinden birisi olan “epimelesthai sautou” ilkesi, insanın maddi ve gündelik anlamda, yani giyim kuşam, yeme içme, gezip tozma, eğlenme bağlamında, kendisine dikkat etmesinden, kendisiyle ilgilenmesinden, kendisine özen göstermesinden daha çok manevi yönden, ahlaki yönden, yani felsefi ve entelektüel anlamda kendisine dikkat etmesini, kendisiyle ilgilenmesini, kendisine özen göstermesini, hem ifade hem de talep eder.

Eski Yunan felsefesini benimseyen ve Mevlevi terbiyesi ile kültüründen gelen Şeyh Galip’in de savunduğu bu temel ilke, antik felsefenin en önemli ahlak ilkesi olan ve gaipten gelen bir bilgenin sözü olarak eski Yunan’daki Delfi Tapınağı’nın kapısında yazılı bulunan ve “Delfik İlkesi” olarak isimlendirilen “kendini bil” ilkesidir. Bu ilke “epimelesthai sautou” ilkesiyle birlikte yaşama sanatının iki temel ilkesini oluşturur.

Fransız düşünür Michel Foucault’nun bir söyleşisinde ifade ettiği üzere, her iki ilkenin de temel amacı;, “insanın başlangıçta olmadığı kişi olmasıdır.” İnsanın başlangıçta olmadığı kişi olabilmesi için, kendisine emek vermesi, kendisini oldurması, bunun için de kendisine bir aynadan bakması gerekir. Aksi halde insan kendini bilemez, kendisini tanıyamaz, kendisiyle ilgilenemez, kendisine özen gösteremez. İnsanın kendisini bilmeye, kendisiyle ilgilenmeye, kendisine özen göstermeye yönelik bir çabası olmadığı takdirde, ahlaklı olması, kendisini oldurması, yaşamda doğru bir yerde durması, yaşama tutunması, mutlu, verimli ve yaratıcı olması mümkün olmadığı gibi, doğru bir siyasal görüşü ve eylemi benimsemesi, bunun tarafı olması, kendisini bu yönlerde geliştirmesi de mümkün değildir. Bir Alman atasözü “çok düşman, çok şeref” der. Bu sözün anlamı düşmanı olmayan insanın şerefsiz olması demek değildir, düşmanı olmayan insanın yanlış yerde durduğunu, eyyamcı olduğunu ifade etmektir.

İnsanın başlangıçta olan kişi olmaması, kendini bil-mesi, kendini tanıması, kendisine ilgi ve özen göstermesi, ahlaklı olması, yaşamda doğru bir yerde durması, durabilmesi, verimli ve yaratıcı bir hayat sürebilmesi, doğru bir siyasi görüşe ve tercihe sahip bulunması, bulunabilmesi için felsefeye, felsefeyi bilmeye ihtiyacı vardır.

Her şeyi bilmeyi/tanımayı arzu eden insan, kendini de bilmeyi/tanımayı arzu eder. İnsanın bilmeyi/tanımayı arzu ettiği tek şey (ona en ilginç gelen o olsa dahi) sadece kendisi değildir. Eğer insanın kendisiyle ilgili bazı bilgileri yoksa, diğer şeylerle ilgili bilgisi de eksik ve kusurludur. Çünkü birisinin bildiğini bilmeksizin bir şeyi bilmek, sadece yarı bilmektir, bildiğini bilmek ise kendini bilmektir/tanımaktır. Öztanıma/özbilme/kendini bilme/kendini tanıma, insanın sadece kendi yararına değil, başka hiçbir bilginin eleştirel olarak haklılaştırılamayacağı ve güvenli bir şekilde temellendirilemeyeceği bir durum olarak, önemli ve arzu edilen bir şeydir…Öztanıma/özbilme/kendini tanıma/ kendini bilme, burada, insanın bedensel yapısını, anatomisini ve fizyolojisini tanıması/bilmesi demek olmadığı gibi hissetmeden, duyudan, duygudan ibaret olan zihnine ilişkin bir bilgi, bir tanıma da değildir. Bu, insanın düşünce, anlayış veya akıl yeteneklerini tanıması ve bilmesi demektir. Bu bilgiye, bu tanımaya nasıl ulaşılır? Bu, üzerinde ciddi olarak düşünülünceye kadar kolay bir mesele gibi görünür ama insan bunu düşünmeye ayartıldıktan sonra, bu bize o kadar zor görünür ki, biz, bunun imkânsız olduğunu düşünürüz. Hatta kimileri ileri sürdükleriyle, işi başka şeyleri bilmek olan zihnin bu nedenle kendini bilme ve tanıma gücüne sahip olmadığını söyleyerek bu ayartılmayı güçlendirirler. Ancak bu açıkça safsatadır/yanıltmadır. Zira bu durumda önce zihnin doğasının ne olduğunu söylersiniz, sonra da doğası öyle olduğu için kimsenin onu bilemeyeceğini söylersiniz. Aslında, bu argüman, zihni incelemek için belirli bir girişim metodunun bozulduğunu ve başka herhangi bir olasılığın öngörülemediğini kabul etmeye dayanan bir umutsuzluk tavsiyesidir… Zihnimizin doğasını anlamaya giriştiğimizde, çevremizdeki dünyayı anlamaya çalışırken takip ettiğimiz yolun aynısını takip etmek oldukça makul bir öneri gibi görünür. Doğa dünyasını incelerken, bu incelemeye var olan ve devam eden belirli şeyleri ve belirli olayları tanımakla başlarız. Daha sonra bunların genel türler olduklarını, bu genel türlerin de birbirleriyle ilişkili bulunduklarını görür ve bunları anlamaya girişiriz. Bunların arasındaki iç ilişkilere doğa yasaları adını veririz ve bu yasaları tespit ederek bunlara uygun düşen şeyleri ve olayları anlarız. Aynı yöntem, zihnin anlaşılması sorununa da uygulanabilir. Konuyu incelemeye ilk önce kendi zihnimizin ve başkalarının davranışlarının belirli koşullar altında nasıl davrandığını dikkatli bir şekilde gözlemleyerek başlayalım; daha sonra, zihinsel dünyanın bu olguları hakkında bilgi sahibi olarak, bunları yöneten yasaları belirlemeye çalışalım…” (R.G.Collingwood, “Tarih Düşüncesi”, sayfa 311, 312, Dorlion Yayınları – 2020) Bütün bunlar için, bunları yapabilmek için felefeye ihtiyacımız vardır.

Felsefe, bilgelik alıştırması ve öğretisidir” diyor Kant. Bilgelik alıştırması yapmak ve bunun öğretisini öğrenmek; sorgulama yapabilmek, dünya ve hayat üzerine, kendimiz üzerine, başkaları üzerine, insanlık tarihi üzerine, siyaset üzerine düşünebilmek, yanılsamaların, önyargıların önüne geçebilmek, ideolojilerin eleştirisini yapabilmek demektir. Özel yaşamımızda olsun, mesleki yaşamımızda olsun ayakta ve diri kalabilmek, mücadele edebilmek için bilgelik öğretisini öğrenmeye ve bunun alıştırmasını yapmaya, yani felsefeye gereksinim duyarız.

Bütün bunları yapabilmek için felsefenin gereksinim duyduğu ve kullandığı yegane araç akıldır. Onun için felsefenin en iyi dostu aklın geliştirdiği bilimdir. Felsefenin düşmanları ise; ahlaksızlıktır, bağnazlıktır, budalalıktır, aymazlıktır, yalandır, kötülüktür, her türden fanatizmdir. Felsefe, bu düşmanları ile savaşmak, onları alt etmek için aklı kullanır ve bilimle işbirliği yapar.

Başkasının bilgisiyle bilgin olabilsek de, ancak kendi bilgimizle bilge olabiliriz” diyor bilge Montaigne. Doğru da diyor. Çünkü bilgili olmak, bilge olmak demek değildir. Esasen felsefe, ne bilimdir, ne de bilgidir. Bilme edimi hiç değildir. Felsefe, sadece ve sadece var olan bilgiler üzerine, insan üzerine, yaşama dair olan her şey üzerine, ahlak üzerine, adalet üzerine, özgürlük üzerine, tarih üzerine, siyaset üzerine, sanat üzerine, hukuk üzerine düşünmektir.

İnsan aklı üzerine eleştiriler yapan Montaigne, Yunan şüpheciliğinin iyi bilinen bütün geleneksel argümanlarını kullanır. Ama Montaigne, bu argümanlara elinde olan ve en büyük güç ve olağanüstü öneme sahip olduğu kanıtlanan yeni bir silahı daha ekler. Zira ona göre, hiçbir şey bizi küçük düşürmeye ve insan aklının gururunu kırmaya, fiziksel evren hakkındaki önyargısız bir görüşten daha uygun olamaz. O nedenle, Montaigne, “Apologie de Raimond Sebond/Raymond Sebond’tan Özür“ isimli kitabının bir pasajında, “bırakın insanı” der ve şöyle devam eder: “Ben insanın diğer yaratıklar üzerinde sahip olduğunu sandığı bu büyük üstünlüklerini aklının gücüyle hangi temeller üzerine kurduğunu anlıyorum. İnsanı, bu hayranlık uyandıran gök kemeri kavramına, başının üzerinde dönen o nurların ebedi nuruna, o sonsuz okyanusun harikulade ve ürkütücü hareketlerine, insanın hizmetine ve bu hizmetin binlerce yıl devam etmesi gerektiğine kim inandırmıştır? Kendi malının efendisi olmaktan daha çok, her şeyin yaralarına tâbi olan bu acınası ve zavallı mahlûka, kendisinin hâkim olamadığı, en küçük parçasını dahi bilecek güce sahip bulunmadığı bir şeyin bütününden daha azına hükmedecek kadar dünyanın efendisi ve imparatoru denmesi kadar gülünç bir şey düşünülebilir mi? İnsan, her zaman içinde yaşadığı küçük çevreyi dünyanın merkezi olarak görmeye ve kendi özel hayatını evrenin standardı haline getirmeye eğilimlidir. Ama insanın bu nafile iddiadan, bu küçük taşralı düşünme ve yargılama tarzından vazgeçmesi gerekir.” Yine Montaigne aynı eserinde şunları yazar: “Köyümüzün asmaları donduğunda, kilisenin rahibi, Tanrı‘nın öfkesinin tüm insan ırkının karşısında olduğu sonucuna varır. …Kim ola ki, bizim iç savaşlarımızı görünce, dünyanın bütün makinelerinin üzücü olduğunu ve kıyametin yaklaştığını haykırmayan! …Kim ola ki, bir resimde olduğu gibi, tüm görkemi ve parlaklığıyla dökülen doğa anamızın büyük görüntüsünü hayaline sunacak olan; her kim onun yüzünde çok genel ve çok sabit bir çeşitlilik okursa, kim kendisini o figürde gözlemlerse, kendisini değil, bütün bir krallığı, bütünün karşısında bir kurşun kalemin en ufak bir dokunuşundan daha büyük olmayan, şeyleri/nesneleri gerçek tahminlerine ve ihtişamlarına göre değerlendirebilen sadece o insandır.” (Ernst Cassirer, “İnsan Üzerine Bir Deneme-İnsan Kültürü Felsefesine Giriş”, sayfa 40, 41, Dorlion Yayınları-2022)

Zira insan, bu tür sorular sorarak, bunlar üzerine düşünerek, bunları özümseyerek, bunları içselleştirerek, bunları uygulayarak bilge olur, kamil bir insan olur. Onun için bilge olmak daha iyi yaşamak, daha iyi düşünmek, daha ahlaklı olmak, daha dingin, daha huzurlu, daha mutlu olmak demektir. Felsefe, bilgili olmanın değil, sadece bilge olmaya giden yolun taşlarını döşer. O nedenle, felsefeye ihtiyacımız vardır.

