Ankara Barosu’nun 26-29 Mayıs 2022 tarihleri arasında “Göç ve Mülteci” ana başlığı altında düzenlendiği XII. Uluslararası Hukuk Kurultayı’nda oturum başkanı olarak yaptığım konuşma metnini aşağıda sunuyorum.

Değerli Konuklar,  

Konuşmacı arkadaşlarıma söz vermezden önce, izninizle, göçmenlik, sığınmacılık, mültecilik üzerine kısaca bir şeyler söylemek istiyorum.

Şahsen ben, ne göçmen, ne sığınmacı, ne de mülteci oldum. Ama empati yaparak, bir karşı değerlendirme orantısı kurarak, kendimi bu konumdaki insanların yerine koyarak; göçmen, sığınmacı ya da mülteci olmanın, çok zor ve trajik bir durum olduğunu söyleyerek başlayacağım sözlerime ve bu konuyla ilgili bazı genel hususlara işaret edeceğim 

Göçmen olmak, sığınmacı veya mülteci olmak çok zor bir durum olmanın ötesinde, sanırım insanın en kederli, en hüzünlü, en trajik yazgılarından birisidir.

Zira bu konumda olan insanlar, ne kadar rahat, ne kadar güvenlik içinde olurlarsa olsunlar, kendilerini hiçbir şekilde ve hiçbir zaman evlerinde hissetmeyen, çevresine uyum sağlayamayan insanlardır.

Bu insanlar, geçmişe acıyla, hüzünle, bugüne ve geleceğe ise buruklukla, endişeyle bakarlar.

Bu insanlar, kendilerini sığındıkları veya iltica ettikleri topluma ait hissetmezler, dışlanmış hissederler ve hatta dışlanmışlardır.     

Bu insanlar, yeni girdikleri çevreyle ne tam olarak birleşebilirler, bütünleşebilirler, ne de geçmişlerinden tamamen kopabilirler.

Bu insanların geldikleri yere tam bir bağlanmışlıkları olmadığı ve olmayacağı gibi, geçmişlerinden ve geldikleri yerden tam bir kopmuşlukları da yoktur ve bu durum son derece doğal ve insanidir.  

Zira bu insanlar arada kalmış insanlardır, yarım kalmış, eksik kalmış insanlardır. Bu insanların örselenmiş bir hayatları vardır.

Hitler’in zulmünden kaçarak göç etmek ve Amerika’ya iltica etmek zorunda kalan sosyolog Theodor Adorno, bir mülteci, bir sığınmacı olarak kendi yarım kalmış, eksik kalmış, örselenmiş hayatına dair düşüncelerini ve duygularını anlattığı “Minima Moralia” isimli eserinde şunları yazar: “Sözcüğün bilinen anlamıyla bir yere yerleşmek artık imkansızdır. İçinde büyüdüğümüz geleneksel meskenler bizim için tahammül edilemez bir hale gelmiştir…Ev bitmiştir… İnsanın kendisini evinde hissetmemesi bir ahlak sorunudur…Yanlış bir hayat doğru yaşanmaz zira…”    

Adorno’nun yazdıklarının özü şudur: “Bir kez yurdunuzdan ayrıldıktan sonra, nereye giderseniz gidin, gittiğiniz o yerde hayata kaldığınız yerden devam edemezsiniz, o yerin bir yurttaşı olamazsınız, yarım kalırsınız, eksik kalırsınız, örselenirsiniz, dışlanırsınız.

Değerli Konuklar,

Bu ülkenin insanları, yurttaşları, yöneticileri olarak, bu ülkeye sığınmacı veya mülteci olarak gelmiş olan insanlar, bizim misafirlerimizdir. O nedenle, bize sığınan bu insanlara karşı duyarsız olamayız, seyirci kalamayız.

Bu konuya, bu soruna latent, yani gizli veya açık bir ırkçılıkla, şövenist bir anlayışla bakamayız.

Elbette, ev sahibi olarak bu insanlara kucak açmak, bu insanları ağırlamak, bu insanları korumak, bu insanlara hukuki yardımda bulunmak, bu insanlara ev sahibi hukukunun gerektirdiği gibi davranmak zorundayız.

Zira ev sahibi olmak, insan olmak, insan haklarını savunmak ve ev sahibi hukuku bunu gerektirir.

Ama bir ev sahibi hukuku olmasının yanı sıra, bir de misafirlik hukuku vardır. Misafirin de misafirlik hukukuna uygun davranması, misafir geldiği evin kurallarına uyması, misafir geldiği eve zarar vermemesi, misafir geldiği evin hane halkına karşı saygılı olması gerekir.

Özetle, misafire kucak açalım, misafire ev sahibi hukukunun gerektirdiği gibi ve bize yakışan şekilde davranalım. Zira bu hem ev sahibi hukukunun emridir, hem de bizim insani, ahlaki ve vicdani görevimizdir.