Sorgulanmış bir hayat, daha iyi bir hayattır” diyor Sokrates. Bunu yapamayanlar, yapamadıkları için de yaşadıkları hayatın altında ezilip kalan insanlar, hasta olurlar, hasta olunca da Prozac’a, Cipram’a ya da benzeri diğer antidepresanlara sığınırlar. Oysa bunlar hastalanan insanı tedavi etmez, aksine insanı hayattan ve hakikatlerden koparır. Ama Sokrates, yani felsefe insanı eğitir, geliştirir, terbiye eder, hayatla, kendisiyle, başkalarıyla ve hakikat ile buluşturur. Eğer hasta ise, tedavi eder. Onun için hasta olan insanın kendisini antidepresanlara değil, felsefeye teslim etmesi gerekir. Felsefeye bu nedenle de, yani hasta olmamak, hasta olsak da iyileşmek için ihtiyacımız vardır.

Hukuk Sosyolojisi” isimli kitabımın “Toplumun Ortaya Çıkışı” başlıklı bölümünü aşağıda paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum. Saygılarıımla.

TOPLUMUN ORTAYA ÇIKIŞI –

Toplum, insanın hayvanlar dünyasından kopması sonrasında oluşan çalışma ve iş bölümü sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu süreç kendiliğinden ve doğal olarak gelişmekle birlikte,  bu süreci özel mülkiyet kurumunun ortaya çıkması ve bu kurumun gelişmesi etkilemiş, tetiklemiş ve şekillendirmiştir. Esasen insanlığın sosyal, hukuksal, siyasal, kültürel, ekonomik vb. gibi alanlarda ileriye doğru gitmesi ve buna bağlı olarak gelişen sosyal ve ekonomik değişim, toplumun ilerlemesini ve gelişmesini ifade eder.

Gerek sosyolojinin kurucusu olarak bilinen ve sosyoloji sözcüğünü ilk kez telaffuz eden Fransız sosyolog, matematikçi ve filozof Auguste Comte’a, gerekse İngiliz düşünür John Stuart Mill’e göre, toplumun başlangıcı ve ilk toplum türü ilkel toplumdur. Nitekim Auguste Comte’a göre, insan düşüncesi; 1) Teolojik ya da mistik çağ, 2) Fizik ötesi ya da soyut dönem, 3) Pozitif ya da bilimsel dönem olmak üzere üç evreden geçmiş, yine hemen her toplum;  “Dört evre” olarak bilinen aşamalar dizisi tezine göre, ekonomik ve sosyal organizasyonun dört ayrı tipini oluşturan evrelerden, yani – avcı, toplayıcı, tarım ve ticaret – evrelerinden geçmiştir. (M.Loughin, “Public Law and Political Theory”, Oxford, Clarendon Press, 1992)

Marksizm’in temel ilkelerinden olan, Marksistler tarafından tarihi, toplumu, sosyal ve ekonomik yapıyı incelemenin doğru yolu ve yöntemi olarak kabul edilen tarihsel ve diyalektik materyalizme göre toplumlar; 1) İlkel komünal toplum, 2)  Köleci toplum, 3) Feodal toplum, 4) Kapitalist toplum olmak üzere dört aşamadan geçmiştir. Yine Marx’ın ve Marksizm’in öngörüsüne göre, toplumun en son varacağı aşama, sınıfsız ve devletsiz bir toplum şekli olan Komünist toplumdur.

Marx’a ve Marksizm’e göre, ilkel komünal toplum, avcı ve toplayıcı dönemdeki toplum şeklidir, bu dönemde daha henüz özel mülkiyet kurumu ve kavramı yoktur, aşiretler ve kabileler arasında paylaşılan bir kolektif mülkiyet düzeni vardır. Köleci toplum, toplumun kabileden site/şehir devletine geçtiği ve bu geçişle birlikte kölelik ile özel mülkiyetin ve sınıflı toplumun oluştuğu, üretim biçiminin tarım olduğu dönemindeki toplumdur. Feodal toplum dönemi, içinde kralın veya hükümdarın da bulunduğu yapının yönetici sınıf haline geldiği ve dinin egemen olduğu dönemdir. Kapitalist toplum, burjuva, yani kapitalist sınıfın yönetici, proletaryanın, yani işçi sınıfının ise sömürülen ve ezilen sınıf oldukları, üretim araçlarına ve özel mülkiyete kapitalist sınıfın hakim olduğu ve sahip bulunduğu toplumdur.

Bu evrelerden geçen ve belirli bir sosyal ve siyasal üst yapı biçimi oluşturan toplumların nihai olarak geldikleri aşama uygarlık aşamasıdır. (M.Loughin, “Public Law and Political Theory”, Oxford, Clarendon Press, 1992) Bütün bu ekonomik, sosyal ve siyasal biçimler ile oluşumlar, insanların ve toplumların alışkanlıklarını, eğilimlerini, düşüncelerini, kültürlerini ve yaşam biçimlerini değiştirmiştir. Bu ve bunu takip eden süreçteki gelişmelerle birlikte, hukuk biliminde, siyasette, ekonomide, kültürde, devletin ve siyasal iktidarların yapılarında ve anlayışlarında kademeli bir ilerleme meydana gelmiştir.

Toplumun oluşmasından sonraki aşama olan devletin ortaya çıkması, mülkiyet kavramının ve kurumunun ortaya çıkmasıyla hemen hemen aynı zamanda olmuştur. Öyle ki, mülkiyet kurumunun ortaya çıkmasıyla birlikte, ilkel toplumlar farklılaşmaya başlamış, insanlar arasında mülkiyet ekseninde ihtilaflar ve eşitsizlikler ortaya çıkmış, buna bağlı olarak sosyal katmanlar ve tabakalar, yani sosyal sınıflar oluşmuştur. Göçebelikten yerleşik düzene geçiş, bu yerleşik düzenin ve yanı sıra insanların mallarının ve canlarının korunması ihtiyacını ortaya çıkarmış, bu ihtiyaç toplumda bir otoritenin ve bir hukuk düzeninin tesis edilmesini gerektirmiştir. Nitekim Antik Çağ’da mülk sahiplerinin yaşadıkları yeri ve bu yerdeki mülkiyetlerinin korunması ihtiyacı site/şehir devletlerini yaratmıştır.

Bilinen ilk devlet, Mezopotamya’da göçebe bir hayat tarzı süren Sümerlerin, bu bölgede yerleşik hayat tarzına sahip olan topluluklar üzerinde egemenlik kurması ile ortaya çıkmıştır. Antik Yunan ve Roma site/şehir devletleri, devletin geleneksel oluşumu ile ilgili olan diğer örneklerdir. Bu konuda egemen olan ve akla da yatkın bulunan görüş, Aristoteles’in de savunduğu görüş olan toplumun ve devletin kökeninin aile olması, ailenin zaman içerisinde büyüyüp genişlemesi ve kan bağına sahip ailelerin giderek birleşmeleri ile birlikte daha geniş tabanlı bir toplumun ve bunu takiben devletin ortaya çıkmış olmasıdır.    

Geleneksek devletten çok farklı olan ve merkezi bir yönetim sistemine sahip bulunan modern devlet, ilk kez On Beşinci ve On Altıncı Yüzyıllarda Avrupa’da ortaya çıkmıştır. 1789 Fransız İhtilali’nin etkisiyle dünya genelinde milliyetçilik akımının yaygınlaşması ve azınlıkların isyan etmesi sonrasında imparatorlukların dağılması üzerine modern devlet ulus devlete dönüşmüştür.

Buna göre modern devlet/ulus devlet; “Ülke adı verilen belirli bir toprak üzerinde yaşayan insan topluluklarının bir egemenlik anlayışı ve hukuki bir yapı içinde siyasi bir iktidar altında örgütlenmesidir.” Nitekim Otuz Yıl Savaşları ve Seksen Yıl Savaşları’nın sonunda, 24 Ekim ve 15 Mayıs 1648’de Roma Cermen İmparatorluğu ile diğer Alman prensleri, İspanya, Fransa, İsveç ve Hollanda temsilcileri arasında imzalanan ve modern devlet anlayışının resmi kaynağı ve dayanağı olarak kabul edilen Westphalia Antlaşması’ndaki devlet tanımı da, yapılan bu tanımla örtüşmektedir.

Buna, yani Westphalia Antlaşması’na göre modern devletin temel özellikleri; devletin bir topluma ve toprak parçasına, yani bir ülkeye sahip olması, bu ülkede yaşayan insanların bulunması, devletin ülkesi ve halkı üzerinde egemenlik kurması, bir hukuk düzeni içinde ve siyasi bir iktidar altında örgütlenmiş bulunmasıdır.  

Nitekim İngiliz siyaset bilimcisi ve akademisyeni Prof Dr. David Held, bu konuyla ilgili olarak şunları yazmaktadır: “… Modern Batı siyasal düşüncesinde, devlet fikri çoğu kez kişisel olmayan bir nosyonla, belirli bir toprak üzerinde idare ve kontrol etme kapasitesiyle birlikte hukukla veya anayasal düzenle imtiyazlı olarak irtibatlandırılır. Bu nosyonun erken ifadesi kadim dünyada (özellikle Roma’da) bulunur, ancak bu nosyon on altıncı yüzyıldan ileriye doğru olan Avrupa devlet sisteminin erken gelişmesinden öncesine kadar ilgili duyulan bir nosyon olmamıştır. Bu nosyon Orta Çağ siyasal düşüncesinin bir unsuru da değildir. Kişisel olmayan ve egemen olan siyasal düzen fikri, yani bir ülke üzerindeki en üst düzeydeki egemenlikle birlikte hukuken çerçevelenmiş iktidar yapısı, siyasal haklar, yükümlülükler ve görevler, mülkiyet haklarına ve dini geleneklere çok yakın şekilde bağlanmadan önce hakim duruma gelmemiştir. Benzer şekilde, insanların ‘birey’ veya ‘bir halk’ olarak bu düzenin aktif yurttaşları – kendi devletlerinin yurttaşları – ve bir monarkın veya imparatorun sadece hürmetkâr tebaası fikri de bu şartlar altında gelişmemiştir. Orta Çağ siyasal hayatının dönüşümüne katkı yapan tarihsel değişiklikler büyük ölçüde tamamlanmıştır. Monarklar ve baronlar arasındaki meşru otoritenin etki alanı üzerinde yapılan mücadele; ağır vergi yüklerine ve sosyal yükümlülüklere karşı köylü isyanları; alım satım, ticaret ve pazar ilişkilerinin yayılması; klasik siyasal fikirlerde yenileşen çıkarlarla birlikte Rönesans kültürünün gelişmesi (Yunan site devleti ve Roma Hukuku dahil); Avrupa’nın merkezi kısımlarında ulusal monarşilerin konsolide olması (İngiltere, Fransa ve İspanya); Katolik iddia ve talepler için olan dini yarılma ve meydan okuma; kilise ve devlet arasındaki mücadele, elbette bu bütün içinde rol oynamıştır. Feodal geleneklerin ve örflerin hâkimiyetini yitirmesiyle birlikte, siyasal otoritenin doğası ve sınırları, hukuk, haklar ve itaat, Avrupa siyasal düşüncesinin zihinlerini meşgul etmeye başlamıştır. O nedenle, On Altıncı yüzyılın sonundan önce olmamakla birlikte, devlet kavramı, siyasal analizlerin merkezinde yer alan bir kavram olmuştur.” (David Held, “Political Theory and The Modern State, Essays On State, Power, and Democracy”, Stanford California, Stanford University Press, 1989, sayfa 17, 18)

Çek asıllı İngiliz filozof ve sosyal antropolog Ernest Gellner, milletleri, milletlerin doğuşunu ve özelliklerini, milliyetçiliğin kökenleri ile dayandığı siyasi, felsefi ve sosyolojik temelleri araştırdığı “Nations and Nationalism/Milletler ve Milliyetçilik” isimli eserinde, vahşi kültürler ile bahçe kültürlerini inceler, bu kültürlerin bir karşılaştırmasını yapar ve şunları yazar: “vahşi kültürler, bir kuşaktan diğer kuşağa, kendilerinin veya başkalarının tasarımı, nezareti, gözetimi, beslemesi olmaksızın kendilerini yeniden üretirler. Başkalarının tasarımına, nezaretine, bakımına, gözetimine ve beslemesine gereksinimi olan bahçe kültürleri ise, ancak uzmanlaşmış kişiler tarafından yetiştirilebilir. Aksi halde, bahçe kültürleri yok olmaya mahkûmdurlar.

Leeds Üniversitesi’nde profesör olan Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman’un, modernite, post-modernite kavramları ile entelektüel işlevin yerine getirildiği alanları ve bunların bağlamlarını incelediği “Legislators and Interpreters/On Modernity, Post-Modernity and Intelectuals/Modernlikte, Post-Modernlikte ve Entelektüellikte – Yasa Koyucular ve Yorumcular” isimli eserinde işaret ve ifade ettiği üzere, “Modernitenin ortaya çıkışı, vahşi kültürlerin bahçe kültürüne dönüşme sürecidir. On Yedinci Yüzyılda ivme kazanan ve On Dokuzuncu Yüzyılın başlarında Avrupa kıtasının Batı yakasında hemen hemen tamamlanan ve elde ettiği başarıdan dolayı dünyanın diğer taraflarındaki toplumlar tarafından da örnek olarak alınan bu süreç, yeni bir rolü ortaya çıkarmıştır. Bu rol, avlak/av yerleri bekçilerinin yerini alan bahçıvan rolüdür!

Yine Bauman’a göre, “Kendilerini, bakmaları için kendilerine emanet edilen arazideki bitkileri ve hayvanları beslemekle, yetiştirmekle, terbiye etmekle görevli ve yükümlü görmeyen, kendilerini sadece bitkilerin ve hayvanların sorunsuz biçimde yeniden üremelerini güvence altına almakla görevli ve yükümlü sayan avlak/av bekçilerinin aksine, bahçıvanların görevi, kendilerine emanet edilen bahçedeki bitkilere zarar veren yaban otlarını temizlemek, bahçedeki ağaçları, çiçekleri, diğer başkaca bitkileri işlemek, beslemek, üretmek, yani onları yeniden tasarlamaktır.”

Hem Bauman’a hem de Gellner’e göre, millet ve milliyetçilik ile bunların şekillendirdiği toplum ile devlet ve bu toplum ile devletin iktidarı “bahçıvan modeli” üzerine kurulmuştur.

Tıpkı Bauman ve Gellner gibi başkaca düşünürlerin de, gerek toplumun ve devletin oluşumu, gerekse tanımı ile ilgili farklı görüşleri ve yaklaşımları vardır. Örneğin, Platon, toplumun ya da bu anlama gelen sitenin/şehir devletinin doğal bir oluşum olduğunu, bu oluşumun insanların gereksinimlerini karşılamak için bir araya gelme zorunluğundan ve işbölümü yapmalarından doğduğunu, insanların toplum, toplumun da insanlar olmadan var olamayacağını, dolayısıyla toplumun ya da sitenin/şehir devletinin varlığının ancak insanlarla mümkün olduğunu savunmakta ve sitenin/şehir devletinin oluşumunu bu şekilde açıklamaktadır.

Bu açıklamalara ve tanımlara göre, toplum ve devlet, insanın ruhu ve bedeniyle uyumlu olan bir oluşumdur. Bu oluşum ekonomik bir yapının ve insan varlığının da temelidir.  Diğer bir deyişle, devlet, insanların temel gereksinimlerini organize eden ve karşılayan toplum düzenidir.   

Nitekim Aristoteles, toplumun ve sitenin/şehir devletinin oluşumunu aileyi merkeze alarak açıklamakta, insanların önce aileyi, daha sonra da bir araya gelerek toplu halde yaşadıkları diğer yerleşim birimlerini ve şekillerini oluşturduklarını, toplumun ya da bu anlama gelen sitenin/devletin bu şekilde doğduğunu,  buna göre toplumun ve sitenin/devletin var olması için insanların, yani halkın ve yanı sıra bu insanların/halkın yerleştiği ve yaşadığı bir toprak parçasının, yani bir ülkenin olması gerektiğini ifade etmektedir. Aristoteles’in bu yaklaşımına ve açıklamasına göre de, gerek toplum, gerekse devlet, doğal bir kurum ve oluşumdur ve devlet: insan, toplum ve aile ile birlikte var olmuştur.

Siyasal itaat yükümlülüğünün kaynağını ve siyasal toplumun, yani devletin nasıl ortaya çıktığını araştıran Locke’un, Hobbes’un ve Rousseau’nun sosyal sözleşme teorilerine göre devlet; “tabii hal” durumunda, yani doğada bir topluluk veya bir toplum halinde doğal ve mutlu bir şekilde yaşayan insanların, içlerindeki haydutların hayatlarına, mallarına, canlarına ve ırzlarına musallat olmaları üzerine, bu haydutlardan korunmak amacıyla ve kararıyla yaptıkları bir sosyal sözleşmeyle, yani bir toplum sözleşmesiyle kurulmuştur.

Az yukarıda da işaret ve ifade ettiğimiz üzere, Marx’a ve Marksizm’e göre devlet, üretimin ve üretim sistemlerinin gelişmesi sonucunda ve toplumsal evrimin belli bir aşamasında sınıflı toplumların bir ürünü olarak meydana gelmiştir. Buna göre de, toplumlardaki mülkiyet ilişkisi, toplumların yerleşik düzene geçmesi, buna bağlı olarak hayvancılığa ve tarımsal üretime geçilmesi ile başlamıştır. Tarıma bağlı ilkel bir yapı içinde yaşayan bu toplumlarda, giderek bir işbölümü ve mübadele süreci gelişmiş, bu sürecin sonunda ilkel topluluklarda bir çözülme meydana gelmiştir.

Bu çözülme sonrasında mülkiyet üzerine kurulu olan bir komün devleti ortaya çıkmıştır. Bu komün devletinde, bir yanda mülkiyet sahibi olmayan ama çalışarak artı/artık değer üreten köleler, diğer yanda ise, mülkiyet sahibi olan ve bu köleleri çalıştıran ve sömüren insanlar vardır. Sınıflı toplum bu şekilde oluşmuş, bu oluşumla birlikte toplum, bir yandan mülkiyet sahibi olan, diğer yandan ise, mülkiyet sahibi olmayan ama çalışan ve sömürülen kölelerden oluşan iki sınıflı hale gelmiştir. Nitekim bu sınıflı toplumu ve bu toplumun üretim tarzını, Antik Yunan’ın ve Roma’nın site/şehir komünlerinde görürüz.

Bu yapı ve üretim tarzı içinde toplum, toprak sahibi olan efendiler ile kölelerden oluşan iki sınıfa bölünmüş, kölelerin üretimi ile yaratılan artı/artık değer toprak sahibi olan efendilerin elinde birikmiş, bu birikim toplumdaki işbölümünün ve üretilen malların mübadelesinin giderek artmasıyla birlikte ilk servet birikiminin oluşmasını sağlamıştır.

Böylece servet sahibi olan ve zenginleşen toprak sahipleri, kendi çıkarları üzerine kurulu olan iktisadi üstünlüklerini, merkezi şekilde örgütlenmiş olan siyasal bir topluma, yani devlete dönüştürmüşlerdir. Dolayısıyla devletin ortaya çıkışının arka planında, bir toplum, bu toplumda egemen olan bir sınıf ve bu sınıfın kendi çıkarları çerçevesinde örgütlenmesi vardır.

Marksist analize göre, devlet bu şekilde ortaya çıkmış olmakla birlikte, Marx, sistematik veya tutarlı bir devlet teorisi geliştirmemiş, devletin, sosyal hayatın gerçek dayanağı olarak görülebilecek olan ekonomik yapı tarafından şekillendirilen veya belirlenen “üstyapı” kurumun bir parçası olduğuna, alt yapı kurumları olan hukukun, sanatın, kültürün üstyapı tarafından belirlendiğine inanmış, (Andrew Heywood, “Siyaset”, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 131) ama devletin özerkliğini, burjuva sınıfları ile devlet arasındaki ilişkiyi tutarlı bir biçimde ele almamıştır.