Ama evimizi, evimizdeki eşimizi, çocuğumuzu, yurdumuzu, yurdumuzun menfaatlerini ve insanlarını korumak da bizim görevimizdir.

Onun için bu sığınmacıların, bu mültecilerin kontrolsüz bir şekilde ve hatta bir kısmının kaçak bir şekilde ülkemize gelmelerine, kaçak gelenlerin sınır dışı edilmemelerine, mülteci veya sığınmacı olarak gelenleri insanca yaşayacakları mülteci kamplarına, sığınma alanlarına yerleştirmek yerine, ülkenin dört bir tarafına dağılmalarına izin ve imkan verilmesine, bu insanların gittikleri yerlerde koloniler oluşturmalarına, olur olmaz bir şekilde vatandaşlığa alınmalarına, bu suretle demografik yapımızın bozulmasına da izin vermememiz gerekir.

Böyle bir yaklaşım içinde olmak yurtseverliğin gereğidir ve bunun şövenizmle, latent veya açık bir ırkçılıkla hiç bir ilgisi de yoktur.

O halde, meseleye bu yönden de bakalım, ülkemizi de düşünelim, ülkemizi de koruyalım.

Teşekkür ederim.

ANILARIMDAN BİR SAYFA: TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİ BAŞKANI OLARAK 25 ŞUBAT 2011 GÜNÜ ANTALYA BAROSU’NUN YENİ STAJ EĞİTİM YILININ AÇILIŞINDA YAPTIĞIM KONUŞMA –

Antalya Barosu’nun Değerli Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyeleri,

Değerli Meslektaşlarım,

Sevgili Stajyerler,

Sizleri Türkiye Barolar Birliği adına, kendi adıma sevgi ve saygı ile selamlıyor, bana bugün burada sizlerle buluşma ve sizlere hitap edebilme olanağı sağladıkları için Sayın Antalya Barosu Başkanı’na ve Değerli Yönetim Kurulu Üyelerine en içten teşekkürlerimi sunuyorum.  

Dinleyecek birilerini bulan herkesin anlatacak bir şeyleri vardır. Özellikle sizler gibi değerli bir topluluğu karşısında bulan bir kişi olarak benim de anlatacağım şeyler var. Biraz uzun ama sizlere yararlı olacağını umduğum şeyler var. Onun için sabrınızı hem talep ediyor, hem de sabrınız için sizlere şimdiden teşekkür ediyorum.       

Değerli Stajyerler,

4 Temmuz 1952 günü 34 yaşında bir kadın, Catalina Adasından Pasifik Okyanusu’na dalarak, 21 mil batıda kalan Kaliforniya’ya doğru yüzmeye başladı. Eğer başarılı olursa, bunu yapan ilk kadın olacaktı. Adı Florence Chadwickolan bu yüzücü, Manş Denizi’ni her iki yönde geçen ilk kadındı.

O sabah su, vücudu uyuşturacak kadar soğuktu ve beraberindeki tekneleri seçmeyi engelleyecek kadar yoğun bir sis vardı. Milyonlarca insan televizyonlarının başında onu izliyordu. Dondurucu soğuğa ve köpekbalıklarına  rağmen 15 saat yüzdü. Yakındaki bir teknede bulunan annesi ve antrenörü karaya çok yaklaştıklarını ve devam etmesi gerektiğini söyledilerse de, o, kendisini sudan çıkarmalarını istedi. Kaliforniya kıyısına yarım mil kala sudan çıktıktan sonra çıkış nedenini şöyle açıkladı. “Karayı görebilseydim, başarabilirdim.

Evet! Chadwick’in vazgeçmesinin nedeni ne yorgunluk, ne soğuk, ne köpekbalıkları idi. Tek neden yoğun sisten dolayı karayı, yani hedefi görememekti.

Bu anekdotu, bir gelecek inşa etme çabası içinde olan sizlerin, bireysel vizyonunuzu belirlemek, kendinize bir kariyer hedefi koymak zorunda olduğunuzu, bunun için de pozitif bir hedefe sahip olmanız gerektiğini ifade edebilmek için anlattım.

Bu konuyla ilgili olarak bir ekleme daha yapayım, okuyanlarınız bilir “Alice Harikalar Diyarında” isimli kitapta Alice, Kraliyet Kedisine “hangi yolu seçmesi gerektiğini” sorar. Kedi soruya soru ile yanıt verir: “Nereye gitmek istiyorsun?” Alice “nereye gideceğimi bilmiyorum” der. Bunun üzerine kedi “nereye gideceğini bilmiyorsan, hangi yolu seçeceğinin ne önemi var” yanıtını verir.

Sözün kısası şudur: nereye gideceğinizi, yani hedefinizi belirleyin ve yola koyulun. Başarı arkadan gelecektir. Unutmayın ki, “rotası olmayan gemiye hiçbir rüzgar yardım etmez”ve yine “güneşi istemeden aya sahip olamazsınız.