Bu bağlamda, Marx, “Alman İdeolojisi” isimli eserlerinde, devleti, sınıf egemenliğinin bir uzantısı, sınıfsal yönden baskın bir güç ve araç olarak nitelendirir. Marx, “Komünist Manifesto” isimli eserinde ise, “modern devlet idaresi, bütün bir burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir icra komitesinden başka bir şey değildir” diye yazar. (Andrew Heywood, “Siyaset”, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 131) Yine Marx, 1848 ve 1851 tarihleri arasında Fransa’da meydana gelen olayları analiz ettiği “Louis Bonapart’ın On Sekizinci Brumaire”iisimli kitabında, daha farklı bir devlet tasviri yapar. Marx bu kitabında, baskıcı Bonapartist rejimin kontrol ettiği devlet aygıtını sınıflar üstü bir yapı olarak resmeder. Bu bağlamda, devletin sınıf sisteminden “nispeten özerk” olarak ifade edilecek bir işlevi yerine getirdiğini;  böylece “korkunç asalak bir yapı” olarak işleyen baskıcı Napolyonik devletin kendi iradesini topluma kabul ettirdiğini ileri sürer. (Andrew Heywood, “Siyaset”, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 131)

Fransız hukukçusu, tarihçisi, siyaset felsefecisi Jean Bodin, toplumun ve toplum üzerine inşa edilen devletin organik bir yapı olduğu düşüncesindedir. Ona göre devletin temelini toplum, toplumun temelini ise aile oluşturur. Bu bağlamda, devlet büyük bir toplum ve bir ailedir. Bu yapı içinde mülkün sahibi aile, egemenliğin sahibi ise devlettir. 

Amerikalı filozof, sosyolog ve psikolog George Herbert Mead’in, ders notlarından oluşan ve University of Chicago Press tarafından yayımlanan “Mind, Self, and Society/Zihin Benlik ve Toplum” isimli kitapta ifade edildiği üzere, “insan toplumu, zihinler ve benlikler olduğu için var olmuştur; esasen zihin ve benlik insani sosyal sürecin gelişmesinin alt aşamalarında oluşmamış veya ortaya çıkmamış olsaydı,  insan toplumunun bireysel üyeleri bir zihne ve benliğe sahip olamazlardı; zira bu aşamalar, bireysel organizmaların fizyolojik farklılaşmalarını ve taleplerini kapsayan, sadece bunun sonucu olan ve tamamen buna bağlı bulunan aşamalardır…. İnsani sosyal sürecin bu alt aşamaları, sadece fizyolojik nedenlerle değil, aynı zamanda (eğer bizim zihinlerin ve benliklerin kökenleri ve doğaları hakkındaki sosyal teorimiz doğruysa) ve aksine bir durumda zihinler ve benlikler, bilinç ve zekâ ortaya çıkamayacağı için mevcut olmazdı, yani insan zihninin ve benliğinin varlığı için, insanın içinde bulunduğu devam eden sosyal sürecin bazı türleri, insanın veya sosyal sürecin kapsamında olan zihnin ve benliğin gelişmesini mümkün kılmak için önceden orada olmalıdır.

Mead’e göre, “türlerin üremesinin ve bunun sürdürülmesinin temel birimi ailedir: bu, aynı zamanda, yaşamsal biyolojik faaliyetlerin veya işlevlerin gerçekleştirildiği veya sürdürüldüğü insan toplumunun ve sosyal organizasyonun bir birimidir. Ve klan ya da toplum ve devlet gibi tüm bu büyük birimler ya da insan sosyal organizasyonunun değişik diğer oluşumları, eninde sonunda aileye dayanan ve (doğrudan ya da dolaylı olsun veya olmasın) aileden kaynaklanan gelişmeler ya da genişlemelerdir. Klan veya aşiret organizasyonları, aile organizasyonlarının doğrudan genişlemesi ve genelleşmesi, yine devlet veya ulusal organizasyon da, klan veya aşiret organizasyonunun doğrudan genişlemesi ve genelleşmesidir, dolayısıyla bu yapılar sonuç itibariyle dolaylı da olsa aile organizasyonudurlar. Kısacası, bütün organize insan toplumu üzerinde kurulu olanlar veya bundan kaynaklananlar - en karmaşık ve en gelişmiş biçimlerde dahi olsa - bir anlamda, kendi üyeleri arasındaki basit ve temel sosyo-fizyolojik ilişkilerin (kendi fizyolojik farklılaşmalarından kaynaklanan cinsiyetler ve ebeveynleri ile çocukları arasındaki ilişkiler) bir genişlemesi, uzantısı ve dallanıp budaklanmasıdır... Tüm sosyal organizasyonların dayandığı bu sosyo-fizyolojik dürtüler, genel olarak sosyal farklılaşma ve evrim sürecindeki iki kutuptan birini oluştururlar, dahası bunlar kendilerini sosyal ilişkilerin ve etkileşimlerin tüm karmaşıklıkları içindeki sosyal tepkilerde ve faaliyetlerde ifade ederler. Bunlar sosyal olarak insan doğasından oluşan gerekli fizyolojik malzemelerdir; o nedenle, insan doğası tamamen sosyal bir şeydir ve bu daima gerçek sosyal bireyin var oluşuna dayanır. Aslında, insan doğasının herhangi bir psikolojik veya felsefi davranışı, insan bireyin organize bir sosyal topluluğa ait olduğu ve insan doğasının, sosyal etkileşimlerinden ve bir bütün olarak bu toplulukla ve diğer bireylerle olan ilişkilerinden türetildiğinin kabulünü içerir. Genel sosyal farklılaşma ve evrim sürecinin diğer kutbu ise, bireylerin başkalarının birbirleriyle aynı olan tepkilerinden, yani sınıf veya sosyal tepkilerden ya da diğer bütün organize bireylerin sosyal gruplarının verdikleri tepkilerden oluşur, bu sınıf ya da sosyal tepkiler, toplumun, sosyal kurumların nesneleri, kaynakları ve temelleridir… İnsan bireyler büyük ölçüde aynıdır; cinsiyetler arasında fizyolojik farklılaşma açısından esaslı bir zekâ farkı yoktur. Esasen aynı olan fizyolojik organizmalar vardır, o nedenle, biz, bireyin görünümünden sorumlu bir sosyal matrise sahip değiliz. Bundan dolayı, insan toplumlarının, toplumun dışındaki bireylerden değil, bireylerin dışında ortaya çıktığına ilişkin bir teori gelişmiştir. Nitekim sosyal sözleşmesi teorisi, önce akıllı bireylerin ve benliklerin orada olduklarını ve bu bireylerin bir araya gelerek toplumu oluşturduklarını varsayar. Bu görüşe göre toplumlar, şirketler gibi, planlı olarak bir araya gelen, çalışanlarını kendileri seçen ve kendilerini bir toplum olarak teşkilatlandıranlar tarafından meydana getirilmişlerdir.” (George Herbert Mead, “Mind, Self, and Society” University of Chicago Press)

“AVUKATLIK MESLEK ETİK İLKELERİ” ÜZERİNE BİR KONUŞMA –

09.10.2022 günü, Osmaniye Baromuzun Staj ve Meslek İçi Eğitim Komisyonu tarafından düzenlenen “Avukatlık Meslek Etik İlkeleri” konulu etkinliğe konuşmacı olarak katıldım. Bu etkinlikte yaptığım konuşmayı aşağıda sunuyorum. Saygılarımla.

Osmaniye Barosu’nun Değerli Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyeleri,

Sevgili Meslektaşlarım,

Değerli Stajyerler,

Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyor, beni sizinle buluşturan Osmaniye Barosu’nun Sayın Başkanı ile Yönetim Kurulu Üyesi meslektaşlarıma teşekkür ediyorum.

Benim bu konuşmamda söyleyeceğim şeyler çok önemli şeyler olmayacak, hepinizin bildiği şeyler olacaktır. Esasen güneşin altında söylenmemiş hiçbir söz de yoktur.  Dolayısıyla benim söyleyeceğim şeyler de, bu konuda daha önce söylenmiş olan, zaten sizin bu konuda bildiklerinizin bir tekrarı ve çeşitlemesi olacak ama içten şeyler olacaktır. Esasen içtenliği olmayan şeylerin söylenmiş olmasının bir değeri de yoktur.

O nedenle, söyleyeceklerime katılmasanız bile, lütfen içtenliğime inanınız, söyleyeceklerimi telkin olarak görmeyiniz ve söyleyeceklerim konusundaki beklentilerinizi fazla yüksek ve yukarıda tutmayınız,  tutmayınız ki, sonunda hayal kırıklığına uğramayınız.

Değerli Meslektaşlarım,

Biz insanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz aklımız ve vicdanımızdır. Aklımız olduğu için düşünür, bilgi ve deneyim sahibi olur, karar veririz. Vicdanımız olduğu için neyin haklı, neyin haksız, neyin adaletli, neyin adaletsiz olduğunu anlar, haksızlığın, adaletsizliğin karşısında dururuz.

Aklımızın, vicdanımızın rehberliğinde yaşamımızı sürdürmek, bilgimizle, deneyimlerimizle hareket etmek, hem insani özelliklerdir, hem de bağımsız, özgür ve özerk birey olmanın asgari şartlarıdır.

Esasen insan, akli yeteneğini kullanabildiği, vicdan ve bilgi sahibi olduğu, kendi kararlarını bizzat kendisi verdiği, bu kararların sorumluluğunu üstlendiği, bağımsız ve özgür bir şekilde yaşadığı ve çalıştığı, başkalarının yönlendirmesiyle hareket etmediği ölçüde birey olur.

Onun için birey olmak, her şeyden önce bağımsız olmak, özgür olmak, özerk olmak demektir.

Rus asıllı Amerikalı yazar ve düşün insanı Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle; bağımsız, özgür ve özerk olan insan, hakikati algılamasını başkalarının emrine, talimatlarına, yönlendirmesine vermez. Bilgisini, kendi doğru anlayışını başkalarının fikirlerine, tehditlerine, isteklerine, açık veya gizli planlarına ya da çıkarlarına kurban etmez.

Böyle bir akla, böyle bir vicdana, böyle bir kişiliğe, başka düşünceleri, görüşleri, çıkarları, planları olan birileri engel olmaya çalışabilir, örneğin bu kişi hapse atılabilir, işkence görebilir, hatta öldürülebilir, ama susturulamaz, bu kişinin bağımsızlığı, özgürlüğü ve özerkliği elinden alınamaz.

Değerli Stajyerler,

Yurttaş, siyasi toplumun, yani devletin, bir dizi hak bahşedilmiş, ama aynı zamanda sorumluluk da yüklenmiş üyesidir. Onun için yurttaşlık, bireysel var oluşun kamusal yüzüdür.

Bireysel var oluş, yani birey olmak toplumsallaşmayı gerektirir. O nedenle, birey olma sürecini tamamlayamamış insanlar, ne bağımsız olabilirler, ne özgür, ne özerk olabilirler ve ne de toplumsallaşabilirler.