Sevgili Stajyerler,

Eserlerinde modern toplumun yapısını eleştiren, insanın haksızlıklara ortak olmadan toplumda yaşayamayacağını ileri süren Alman oyun yazarı Bertolt Brecht’in önemli eserlerinden birisi de ‘Bay Kerner’in Öyküleri’dir.

Bu öykülerden birisinde Bay Kerner, bir gün vadide yürürken, birden ayaklarının suyun içinde olduğunu fark eder, önce bu durumu çok önemsemez. Derken suyun giderek yükseldiğini görür. Suyun çok fazla yükselmeyeceğini düşünür ve umursamaz. Suyun giderek yükselmesi ve çenesine kadar gelmesi üzerine panikler ve bir kayık bulmak umudu ile çevresine bakar. Kayık bulmaktan umudunu kesmesi ve suyun boyunu aşmaya başlaması üzerine yüzmeye başlar. Ve anlar ki, kayık kendisi.

Evet! Kayık biziz. Kayığın kendimiz olduğunu anlamamız için her şeyden önce kendi kendine yeten, özgür, özerk, bağımsız birey olmak zorundayız. “Ben olmak” ve “biz olmak” üzerine çok şey okumuş ve dinlemişsinizdir. Siz, siz olun önce “ben olun”. Zira “ben” olmadan, ne “birey” olabilirsiniz, nede “biz” olabilirsiniz. “Biz olma”, “birey olma” süreci “ben olmakla” başlar. “Ben” olmadan, “birey” olmadan “biz” olursanız,  “sürüden biri” olursunuz.    
 
Eğer özgür, özerk, bağımsız bir birey değilseniz, kendinizi kabile liderlerinize, sistemin subjektif tercihlerine terk etmişseniz, birileri tarafından ele geçirilmeye, yönetilmeye, yönlendirilmeye, bir şeyler için kullanılmaya aday iseniz, size  rehberlik edecek, yönünüzü, amaçlarınızı belirleyecek bir siyaset ve yaşam felsefeniz, vizyonunuz yoksa, yaratamazsınız. Yaratamadığınız zaman da, Erich Fromm’un söylediği gibi, yıkarsınız. Zira “yaratamayan insan yıkar.”

Bütün bu söylediklerimin ana fikri, kıssadan hissesi şudur; genç insanlar olarak bir gelecek inşa etmeye çalışıyorsunuz. Bunun için önce kendinizi özgür, özerk bir birey olarak, yani “ben” olarak inşa ediniz.

Sevgili Stajyerler,

Mal mülk edinmekten, şan ve şöhreti önemsemekten utanmıyorsunuz, ama ruhunuzla ilgilenmekten kaçınıyorsunuz.” Bu sözler bilge Sokrates’e ait. Ünlü savunmasında söylüyor bunları.

İnsanın ruhu ile ilgilenmesi, yaşam felsefesinin iki temel ilkesini içerir: Bu ilkelerden birincisi “kendine dikkat etmek” ilkesi, ikincisi “kendini bilmek” ilkesidir. Bu iki ilkeden insanın kendisine özen göstermesini, ilgi göstermesini emreden “kendine dikkat etmek” ilkesi, bir tefekkürden daha çok bir eylem, bir teknik olan “kendini bil” ilkesine işlerlik kazandırır.

Her iki ilke de “ben’in inşası” ile ilgilidir. Çok daha sonraları Hıristiyanlık öğretisi tarafından uygulanan, tasavvuf da, sufizm de, yani İslamiyet de de bulunan nefsin köreltilmesi, dünyevi arzulardan kurtulmak için tefekküre dalmak, ruhani yöneticilere mutlak itaat, kefaret süresinin sonunda günah çıkarmaya hazırlık olarak vicdanın sorgulanması gibi öz-inceleme tekniklerinin tarihi, tam anlamıyla insancıl bir öz-çözümleme kavramı geliştirmiş olan Stoacı felsefeye kadar uzanır.

Michel Foucault’nun “Benlik Teknolojileri” isimli eserinde ifade ettiği üzere, Stoacı felsefenin uyguladığı bu tekniklerin amacı, kişinin bu dünyanın gerçekleriyle daha etkili biçimde baş edebilmesini sağlamaktır. Diğer bir deyişle amaç, insanın kendisini öteki dünyaya değil, bu dünyaya hazırlamasıdır.

Yine eski Yunanda Pythagorasçılar öğrencilerine sağlıklı ve düzenli yaşamın erdemlerini öğretiyor, bu amaçla onları, benliklerinin efendisi olmanın bir yolu olarak sükûtu ve dinleme sanatını öğrenmekle yükümlü tutuyorlardı.

Alkibiades I” isimli eserinde Platon, bilge Sokrates’in henüz kamusal ve siyasal yaşamına başlamak üzere olan, halkın önünde konuşmayı ve sitede dilediği her şeyi yapabilecek güçte olmayı isteyen genç öğrencisi Alkibiades’i, gelecekteki kamusal yaşamın sorumluluklarına hazırlamak için ona “kendine dikkat etme/kendine özen gösterme” tekniğini öğretişini anlatır.

Yazılış tarihi kesin olarak belli olmayan, sanal bir Platonik diyalog olması da olası olan “Alkibiades I” diyalogunun ilk ilkesi, tüm Platoncu felsefenin de çıkış noktasını oluşturan “kendine dikkat etme/kendine özen gösterme” ilkesidir.

Çok uzun olan bu diyalogu mutlaka okumanızı önerim. Şimdi izninizle bu diyalogdan seçtiğim küçük bir bölümü okuyacağım sizlere.

Sokrates: Kendisinin ne olduğunu bilmek kolay bir şey midir? Ve o “kendini bil” yazısını Delphi tapınağına yazan insanı ciddiye almamalı mıyız? Yoksa kendini bilmek herkesin elinde olmayan güç bir şey midir?

Alkibiades: Kendini bilmenin herkesin elinde olduğunu çok kere düşündüm, ama bunun çok zor bir şey olduğunu da düşündüm.

Sokrates: Zor olsun, kolay olsun, başka bir yol yok. Kendimizi bilirsek, kendimizle nasıl ilgilenebileceğimizi de biliriz. Bu bilgi olmazsa, kendimizle ilgilenmek mümkün olmaz.

Alkibiades: Doğru.

Sokrates: Kendi varlığımız nedir? Bunu nasıl bulabiliriz? Bunu bulursak ne olduğumuzu da biliriz, ama eğer onu bulmazsak, ne olduğumuzu asla bulamayız.

Alkibiades: Haklısın

Sokrates: Başkalarına ait olan şeyleri bilmez isek, şehre ait şeyleri de bilemeyiz.

Alkibiades: Elbette.

Sokrates: Böyle bir adam şehir işlerini idare eden bir adam olamaz.

Alkibiades: Olamaz.

Sokrates: Ne yaptığını bile bilmez. 

Alkibiades: Evet, bilmez.

Sokrates: Bilmeyen yanılmaz mı?

Alkibiades: Elbette yanılır.

Sokrates: Yanılınca da hem kendine, hem de şehre kötü davranmaz mı? 

Alkibiades: Elbette.

Sokrates: Kötü davranınca mutsuz olmaz mı?

Alkibiades: Elbette.

Sokrates: Peki ya ilişki kurduğu, birlikte olduğu kimseler?

Alkibiades: Onlar da mutsuz olur.

Sokrates: Öyleyse, bilge ve iyi olmadıkça kimse mutlu olamaz.

Alkibiades: Evet kimse olamaz.

Sokrates: Demek ki kötü insanlar mutsuzdur.

Alkibiades: Evet.

Sokrates: Mutlu olmak için, şehirlerin, ne duvarlara, ne üç sıra küreklilere, ne tersanelere, ne de nüfusa ve geniş arazilere ihtiyacı vardır. Gerekli olan şey erdemdir, öyle değil mi?

Alkibiades: Evet öyle.

Sokrates: O halde şehir işlerini iyi görmek istiyorsan, şehirlilere erdem aşılamalısın.

Alkibiades: Kuşkusuz.

Sokrates: Peki, kişi kendinde olmayan bir şeyi başkasına verebilir mi?

Alkibiades: Nasıl verebilir ki?

Sokrates: Öyleyse önce sen erdem edinmelisin; bu, yalnız kendinle ve kendine ait şeylerle değil, fakat aynı zamanda, şehirle ve şehre ait şeylerle de ilgilenmen demektir, zira onları idare etmek isteyen kişiye bu gerekir.

Alkibiades: Doğru söylüyorsun.

Sokrates: Eğer eğri davranırsan, gözlerin karanlığa ve kötülüğe yönelir. Karanlıkta olursan, kendinle ilgili olarak cehalet içinde olursan, ihtimaldir ki, yapacağın iş de kötülük olur.   

Alkibiades: Öyle olur.

Sokrates: Bir şehirde erdem yoksa kötülükler önlenemez.

Alkibiades: Kuşkusuz.

Sokrates: Alkibiades, mutlu olmak için, senin de, şehrin de edinmesi gereken şey iktidar değil, erdemdir.  
 
Sevgili Stajyerler,

Alkibiades ile Sokrates arasındaki bu diyalogu bizim bugünkü konumuz olan avukatlık meslek etiğine uyarladığımız takdirde, sanırım ilk önce söylenmesi gereken şey şudur: avukatlık meslek etiği dediğimiz ilkeler toplamı, gerçekte bir avukatın kendisiyle ilgilenmesi, kendisine özen göstermesi, kendisine dikkat etmesidir. Bunun için avukatın önce insan olarak kendini bilmesi, yani ruhunu bilmesi gerekir. Zira kendisini bilmeyen, ruhunu bilmeyen avukat, kendisini de, mesleğini de daha iyi kılamaz. Başarılı olamaz. İnsanın kendisini bilmesi bilge olmak olmakla, avukat da ancak kendini bilerek bilge olabilir. Bilge olan avukat iyi insan olur. Bilge ve iyi insan olan avukat mutlu olur. Onun için avukatın öncelikle edinmesi gereken şey erdemdir. Bu, sadece avukatın kendisi ve kendisine ait şeylerle değil, aynı zamanda meslek örgütüyle, meslek örgütüne ait olan şeylerle, ülkesiyle, ülkesine ait olan şeylerle, başka ülkelere ait şeylerle, insanlara, tüm insanlığa ait olan şeylerle ilgilenmesini gerektirir.          
 