Böyle insanlar kendilerini yönetemezler. Yönetemedikleri için de başkalarının kendilerini yönetmesine izin verirler. Bu insanlar, ne yaratabilirler, ne sorumluluk alabilirler, ne bir şeyleri değiştirebilirler, ne de kendilerini örgütleyebilirler.

Böyle oldukları için, iş odaklı, hizmet odaklı olmadıkları, söylem odaklı, konuşma odaklı, slogan odaklı oldukları için, anonim her söylemi akıllarının ve vicdanlarının süzgecinden geçirmeden benimserler, kendi dillerinde yeniden üretirler ve tekrar ederler.

Kendilerini, yaptıkları işle, ürettikleri ve yarattıkları değerlerle değil, sadece ve aslında her biri değerli ve anlamlı özellikler olan, bir anlamda bizi biz yapan ırk, inanç, köken, ideoloji gibi aidiyetlerle tanımlarlar.

Öyle oldukları için bu insanlar, ideoloji merkezli, sınıf merkezli, din merkezli, cemaat merkezli, grup merkezli, parti merkezli, iktidar merkezli, muhalefet merkezli düşüncenin ve söylemin marjlarına kolayca itilirler.

Toplum yaşamı sivil ve bireysel katılımı gerektirmekle, ancak birey olma sürecini tamamlamış olan yurttaşlar; sahip oldukları haklar ve yetkiler ölçüsünde ve eğer bilincinde ve farkında iseler, taşıdıkları sorumluluklar ve bu sorumlulukların gereğini yapabildikleri ölçüde, yaşadıkları toplumun hayatına katılabilirler, sağlıklı, dinamik bir sivil toplumun oluşmasına, gelişmesine, kalkınmasına, demokratikleşmesine katkı yapabilirler.

Özgür olmak, özerk olmak, bağımsız bir karaktere sahip bulunmak, elbette ve her insan için, başkaca meslek sahibi olan insanlar için de gerekli olan, sahip olunması gereken bir özelliktir. Ama en çok kamu görevi yapanlar için, kamusal yetki kullananlar için gerekli olan bir özelliktir. Yargıç, savcı, avukat olanlar veya olmak isteyenler için ise “olmaz ise olmaz” bir özelliktir.

Değerli Arkadaşlar,

Çağımızın yaşayan en önemli bilgelerinden olan Noam Chomsky, “Umutlarım ve sezgilerim o yöndedir ki, tatmin edici ve yaratıcı çalışma insanın en temel ihtiyaçlarıdır” diyor ve şöyle devam ediyor: “Bir güçlüğün üstesinden gelmenin, bir işi iyi yapmanın, belli bir hüner ile ustalık göstermenin hazzı da, hem gerçek ve önemli, hem de tam ve anlamlı bir yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdır. Aynı sözler, başkalarının genellikle bizim çapımızı aşan başarılarını anlayıp onlardan yararlanma ve başkalarıyla işbirliği içinde yapıcı çalışmalara katılma fırsatları için de geçerlidir.

Buna göre, avukat, yargıç, savcı veya akademisyen de olsanız ya da bir başka işi veya mesleği de yapsanız, mesleğinizden, yaptığınız işten haz almanız, tam ve anlamlı yaşamanız için işinizi iyi yapmanız, işinizde hüner ve ustalık göstermeniz, doyurucu ve yaratıcı bir çalışma içinde olmanız, başkalarının başarılarını anlayıp takdir etmeniz, onlardan yararlanmanız ve başkalarıyla işbirliği içinde çalışmanız gerekir.

Sevgili Meslektaşlarım,

Paris Barosu’nun önceki Başkanlarından Rousse’ya göre, avukat; “Bütün memleketlerin yerlisi, bütün yüzyılların çağdaşıdır.

Rousse’nun son derece isabetli olan bu tespitinden hareketle demek gerekir ki; tüm insanların dünyevi güçlerden ve ülkelerden, özgürlük ve adalet konusunda doğru dürüst davranış standartları beklemeye, başta insan hakları olmak üzere, başkalarının haklarına ve özgürlüklerine saygılı olmalarını istemeye hakları vardır.

Bu standartların, hukukun ve insan haklarının kasti veya gayri ihtiyari ihlallerine tanıklık etmek ve cesaretle karşı koymak, avukatların en önde gelen görevidir.

Onun için avukatlar, belli bir kamu için ve o kamu adına mesajı; görüşü, tavrı, felsefeyi ya da tanıyı temsil etme, cisimlendirme, ifade etme yetisine sahip bireyler olmak zorundadırlar.

Mesleklerinin yüklediği bu sorumluluk avukatlara; kamunun gündemine sıkıntı veren, unutulan, sümen altı edilen sorunları getirmek, slogan, ortodoksi ve doğma üretmektense, bunlara karşı çıkmak, kolay kolay iktidarın, muhalefetin, kimi derneklerin ya da cemaatlerin adamı olmamak, hukuk ve insan hakları ihlallerine tanıklık ve bunlarla mücadele etmek görevlerini yükler.

Değerli Arkadaşlar,

Alkibiades I” isimli eserinde Platon, arkasında yazılı hiçbir şey bırakmadığı halde 2500 yıldır insanlığa yol gösteren bilge Sokrates’in, siyasal yaşamına henüz daha yeni başlamak üzere olan ve bunun için de iktidara odaklanan genç öğrencisi Alkibiades’i, gelecekteki siyasal yaşamının sorumluluklarına hazırlamak için ona “kendine dikkat etme/kendine özen gösterme” tekniğini öğretişini anlatır.

Çok uzun olan ve Sokrates’in “Genellikle kendimizle ilgilendiğimizi sanırız, ama gerçekte kendimizle ilgilenmediğimizi pek fark etmeyiz. Kendimizle ilgilenmek ne demektir? Bir insan kendisiyle ne zaman ilgilenmiş olur? İnsan kendisine ait şeylerle ilgilenirse, kendisiyle ilgilenmiş olur mu?’ sözleriyle başlayan bu diyalog, Sokrates’in “Alkibiades, mutlu olmak için, senin de, şehrin de edinmesi gereken şey, iktidar değil, erdemdir” sözleriyle sona erer.

Malumunuz olduğu üzere, erdem, ahlakın övdüğü, değer verdiği iyilikseverlik, alçak gönüllülük, hoşgörülülük, cömertlik, hak, adalet, vicdan, ahlak, doğruluk gibi tüm iyi niteliklerin ve özelliklerin toplamıdır. Ve bu özellikler insan olmanın, olabilmenin de asgari koşullarıdır.

Alkibiades ile Sokrates arasındaki bu konuşmadan hareketle sözü getirmek istediğim husus, hukukçuların meslek ahlakı, meslek etiğidir. Bu hususta işaret etmemiz gereken ilk nokta: meslek etiği dediğimiz ilkeler toplamının, aslında yargıcın, savcının, avukatın, adalet hizmetinde görevli olan her bir çalışanın kendisiyle ilgilenmesi, kendisine özen göstermesi, kendisine dikkat etmesidir.

Bunun için de o kişinin önce insan olarak – kendini bil – mesi gerekir. Zira kendisini bilmeyen avukat da, yargıç da, savcı da, herhangi bir adalet çalışanı da, kendisini iyi yapamayacağı gibi işini de, mesleğini de iyi yapamaz. O halde adaletin ve kamunun hizmetinde olan herkesin öncelikle edinmesi gereken şey “erdemdir.

Bir kurallar sistemi olan ahlak, bağlayıcı olduğu kabul edilerek belirlenen normların ve değerlerin bir soyutlamasıdır. Gerek buyruklar, gerekse yasaklar aracılığıyla bize uyarıda ve çağrıda bulunan ahlakiliğin özünü, birey olarak bizim bu kurallara karşı duyduğumuz inanç, yüklediğimiz değer, saygı ve bağlılık oluşturur.

Ait olduğumuz toplumun zaptı altında olan bizler, yaşadığımız toplumun ilkeleri, buyrukları, yasakları, özetle kuralları olduğunu erken yaşta öğreniriz. Ama asıl ahlaki kavrayış, bu nitelikteki kuralları dışarıdan dayatılan kurallar olarak değil de, bu kuralların içinde yaşadığımız toplumun tüm bireylerinin gerçekleşebilecek en fazla özgürlükten yararlanabilmelerini güvence altına alan kurallar olduğunu anlamamızla ve bunu içselleştirilmemizle mümkün olur.

Gündelik hayat pratiğinde ahlak, insanın karşısına sadece belli bir kültüre özgü farklılıkları vurgulayan bir olgu, yani başkaca toplumsal ya da ulusal toplulukların anlam yorumlarının farkı olarak çıkmaz. Ahlak, sadece bireyin içinde büyüdüğü ve aktif olarak biçimlendirilmesine katkı yapmaya çağrıldığı topluluğun anlam ufkunu temsil etmekle kalmaz; ayrıca genel ahlak bağlamı içinde ve fakat toplumun sadece bir kısmı için geçerli olan alanda, “özel/kısmi ahlak” biçiminde de ortaya çıkar.

Özel/kısmi ahlak” biçiminde ortaya çıkan ve “meslek ahlakı/meslek etiği/meslek

kuralları” olarak isimlendirilen bu kuralları, o mesleğin kendisi ve mensupları üretir. Normları, o mesleği seçen ve yürüten herkesi bağlayan bu nitelikteki kurallar, genel ahlaki ilkeye, yani mesleğinde olabildiğince iyi ve doğru olma ilkesine dayanır. Bu ilke gereğince, çalışmanın ve emeğin kendisine ayrı bir değer verilir. O meslek mensubu tarafından yapılan iş, sadece eksiksiz ve hatasız bir çalışma sürecini olanaklı kılan teknik kurallar aracılığıyla değil; aynı zamanda ve özellikle, diğer insanları da doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren ahlaki kurallar temelinde icra edilebilecek bir faaliyet olarak tanımlanır.

Mesleğin onurunu korumak amacıyla konulan kuralları çiğneyen, bu bağlamda, temsil ettiği genel çıkarların yerine, kendi kişisel çıkarlarını koyan meslek mensubu, sadece kendi kişisel, toplumsal ve mesleki saygınlığını yitirmekle kalmaz, aynı zamanda mensubu olduğu o mesleğe de zarar verir.

Aristoteles’in “Nicomachean Ethics” isimli özgün eserinde “Pratik, hem etiğin var olma koşulu, hem de onun hedefidir. O nedenle, soylu olan üzerine, adil olan üzerine, kısaca sitede bilim üzerine verilen dersten yararlanmak isteyen kişi, soylu bir temel alışkanlığa sahip olmalıdır’ diyerek vurgu yaptığı üzere, pratiğin bilimi olarak “etik”, bilgi adına değil, eylem adına harekete geçen ahlakiliktir.