Değerli Stajyerler,

Gündelik hayatın pratiğinde ahlak, insanın karşısına sadece belli bir kültüre özgü farklılıkları vurgulayan bir olgu olarak, yani başkaca toplumsal ya da ulusal toplulukların anlam yorumlarının farkı olarak çıkmaz. Ahlak, sadece bireyin içinde büyüdüğü ve aktif olarak biçimlendirilmesine katkı yapmaya çağrıldığı topluluğun anlam ufkunu temsil etmekle kalmaz; ayrıca genel ahlak bağlamı içinde ve fakat toplumun sadece bir kısmı için geçerli olan alanda, özel/kısmi ahlak biçiminde de ortaya çıkar.

Özel/kısmi ahlak biçiminde ortaya çıkan ve meslek ahlakı/etiği/kuralları olarak isimlendirilen bu kuralları, o mesleğin kendisi ve mensupları üretir. Normları, o mesleği seçen ve yürüten herkesi bağlayan bu nitelikteki kurallar, genel ahlaki ilkeye, yani mesleğinde olabildiğince iyi olma ilkesine dayanır.

Bu ilke gereğince, çalışmanın ve emeğin kendisine ayrı bir değer yüklenir ve o meslek mensubu tarafından yapılan iş, sadece eksiksiz ve hatasız bir çalışma sürecini olanaklı kılan teknik kurallar aracılığıyla değil; aynı zamanda ve özellikle, diğer insanları doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren ahlaki kurallar temelinde icra edilecek bir faaliyet olarak tanımlanır.    

Mesleğin onurunu korumak amacıyla konulan kuralları çiğneyen, bu bağlamda temsil ettiği genel çıkarların yerine, kendi kişisel çıkarlarını koyan meslek mensubu, sadece kendi toplumsal ve mesleki prestijini yitirmekle kalmaz, aynı zamanda mesleğin kendisine de zarar verir.

Etik, bir ahlaki eylem kuramı olmakla, meslek etiği de bilgi adına veya kuram oluşturma amacıyla ya da salt entelektüel bir doyuma hizmet için geliştirilmiş zihinsel bir çalışma değil, sadece ve sadece düşünce ile eylemin birlikteliğidir. Bu niteliği ile meslek etiği aracılığıyla aktarılan bilgi, kuramsal olan ve fakat uygulamaya yönelik sonuçları olmayan, enformasyon niteliği taşımayan ve sadece uygulamada kendini gösteren bir “fiiliyat üretici bilgi”dir.

Nicomachean Ethics” isimli özgün eserinde “Pratik, hem etiğin var olma koşulu ve hem de onun hedefidir’ diyor Aristoteles ve ekliyor ‘Bu nedenle soylu olan üzerine, adil olan üzerine, kısaca sitede bilim üzerine verilen dersten yararlanmak isteyen kişi, soylu bir temel alışkanlığa sahip olmalıdır.

Aristoteles’ten hareketle demek gerekir ki, avukatlık meslek etiğinin/kurallarının çıkış noktasını oluşturan pratik, avukatlık mesleğinin günlük yaşam pratiğidir. Meslek kurallarının ne olduğunu anlayabilmesi için avukatın, gerek kendi varlığının, gerekse mesleki yönden iyi olmasının koşulları hakkında aydınlatılmış bu günlük yaşam pratiğinin ahlakını, kendi eylemlerinde içselleştirilmiş olması gerekir.   

Bu ise ancak, bilge Sokrates’in genç Alkibiades’e öğütlediği gibi avukatın kendine dikkat etmesi, kendine özen göstermesi, kendini bilmesi, kendi ruhunu tanıması, bilge ve iyi olması, erdemli olması ile mümkün olur.

Sevgili Stajyerler,

Her insan iki tür eğitime sahiptir; birincisi başta aile, okul ve yakın uzak çevre olmak üzere, başkalarının ona verdiği eğitim, ikincisi ve daha önemli olanı, insanın kendisine verdiği eğitimdir. Kendimizi eğitmek için mevcut rolleri, verili haritaları, koşullanmaları, kafamızın ve yüreğimizin içine yalan yanlış doldurulanları bir tarafa bırakıp, yaşamın bütün zenginliği karşısında, sağlıklı diyebileceğimiz bir kuşku, bir kavrama, öğrenme, anlama merakı ile kendimizi yeniden oldurmamız gerekir.

Birey ve toplum olarak iyi bilmemiz gerekir ki; “ırksal, dinsel ve tarihsel temelimize dayandırdığımız kendimizle ilgili kanaatler, bize bu dünyada hak ettiğimiz yeri vermez. Irk, din, tarih insan olarak bizlerin dışında olan değerler olmayıp, bizim anlam kattığımız, yaşattığımız, ihtiyaç duyduğumuz değerlerdir. Ama insan olarak bize tarihin ve yaşamın sunduğu anlam dünyalarını, ancak seçerek, günün değerlerine uygun biçimde yorumlayarak ve de değiştirerek yaşatabiliriz.”

Birbirimizi yok ederek değil, herkesi kendimiz gibi yapmaya zorlayarak hiç değil, ancak ve ancak farklılığı kurucu bir unsur olarak kabul ederek, herkesin farklı olmaya hakkı olduğunu içselleştirerek, yaşamın sorumluluğunu bir başka güç veya varlığa, cemaate, partiye, ideolojiye yıkma yerine bizzat üstlenerek, insanı insan yapan ön önemli hakkın, seçme özgürlüğü olduğunu kabul ederek ve dolayısıyla bireysel tercihlere saygı göstererek kendimize bu dünyada saygın bir yer edinebiliriz.

Aksi takdirde bizi bu dünyadan indirirler.

Sevgili Stajyerler,

Amerikalı fütürist Peter Drucker’in “Kapitalist Ötesi Toplum” isimli eserinde ifade ettiği üzere, kuruluş bir insanlar topluluğudur, ortak amaç için bir arada çalışan kişilerden oluşur. Kuruluş; toplum, cemaat, aile gibi sosyal kurumlardan farklı olarak, belli bir amaca göre tasarlanmış olup işine, görevine, işlevine göre tanımlanır. Toplum ve cemaat ise, dil, kültür, tarih, coğrafya gibi insanları bir arada tutan bağa göre tanımlanır. Kuruluş, ancak belli bir işe, kendi işine odaklandığı zaman etkilidir. Toplum, cemaat ve aile sadece var olan kurumlardır. Kuruluş ise yapandır. Toplum, cemaat ve aile koruyucu kurumlardır, statükoyu sürdürmek, değişimi yavaşlatmak için vardırlar. Oysa kuruluşlar “statüko bozucu” olmak için vardırlar. Onun için kuruluşlar, sürekli değişikliğe göre düzenlenmiş olmak, yeniliklere dönük olmak zorundadırlar. Kuruluşların işlevlerini yerine getirebilmeleri için; kurulu olanı, alışılmış olanı, bilineni, rahat şeyleri, insani ve sosyal ilişkileri, becerileri sorgulamak ve gerektiğinde bütün bunları terk etmek üzere düzenlenmiş olmaları gerekir.

Kuruluşun işlevi bilgileri verimli kılmaktır. Bilgiler ne kadar ihtisaslaşmış olurlarsa, o kadar daha fazla etkin olurlar. Gelişmiş ülkelerde kuruluşlar, bilgileri verimli kıldıkları, bilgileri ihtisaslaştırdıkları, kendi amaçları üzerinde yoğunlaştıkları, bilgiden bilgilere geçtikleri için toplumun merkezi konumuna gelmişlerdir. Bir kuruluş olarak Barolar da bu çerçevede örgütlenmek ve hareket etmek durumundadırlar.

Kuşkusuz barolar, işlevi sadece avukatlık mesleğiyle, mesleğin sorunlarıyla uğraşmakla görevli ve yetkili kuruluşlar değildir. Ülke siyasetiyle, dünya siyasetiyle de ilgili olmak durumunda olan kuruluşlardır. Fransız düşünür Alain’in de işaret ettiği üzere “siyaseti düşünmek gerekir; eğer yeterince siyaseti düşünmez isek, bir gün zalimce cezalandırılırız”.  Ülke olarak, baro olarak, birey olarak adalete, özgürlüğe, güvenliğe, barışa, kardeşliğe, projelere, ideallere gereksinmemiz vardır. Bu gereksinimleri karşılamak siyaset yapmayı gerektirir.  Zalimce cezalandırılmamak için, daha mutlu, daha güçlü olmak için, kendimize ve gelecek kuşaklara daha güvenli bir gelecek inşa etmek için, demokrasiye, insan haklarına katkı yapmak, yurttaş olmak, yurttaş kalabilmek için siyasete yapmak zorundayız. Dünya hiç durmadan döndüğü gibi, hiç durmadan da değişmektedir. Değişen dünyayı anlayabilmek, ona ayak uydurabilmek için siyasetle uğraşmak zorundayız. Birey olarak, toplum olarak geri kalmamak ve hatta yok olmamak için hareket etmek, düne göre daha hızlı koşmak, mücadele etmek, keşfetmek, ilerlemek için siyasetle uğraşmak zorundayız. Birbirinden ayrı veya biri ötekine karşı olarak değil, “hep beraber” ya da “hem beraber ve hem de karşıt” olarak siyaset yapmak durumundayız. Zira karşıtlık olmadan, başkaları olmadan, karşı fikirler olmadan siyaset olmaz. Kırıp dökmeden, yaftalamadan, suçlamadan, kaba güç kullanmadan, kavga etmeden, kutuplaşmadan, ötekileştirmeden, bir meslek kuruluşu olarak herhangi bir siyasi partinin yan kuruluşu olmadan, ön veya arka bahçesi olmadan,  fikirlerimizi, projelerimizi, hayallerimizi, ideallerimizi yarıştırarak siyaset yaparsak, toplumun, halkın vicdanı olursak eğer, siyaset bizi bölmez, aksine karşı karşıya getirerek birleştirir.