Dolayısıyla “etik”, kuram oluşturmak amacıyla geliştirilmiş olmadığı gibi, entelektüel zevklere ve züppeliklere hizmet eden düşünsel bir uğraş da değildir. Bütün bunlardan uzak bir pratik olarak “etik”, varlığını uygulamada, yani eylemde gösterir. Bu yönüyle “fiiliyat üretici bilgi’ olan “etik” düşünce ile eylemin birlikteliği, yani tutarlılığıdır.

Bütün bunlardan hareketle demek gerekir ki, avukatlık, yargıçlık, savcılık, adalet çalışanı gibi kamusal hizmetlerin meslek etiğinin özünü oluşturan pratik, bütün bu mesleklerin günlük yaşam pratiğidir. Onun için yargıcın da, savcının da, avukatın da, her düzeydeki adalet çalışanının da, gerek kendi varlığının, gerekse mesleki yönden iyi olmasının koşulları hakkında aydınlatılmış bu günlük yaşam pratiğinin ahlakını iyi bilmesi, bunu içselleştirmesi ve hakkını vererek uygulaması gerekir.

Değil ise ne mi olur? Mesleğe ihanet edilmiş olur. Ve Sait Faik’in dediği gibi “Mesleğe ihanetle başlar her şey…” Sonra arkası gelir; kendinize, eşinize, dostlarınıza, arkadaşlarınıza, ülkenize, başkaca şeylere ve değerlere ihanet edersiniz.

Sevgili Gençler,

Yargının asli unsurlarından olan bağımsız savunmayı temsil eden avukatlar, sadece hukuki sorun ve anlaşmazlıkların adalet ve hakkaniyete uygun olarak çözümlenmesini ve hukuk kurallarının tam olarak uygulanmasını sağlamakla, buna katkı yapmakla görevli ve yükümlü değillerdir.

Aynı zamanda laik bir entelektüel ve özgül bir kamusal role sahip olan, olması gereken avukatlar ve bireyler olarak; kamu için ve kamu adına mesajı, görüşü, tavrı temsil etmek, hakikati ifade etmek, ortodoksi, dogma ve slogan üretmektense bunlara karşı çıkmak, hükümetlerin ya da muhalefetin, büyük şirketlerin veya başkaca çıkar çevrelerinin adamı ve sözcüsü olmamak zorundadırlar.

Amerikalı gelecek bilimci Alvin Toffler, “Yirmi birinci yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler olmayacak, dün öğrendiklerini unutup yeni şeyleri öğrenmeyenler olacaktır’ diyor. Mevlana’nın “Dün ile beraber gitti cancağızım ne varsa düne ait, bugün yeni şeyler söylemek lazım” demesi bundandır, bundan dolayıdır. Esasen zamanın ruhu da, anlamı da ancak bu şekilde ve bu yolla kavranabilir.

O halde, avukatlar olarak az yukarında ifade ettiğim hususları yerine getirebilmek için dün öğrendiklerimizi, dünkü ezberlerimizi unutmamız ve yeni şeyleri öğrenmemiz gerekir. Zira kendimizi ve mesleki kariyerimizi geliştirebilmek, gerek ulusal, gerekse uluslararası hukuka ve mesleğimize katkı yapabilmemiz ancak bu yolla mümkün olur.

Yine Barolar, sadece, avukatlık mesleğini geliştirmekle, meslek mensuplarının yararlarını korumak ve gereksinimlerini karşılamakla, meslek düzenini, ahlakını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmakla ve korumakla görevli olmayıp; toplumsal değişime ve dönüşüme de katkı yapmakla görevli ve yükümlüdürler. O nedenle, Barolar, kurulu olanı, alışılmış olanı, bilineni, rahat şeyleri, insani ve toplumsal ilişkileri, becerileri sorgulamakla; yeniliğin ve değişimin motoru olmak için “statüko bozucu” olmakla yükümlü olan, olması gereken kuruluşlardır.

Barolar ve avukatlar, bütün bu işlevleri yerine getirebilmek için; zihinlerinde kendilerini de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer vermek, çevrede dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek kadar bağımsız, cesur, özgür ve özerk bir ruha sahip olmak, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koyabilmek, hiç kimseye boyun eğmemek, kirlenen düşüncelerini değiştirebilecek kadar değişime açık olmak ve yine yeni şeyleri keşfedebilecek kadar meraklı ve hevesli kalabilmenin yollarını bulmak zorundadırlar.

Barolar ve avukatlar sadece bunları değil, hakikati temsil etmek, bir haminin veya vasinin ya da başkaca bir otoritenin yönlendirmesine izin vermemek, toplumsal değişime ve dönüşüme öncülük edebilmek için yeni diller ve ruhlar icat etmek durumundadırlar.

Bütün bunları yapabilmek için Baroların ve avukatların, hem kendilerini, hem de toplumun kendisini Edward Said’in özlü ifadesiyle; “klişelerle, aşınmış metaforlarla, bayat kullanımlarla çürümüş bir dilin zihinlerini uyuşturup edilginleştirmesine, bilinçlerinin üzerini kaplayıp, onu basmakalıp düşünceleri incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan kabul etmeye ayartmasına izin vermemeleri’ gerekir.

Sevgili Meslektaşlarım,

Biz hukukçular, avukatlar köprüler kurmuyoruz, kuleler dikmiyoruz, motor yapmıyoruz, resim boyamıyoruz… Yaptığımız bütün işlerde insan gözünün görebileceği pek az şey vardır. Ama avukat olarak biz, insanların sorunlarını çözüyoruz; toplumdaki gerginliği gideriyoruz; yapılan hukuki ve toplumsal haksızlıkları ve hataları düzeltiyoruz; insanların kişisel yükünü üstleniyor ve hafifletiyoruz; bu yöndeki çalışmalarımızla toplumsal barışın tesisine katkı yapıyoruz, devletin şemsiyesi altında yaşayan insanların huzur içinde, güven içinde adil bir yaşam sürmelerini mümkün kılıyoruz.

Bu sözler, 1924 yılında ABD Başkanlığı’na aday olan avukat John W.Davis’e

ait. Davis, 16 Mart 1946’da New York Barosu’nun 75. Kuruluş Etkinlikleri kapsamında yaptığı konuşmada söylemiş bunları.

Bu sözlerin bir benzerini George Mason Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Amerikalı Prof. Dr. Ronald Rotunda’da söylüyor ve şöyle diyor; “Biz avukatlar, mühendisler gibi köprüler inşa etmeyiz; doktorlar gibi kırılan kemikleri onarmayız; mimarlar gibi bina tasarlamayız; ressamlar gibi resim yapmayız. Sadece insanların ellerinin bize dokunmasına imkan veririz. Eğer görevimizi profesyonelce, mesleğin onuruna ve ahlakına uygun biçimde yaparsak, başka kişilerin yüklerini taşırız; insanları streslerinden kurtarırız; adaletin takipçisi oluruz; uygarlığın yapıştırıcısı olur, adaleti ve uygarlığı daha da güçlendiririz.

Her iki değerli hukukçunun söylediği gibi biz avukatlar; bina, araba, uçak yapmıyoruz, şiir ya da roman yazmıyoruz, resim boyamıyoruz, karikatür çizmiyoruz, ama en az bunlar kadar, hatta bunların bir kısmından daha önemli, daha değerli, daha anlamlı bir şey yapıyoruz. En önemli sermayemiz olan zamanımızı, bilgimizi, hayatın en önemli, en değerli hammaddesi olan, toplumdan gelen ve yine topluma giden insanlara tahsis ediyor, insanlara dokunuyor, onların bize dokunmalarına imkan veriyor, insanları dinliyor, insanların sorunlarını paylaşıyor, yükünü üstleniyor, başka insanlarla olan hukuki sorunlarını çözüyor, adaletin gerçekleşmesine, hukukun üstünlüğünün egemen kılınmasına, toplum huzurunun, toplumsal barışın sağlanmasına ve sürdürülmesine katkıda bulunuyoruz.

Değerli Meslektaşlarım,

İslam Hukukunun büyük bilginlerinden olan İmam Şafi diyor ki; “Bütün Kuran inmeseydi ve sadece –Vel Asr- suresi inseydi yeterdi.” Vel Asr suresinin anlamı şudur; “Zamanın üzerine yemin ederim ki, bütün insanlar hüsran içindedir. Şu üçü hariç: Hakka inananlar, Hakkı tavsiye edenler, iyi, güzel ve doğru olan şeyleri yapanlar ve sabredenler.”

Avukat olarak biz İmam Şafi’in dediği şey yapıyoruz. Yani hakka inanıyoruz, hakkı tavsiye ediyoruz, iyi olanı, güzel olanı, doğru olanı yapmaya, sabırla yapmaya çalışıyoruz. Hukukun tanıdığı ve koruduğu yetki olan hakkı savunuyor, hakkı, hakkın sahibini temsil ediyoruz, Hakka ulaşmanın yolu ve aracı olan davaları mahkemelerin önüne biz getiriyor, adına karar denilen, içtihat denilen yargısal ürünlerin oluşmasını, bu yolla hukukun ilerlemesini, gelişmesini, hak sahibinin hakkı olanı elde etmesini, hakkına kavuşmasını biz sağlıyoruz.

Yani aslında çok şey yapıyoruz, çok hayati, çok değerli, çok anlamlı şeyler yapıyoruz. Dahası en önemli olan şeyi, yani “bu dünyada yaşama ayrıcalığı elde etmek için ödediğimiz bir kira olan insana hizmet etmek” edimini yerine getiriyoruz.

Shakespeare’in “Hamlet VI” isimli eserinin kahramanı Dick the Butcher/Kasap Dick, “eline gücü geçirdiğinde ilk yapacağı şeyin bütün avukatları öldürmek” olduğunu söyler. Ahlaksız/berbat bir kişilik olan Kasap Dick, kendi kötü devriminin başarılı olması için tek yolun hukuku yok etmek olduğunu bildiği, bunun da hukuku temsil eden, hukukun en önemli hedefi ve işlevi olan adaletin gerçekleşmesine katkı yapan avukatları öldürmekten geçtiğinin bilincinde olduğu için avukatları öldürmek ister.

Zira Kasap Dick’lerin, yani hukuku, adaleti ortadan kaldırarak kendi kötü devrimlerini gerçekleştirmek isteyenlerin önündeki en önemli engel avukatlardır.

Değerli Meslektaşlarım,

Amerikalı stres yönetimi ustası Arthur Gordon “The Turn of the Tide/Gelgit Dönemeci” isimli kitabında şöyle diyor: “Kişinin motivasyonlarının yanlış olması durumunda, hiçbir şeyin doğru olamayacağını anladım bir anda. İster postacı, berber, sigortacı veya ev kadını olun, isterse başka bir iş yapın sonuç değişmez. İşinizi sadece başkalarına hizmet ettiğinizi hissettiğiniz sürece iyi yapabilirsiniz. Eğer başkalarına bir yararınız olmuyor ise, işinizi iyi yapmıyorsunuz demektir...”