Sevgili Stajyerler,

Avukatlık yasamızdaki düzenlemeye göre, savcı ve yargıç ile birlikte yargılama faaliyetinin üç kurucu unsurundan birisi olan savunma mesleğinin kökleri eski Yunan’a kadar gider. Tarihin yazımlayabildiği kadarıyla ilk Baro Atina’da kurulmuştur.

Türkiye’de çağdaş anlamda avukatlık mesleğine geçiş, aynı zamanda Türk aydınlanmasının da başlangıcı ve hukuk yolu ile toplumu dönüştürme projesi olan Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte olmuştur.

Engin dehası ile Türk toplumunun önünü açan, sahip olduğu üstün donanımları ve vizyonu ile Türk tarihini hızlandıran Büyük Atatürk, Cumhuriyetin kuruluşunun daha ilk yılında ve henüz Cumhuriyetin ilk Anayasası olan 1924 Anayasası yürürlüğe konulmadan önce, avukatlık mesleğini Batı normlarına uygun biçimde düzenlemek amacı ile 03 Nisan 1924 tarihli ve 460 Sayılı Muhamat Kanunu’nu, yani Avukatlık Yasası’nı çıkartmıştır.

Büyük Atatürk’ün Ankara Hukuk Fakültesi’nin açılışında yaptığı konuşmada yer alan “… Yeni Türk toplum yaşamının kurucusu ve güçlendiricisi olmak amacıyla öğrenime başlayan sizler, Cumhuriyet döneminin gerçek hukuk bilginleri olacaksınız. Bir an önce yetişmenizi ve ulusun isteğini eylemsel olarak tatmine başlamanızı ulus sabırsızlıkla beklemektedir. Sizi yetiştirecek olan profesörlerin üzerlerine düşen görevi hakkı ile yerine getireceklerine eminim. Cumhuriyetin yaptırımı olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu hiçbir girişimimde duymadım, bunu açığa vurmaktan ve belirtmekten hoşnudum.” sözleri Büyük Atatürk’ün hukuka, yargıca, savcıya, avukata verdiği önemi ve değeri gösterir.

Birçok hükmü değişmiş olmakla birlikte, halen yürürlükte olan 1136 Sayılı Avukatlık Yasası hükmüne göre, avukatlık, hem bir kamu hizmeti ve hem de bir serbest meslektir. Bu konumu itibari ile savunma makamı, iddia ve hükümle birlikte yargının, adil yargılanma hakkının ve hak arama özgürlüğünün kurucu unsurlarındandır. Savunma sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6/b-c maddesi ve Anayasamızın 36/1.maddesi gereğince adil yargılanma hakkının ve hak arama özgürlüğünün vazgeçilmez bir unsuru değil, aynı zamanda yargılama faaliyetini demokratikleştiren bir unsurdur. O nedenle savunma hakkına saygı ve özen gösterilmeden yapılan her türlü yargılama demokratik olmadığı gibi adil de değildir.         

Değerli Stajyerler,

Mesleğini yerine getirirken avukat özgür ve bağımsız olmalıdır. Esasen bağımsızlık avukatlık mesleğinin karakteridir. Onun için avukatlık bir serbest meslektir. Bu bağlamda avukat, hiç kimseden emir almamalı, bağımsızlığını zedeleyecek işleri ve görevleri kabulden kaçınmalıdır. Bunun için de özgür ve özerk bir birey olmalıdır.

Ünlü Baro Başkanı Carpentier’e göre özgürlük ve bağımsızlık: “Bütün bir fikri ve manevi alemi kapsayan, bütün düşünceleri, hasletleri, bireyi insan sürüsünden ayırıp onu insan kılan her şeyi kapsayan sözcüktür.”            

Siyasi bir kavram olan, çoğu zaman ve pek çoğumuz tarafından duygusal cazibesiyle karıştırılarak kullanılan özgürlük açıklanması gerçekten güç bir kavramdır. 

Eşitlikçi liberal felsefeciler, bireysel özgürlükleri çok fazla önemli ve değerli bulurken, iktisadi özgürlükler söz konusu olduğunda o kadar cömert davranmazlar.