Biz avukatlar da işimizi, mesleğimizi iyi yapmaya çalışıyoruz. Müvekkillerimize hizmet ettiğimizi düşünerek yapıyoruz, onların acısını, duygularını hissederek yapıyoruz. Bu itilimle, bu dürtüyle, bu motivasyonla, bu empatiyle yapıyoruz, insana, insanlara yararımız olsun diye yapıyoruz.

Sadece bugün değil, şimdiki zamanda değil, geçmişteki bütün zamanlarda da avukat olarak işimizi iyi yapmışız. Sadece müvekkillerimizin işini değil, toplumun, insanlığın işlerini de kendi işimiz olarak görmüş, kişisel ve mesleki sorumluluğumuz kapsamında kabul etmiş ve öyle yapmışız.

Bunu ben söylemiyorum, tarih söylüyor. Ben sadece tarihe tanıklık ediyorum. Dünya siyasi tarihinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, başta Fransız İhtilali, Amerika’nın Bağımsızlığı, dünyanın ilk yazılı anayasası olan Amerikan Anayasasının yapımı olmak üzere, devrim niteliğindeki pek çok eylemde, dünya tarihini değiştiren ve dönüştüren tüm siyasi ve toplumsal olaylarda, gerek eylem, gerekse düşünce lideri olarak avukatlar vardır.

Sevgili Meslektaşlarım,

Hepinizin, hepimizin bildiği üzere, insanlık tarihinin ilk zamanlarında “zorbalıkla-kaba güçle” eş anlamlı olan ve o şekilde uygulanan “hak arama özgürlüğü”, günümüzde başta anayasalar olmak üzere, yasalarla, uluslararası sözleşmelerle tanınan, düzenlenen, kullanılabilen ve güvence altında olan bir özgürlüktür. Hak aramanın bağımsız ve tarafsız bir kurum olan yargı yolu ile elde edilmesi, aşama aşama gelişen ve gerçekleşen bir hukuksal aydınlanmanın sonucudur.

Hak arama özgürlüğünün kullanılmasında ve korunmasında hukuki yardımda bulunan, bu amaçla bireyin yanında yer alan, bilgisini ve zamanını hak arayan kişi veya kişilere özgüleyen hak arama/savunma mesleğinin onurlu temsilcileri avukatlardır.

İnsanız. Her toplumda melekler olduğu kadar, şeytanlar da vardır. Birey olarak hepimizin sağlıklı, olumlu yanlarımız olduğu gibi, yanlışlarımız, eksiklerimiz de vardır. Onun için Fransızlar “Herkesin dolabında bir ceset vardır” derler. Esasen, herkes melek olsa idi, hukuka, yasalara, avukatlara, yargıçlara ve savcılara gereksinme olmazdı.

Ama melek de olsak, suç denilen şey aslında hiçbirimizin uzağında değildir. Hiç suç işlememiş olmamız, ileride de suç işlemeyeceğimiz anlamına gelmez. Hepimiz her an suç işleyebilir, bir suç isnadına, iftiraya maruz kalabilir, ya da hukuki bir çekişmenin tarafı olabiliriz. Bu gibi durumlarda, profesyonel bir desteğe, yani avukata gereksinmemiz olduğu açıktır. Esasen Charles Dickens’ın özlü deyişi ile “kötü insanlar olmasaydı, iyi avukatlar olmazdı.” Bütün bunları dikkate aldığımızda, savunma hakkının, bu hakkın takipçisi, koruyucusu ve onun uzmanı olan avukatın önemi ve değeri ortaya çıkar.

Bu bağlamda işaret etmek isterim ki, her ne kadar Avukatlık Yasasının 34.maddesinde avukatlık görevinin kutsal olduğu yazılı ve savunmanın kutsallığı da kimi üstatlarımızın kullanmayı çok sevdikleri bir sıfat ise de, kanımca bu doğru değildir. Değildir, zira kutsallık, geleneksel yapılardan, muhafazakar anlayışlardan tevarüs ettiğimiz, aktardığımız ve benimsediğimiz bir anlayıştır.

Değerli meslektaşımız Halil İnanıcı’nın da vurgu yaptığı üzere, geleneksel dönemin örgütlenme biçimi olan lonca anlayışı, diğer meslekler gibi avukatlık mesleğini de kutsallık ikonu ile denetimi altında tutmaya çalışmıştır. Aydınlanmayla birlikte geleneksel koşullanmalardan ve baskıdan kurtularak özgürleşen insan aklı, kendi yaşamının, kendi işinin, kendi mesleğinin ve tercihlerinin sorumluluğunu bizzat kendisi üstlenmiştir.

Aydınlanma sonrası başlayan modernleşme süreciyle birlikte insanı kutsallık ikonu ile denetlemek ve baskı altında tutmak artık mümkün olmamakla, avukatlık mesleğini de kutsallık ikonu ile denetlemek ve baskı altında tutmak, hem mümkün, hem de doğru değildir.

Kaldı ki, kutsallık ve bundan türetilen kutsal devlet, kutsal adalet, kutsal savunma gibi kavramlar kurulu düzeni koruyan, otoriteyi koruyan kavramlardır. Oysaki avukatlık mesleği her türden iktidarla, otoriteyle, statükoyla sorunu olan bir meslektir. Öyle olduğu için avukat, devlete karşı, iktidara karşı, otoriteye karşı insanı, bireyi, hakkı savunan kişidir. Savunma ise kutsanması gereken bir iş ve faaliyet olmayıp, yaşama hakkı gibi, mülkiyet hakkı gibi, özgürlük hakkı gibi, emek gibi, üretim gibi saygı duyulması, değer verilmesi, korunması gereken, vazgeçilmesi mümkün olmayan üstün bir haktır. Temel bir insan hakkıdır.

Değerli Meslektaşlarım,

1136 Sayılı Avukatlık Kanunu hükmüne göre, avukatlık “kamu hizmeti” ve “serbest” bir meslektir. Bu konumu itibariyle avukatlık mesleği, yargılama faaliyeti içinde “sine qua non” olan, yani “olmaz ise olmaz” olan bir meslektir ve hukuk güvenliğinin en önemli parçasıdır.

Avukatlık mesleği sadece bir bilgi mesleği değil, aynı zamanda bir cesaret mesleğidir. Özellikle siyasi davalarda avukat, cesur olmalı, tutuklanmak dahil, başına her şeyin geleceğini bilmelidir.

Size bu konu ile ilgili olarak yaşanmış iki örnek vermek isterim. Birincisi Marie-Antoinette’in avukatı Chaveau-Largarde, ikincisi, Napolyon’a suikasttan sanık Moreau’nun avukatı Bonnet.

Yargılama aşamasında “Ben, konvansiyona iki şey sunuyorum: Gerçeği ve kafamı. Birincisini dinledikten sonra, ikincisi hakkında dilediğiniz gibi karar verebilirsiniz’ diyen Chaveau-Lagarde savunmasının sonunda tutuklanmış, Bonnet ise Napolyon tarafından sürgüne gönderilmiştir.

O nedenle, avukat, mesleğini icra ederken özgür ve bağımsız olmalıdır. Esasen bağımsızlık avukatlık mesleğinin en önde gelen özelliğidir. Avukatlık onun için serbest bir meslektir. Bu bağlamda avukat, hiç kimseden emir almamalı, bağımsızlığını zedeleyecek işleri ve görevleri kabulden kaçınmalıdır.

Avukatlık bir güven mesleği olmakla, avukat güvenilir kişi olmalıdır. Kamunun, müvekkilinin, yargıcın kendisine olan güvenini ve inancını sarsmamalıdır. Mesleğini özenle yerine getirmeli, sır saklamasını bilmeli, gerek adalet hizmetinin, gerekse mesleğin onurunu ve şerefini her şeyin üzerinde tutmalıdır.

Objektifliğini yitiren, müvekkili ile bütünleşen avukat, bağımsızlığını yitireceği ve taraf olacağı için müvekkilinin hakkını yeterince koruyamaz. Onun için yargıcın tarafsızlığı, yargının bağımsızlığı kadar savunmanın bağımsızlığı da önemli olmakla, görevini ifa ederken avukat objektif olmalı, bu bağlamda müvekkili ile bütünleşmemelidir.

Avukat üslupta yumuşak, eylemde sert olmalıdır. Bu bağlamda, yazarken de, konuşurken de düşüncelerini ve argümanlarını nezaketle ortaya koymalı, hukuk dışı açıklamalardan kaçınmalı, savunma sınırını aşmamalı, mesleki düzeyini düşürmemeli, vücut dilini ölçülü ve dengeli kullanmalı, her koşulda nezaketini korumalıdır. Böylesi bir davranış, böylesi bir üslup avukata hem daha çok yakışacak, hem de mahkeme nezdinde daha etkili olacaktır.

Bu konuda son bir söz, onu da Mevlana söylüyor: “Sesini değil, sözünü yükseltmeli insan. Çünkü gök gürültüleri değil, yağmurlardır yaprakları yeşerten ve yaşatan.

İyi avukatlar da böyle yaparlar, yani seslerini değil, sözlerini yükseltirler.

Lütfen siz de böyle yapın!

Değerli Meslektaşlarım,

Konuşmama son vermeden önce meslek etiği, meslek kuralları ve bu etiğin, bu kuralların tarihi konusunda size kısa bir bilgi vermek istiyorum.

Avukatlık mesleği, kökleri Eski Yunanistan’a ve Roma’ya kadar giden kadim bir meslektir. O nedenle, avukatlık mesleğinin başlangıcından itibaren ortaya çıkmış kuralları, ilkeleri ve esasları vardır. Bunların en başında da bu mesleğin, bu meslek sahibi olan kişilerin özgür olmaları, bağımsız olmaları, cesur olmaları, hakkı, hakkaniyeti, adaleti temsil etmeleri, toplumda saygınlığı olan insanlar olmaları gelir.

Ancak avukatlık meslek kurallarının, meslek etiğinin yazılı hale getirilmesinin, bu kuralların vaaz ve sistematize edilmesinin tarihi pek o kadar eski değildir. Öyle ki, modern zamanlarda, bu bağlamda, avukatlık mesleğinin fiilen icra edilmeye başlandığı 1836 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde, avukatlık meslek etiği ile ilgili herhangi bir düzenleme yoktur. Bu konudaki ilk düzenlemeler ve çalışmalar, Amerika Birleşik Devletleri’nde 1836 yılında başlamış olmakla, bu düzenlemeler yaklaşık bir buçuk asırdan biraz daha fazla bir geçmişe sahiptir.

Bu konudaki ilk çalışmayı ve düzenlemeyi Maryland Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin kurucusu olan avukat David Hoffman, 1836 yılında öğrencileri için yazdığı ‘Resolution in Regard to Professional Deportment/Mesleki Davranışa Dair Bir Öneri’’ isimli kitabıyla yapmıştır.

Bu kitabında ‘Ahlaken yanlış olan mesleki olarak da doğru olamaz’ diye yazan Hoffman’ın bu yaklaşımı, dönemin bazı yorumcuları tarafından “Victorian Ahlakçılık” olarak isimlendirilmiş, yani katı ahlakçılık, tutuculuk, dar görüşlülük, maddiyatçılık, ikiyüzlülük şeklinde nitelendirilmiş ve bu ahlak anlayışının bir örneği ve çeşitlemesi olarak damgalanmıştır.

Bu konudaki ikinci çalışma, 1854 yılında, yargıç ve aynı zamanda akademisyen olan Prof.Dr.George Sharswood tarafından yazılan ‘A Compend(ium) of Lectures on the Aims and Duties of the Profession of Law/Hukuk Mesleğinin Amaçları ve Görevleri Hakkındaki Konferansların Bir Özeti’ isimli kitap ile yapılmıştır. Pek çok görüşü ve önerisi Hoffman ile hemfikir olan Sharswood’un, Hoffman’dan farkı, ondan daha fazla olarak avukatların meslek kurallarıyla ve bu kuralların Barolar tarafından uygulanmasıyla ilgilenmiş olmasıdır.

Sharswood’un bu konudaki görüş ve düşünceleri ilk önce Alabama Barosu’nun ilgisini çekmiş, bu ilgiye bağlı olarak Alabama Barosu 1887 yılında meslek etiği standartlarını ve kurallarını kabul ederek yayınlamıştır.

Bu gelişme sonrasında, pek çok Amerikan Barosu Alabama Barosu’nu izlemiştir. Buna rağmen 27 Ağustos 1908 tarihine kadar Amerika Birleşik Devletleri genelinde, bir avukatlık meslek etiği modeli ve düzenlemesi mevcut değildir. Bu tarihte Alabama Barosu’nun yol vermesiyle Amerikan Barolar Birliği, Alabama Barosu’nun vazettiği etik kuralları benimsemiş ve bunu esas alarak kendi etik kurallarını kabul edip yayımlamıştır.

Amerikan Barolar Birliği, 1908 yılında kabul ettiği meslek kurallarını 1969 yılında güncellemek suretiyle değiştirmiştir. Amerikan Barolar Birliği Genel Kurulu’nun 12 Ağustos 1969 tarihinde onayladığı meslek kuralları 01 Ocak 1970 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Bu meslek kuralları, bu kurallara yönelik eleştiriler üzerine 1983 yılında değiştirilmiştir. Ne var ki, yürürlük tarihi belirlenmediği için bu yeni düzenleme, maddi hukuk bağlamında bunu kabul eden mahkemelerde görev yapan avukatlar dışında kalan avukatlar yönünden bağlayıcılık kazanmamıştır.

Amerikan Barolar Birliği 1997 yılında, meslek kurallarını yenilemek üzere  ‘Ethics 2000/Etik 2000’ isimli yeni bir komisyon oluşturmuştur. Çalışmalarını 2002 yılında tamamlayan bu komisyon tarafından hazırlanan taslak, çok büyük ölçüde 1983 yılında hazırlanan kuralları esas almıştır. Bu bağlamda, önceki kuralların sadece dili sadeleştirmiş, bu kurallara 1983 yılında öngörülemeyen bazı yeni hükümler eklenmiştir.

Amerikan Barolar Birliği’nin yaptığı lobi çalışmaları sonrasında, pek çok mahkeme tarafından kabul edilen bu kurallar, zaman içinde bazı değişikliklere uğramakla birlikte halen uygulanmakta olan kurallardır.

George Mason Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ronald D.Rotunda ‘Legal Ethics, 2007’ isimli kitabına yazdığı önsözde bu kurallarla ilgili olarak şunları ifade etmektedir; ‘Bugün mesleğini icra eden pek çok avukat hukuk fakültesinde meslek etiği ile ilgili ders görüyor, fakülteden mezun olduktan sonra baro sınavlarına giriyor. Ama bu bir zamanlar böyle değildi. Ben öğrenimime başladığımda fakültemde meslek etiğiyle ilgili bir ders yoktu. O zamanlarda hukuk öğrencilerinin “yalan söylemeyeceksin, hile yapmayacaksın, çalmayacaksın,…reklam yapmayacaksın” şeklindeki altın kuralı öğrenmiş olmaları yeterli görülüyordu.  Zaman geçti, pek çok şey değişti… Pek çok kişi etiğin sadece annelerinin dizinde öğrenildiğini sanır. Oysa durum bundan farklı ve daha karışıktır.  Etiğin bilgi değil sezgi olduğunu düşünen kişiler birbirlerine benzerler. Bunlar rutin olarak mahkemeler tarafından zıt menfaatlere ilişkin kuralların karışıklığını bilmedikleri ve takdir edemedikleri için meslek yetkileri ellerinden alınan kişilerdir. Günümüzde pek çok avukat, meslekten ihraç edilme ve zıt menfaatleri temsil etmeme konusunda bilgi sahibi değildir. Bundan birkaç yıl önce, aynı zamanda avukatlık da yapan ve daha önce benim akademik meslektaşlarımdan olan birisi, mesleki sorumluluk sigortası yaptırmadığını, çünkü sözleşmelerine, iş sahiplerinin mal practice/mesleği hatalı-kötü icra etme iddialarından peşinen vazgeçtiklerine ilişkin hüküm koyduğunu söylemişti. Oysa onu dinleyen herkes, onun yaptığı bu tip sözleşmenin meslek etiği kurallarına aykırı ve geçersiz bulunduğunu, bunun ruhsatnamesinin iptali için yeterli bir neden olduğunu biliyordu. Kimi insanlar anekdot analizlerine güvenmezler. Oysa deneysel çalışmaların mevcudiyeti, pek çok avukatın meslek kuralları hakkında temel bilgilerin farkında ve ayırtında olmadığını göstermektedir. Sonuç olarak meslek kurallarının ihlali nedeniyle pek çok mal practice davası açılmaktadır. Son zamanlarda bazı büyük hukuk firmaları etik kuralları ihlal ettikleri için mal practice davalarıyla karşılaşmışlar, bu davalar sonunda maddi tazminat ödemeye mahkum edilmişler ve ayrıca ceza davalarına da muhatap olmuşlardır… Ben burada veya başka bir yerde, bazı şeyleri eksik söylemiş olabilirim. O nedenle size 750 yıl önce Yargıç Henry de Bracton’un şu sözlerini hatırlatmak istiyorum. Bracton şöyle diyor; ‘Okuyuculardan rica ediyorum, eğer bu çalışmada herhangi bir fazlalık veya yanlışlık görürseniz lütfen bunu düzeltin ve değiştirin, ya da bunları yarım kapalı gözlerle okuyarak geçin, ama asla unutmayın, hata yapmak insana mahsustur, hiçbir şeyin içindeki hata insandan daha ilahi değildir.’    

Değerli Meslektaşlarım,

Amerika Birleşik Devletleri’ne ve çağdaşımız olan başkaca ülkelere oranla meslek kurallarının kabulü, bizde çok daha geç bir zamanda, 08-09 Ocak 1971 tarihinde gerçekleşmiştir. Bu bağlamda Adana’da yapılan Türkiye Barolar Birliği’nin IV. Genel Kurul toplantısında kabul edilen ve 26 Ocak 1971 tarihinde yürürlüğe giren Meslek Kuralları ve yine Avukatlık Yasası’nda yer alan düzenlemeler, Amerikan Barolar Birliği’nin kabul ettiği ve halen uygulamakta olduğu meslek kurallarıyla çok büyük ölçüde örtüşmektedir. Bununla birlikte kimi hükümleri değişen koşullara ve anlayışlara göre eskimiş olmakla, bu kurallar güncellenmeye muhtaç durumdadır.

Kuşkusuz Türkiye Barolar Birliği’nin IV. Genel Kurul toplantısında kabul edilen ve 26 Ocak 1971 tarihinde yürürlüğe giren Meslek Kuralları ve yine bu konuda Avukatlık Yasası’nda yer alan düzenlemelerin hepsi önemli, hepsi değerli ve hepimizin, gerek kendi saygınlığımızı, gerekse avukatlık mesleğinin saygınlığını korumak için uymamız gereken düzenlemelerdir.

Ama herhalde bu kuralların en önemli olanları şunlardır; “sır saklama yükümlülüğü”, “menfaati zıt olan tarafların vekaletini aynı davada veya uyuşmazlık kapsamında üstlenmemek”, “avukatın bağımsızlığını zedeleyecek işleri kabulden kaçınmak”, “avukatlık mesleğini kamunun inancını ve mesleğe güvenini sağlayacak biçimde ve tam bir sadakatle yürütmek”, “mesleğin itibarını zedeleyecek her türlü tutum ve davranıştan kaçınmak ve özel hayatımızda da buna özen göstermek”,  “yazdığımız dilekçelerde ve yaptığımız konuşmalarda üslubumuza dikkat etmek, olgun ve objektif olmak”,  “müvekkilin hakkını ve hukukunu korumak ama müvekkille bütünleşmemek, yani takip edilen işin tarafı olmamak, taraflar arasındaki anlaşmazlığın doğurduğu düşmanlıkların dışında kalmak”, “reklam niteliği taşıyan tutum ve davranışlardan kaçınmak”, “kendisine iş sağlayacak nitelikteki her türlü davranıştan uzak durmak”, “haksız bir işin takibini üstlenmemek”, “hakimlerle, savcılarla, adliye çalışanlarıyla, iş sahipleriyle ve meslektaşlarla olan ilişkilerde nezaketi ve saygıyı esas almak”, “iş sahibine vekaletini üstlendiği iş ile ilgili olarak düzenli bir şekilde bilgi ve hesap vermek”, “tahsil edilen parayı ve başkaca değerleri iş sahibine gecikmeden ödemek”, “gerek özel hayatımızda, gerekse mesleğin icrasında kıyafetimize, giyimimize özen göstermek.

Son bir söz. O da kıyafet üzerine. Lütfen kıyafet deyip geçmeyin ve asla unutmayın; “kıyafetinizle karşılanır, bilginiz ve bilgeliğinizle ağırlanır, nezaketiniz ve ahlakınızla uğurlanırsınız.”     

Hepinizi bir kez daha sevgi ve saygıyla selamlıyor, beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, size hayatınızda ve mesleğinizde yol açıklığı ve başarılar diliyorum.