Özgürlük kavramına daha bağımsız yaklaşan kimi çağdaş siyaset felsefecileri, benlik, rasyonalite anlayışları, ahlak sistemleri, siyasal tercihler, farklı hayat tarzları arasında ayrım yapmaksızın, özgürlüğü sadece kavram olarak açıklarlar.

Marx’ın geliştirdiği felsefe bağlamında özgürlük, edinilmiş haklar toplamı olmayıp, bir süreçtir. Özgürlüğü insani faaliyetin evrenselliği olarak tanımlayan Marx’a göre, insan, kendisini aşan, kendi sınırlarını sürekli olarak genişleten yaratıcı bir varlıktır. Onun için “Alman İdeolojisi” isimli kitabında Marx, özgürlüğü “tüm yönlerde yeteneklerini geliştirme olanağına sahip olma” olarak tanımlar, “Komünist Manifesto”da ise “herkesin özgür bir biçimde gelişmesi” gerektiğine vurgu yapar.      

Bu genel açıklamalar çerçevesinde, eğer “savunmanın özgürlüğü”nü ele alırsak, sanırım şunları söylemek gerekir; temel bir insan hakkı olan savunma, evrensel, tarihsel ve hukuksal bir perspektif içinde değerlendirildiğinde elbette özgür olmalıdır. Buradaki özgürlük, hiç kuşku yok ki “bir şeyden özgürlük/freedom from”olarak tanımlanan ve müdahaleden hoşlanmayan “negatif özgürlük”tür.

Avukatlık Yasası’nın 1.maddesi anlamında “yargının kurucu unsuru olan avukat, bağımsız savunmayı temsil eder”. Kanımca bu maddede vurgulanan “bağımsızlık” kavramı, bağımsız veya özerklik olarak özgürlüğü içerir.   

İngiliz siyaset bilimcisi Norman P. Barry’nin, “Modern Siyaset Teorisi” isimli kitabındaki referanslara göre, “negatif özgürlük”, ancak değerli bir şeye katkı sağladığı sürece önemlidir ve bu değer de özerkliktir. “Özerklik olarak özgürlük”, bir kimseye açık olan seçeneklerin genişliğine ve çeşitli amaçların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan koşullara işaret ettiği için, o, sınırlamanın yokluğu anlamındaki özgürlükten daha fazla bir şeydir. “Özerklik olarak özgürlük”, en aşırı pozitif özgürlük teorilerinde olduğu gibi, bireysel subjektif tercihin devlet tarafından tamamen yok edilmesini gerektirmez, fakat soyut tercihleri gerçek fırsatlara dönüştürecek geniş kolaylıklar sunan kurumları talep eder.      

Uluslararası metinlere baktığımızda, 12 ülkenin baro temsilcilerinin 28.10.1988 tarihinde Strazburg’da yaptıkları toplantıda oybirliği ile kabul ettikleri Avrupa Birliği Barolar Konseyi Meslek Kurulları ile yine Avrupa Birliği Bakanlar Komitesinin Avukatların Özgürlüğü Metni, Sekizinci Birleşmiş Milletler Konferansı tarafından kabul edilen ve Havana Kurulları olarak da bilinen Avukatların İşlevlerine İlişkin Temel İlkeler çerçevesinde; hukuka saygı ilkesi üzerine kurulmuş bir toplumda önemli bir role sahip olan avukatın görevi, yasanın çizdiği sınırlar içinde sadece  vekâlet görevini özenle yerine getirmekle sınırlı olmayıp, hem adalet ve hem de hak ve özgürlüklerini savunmakla yükümlü olduğu yargılamaya tabi kişiler için vazgeçilmez değerdedir.

Sevgili Stajyerler,

Yeri gelmiş iken bir hususa daha işaret etmek isterim. O da şu; her ne kadar Avukatlık Yasası’nın 34.maddesinde avukatlık görevinin kutsal olduğu yazılı ve savunmanın kutsallığı da kimi üstatlarımızın kullanmayı çok sevdikleri bir argüman ise de, kanımca bu doğru değildir. Kutsallık, geleneksel yapılardan tevarüs ettiğimiz bir anlayıştır. Değerli meslektaşımız Sayın Halil İnanıcı’nın da vurgu yaptığı üzere, bu dönemin örgütlenme biçimi olan lonca anlayışı, diğer meslekler gibi avukatlık mesleğini de kutsallık ikonu ile denetimi altında tutmuştur. Aydınlanmayla birlikte geleneksel koşullanmalardan ve baskıdan kurtulan insan kendi sorumluluğunu bizzat üstlenmiştir. Modernizmle başlayan bu süreçte insanı kutsallık ikonu ile denetlemek ve baskı altında tutmak mümkün olmamakla, avukatı da kutsallık ikonu ile denetlemek ve baskı altında tutmak mümkün ve doğru değildir. 

Kaldı ki, kutsallık ve bundan türetilen kutsal devlet, kutsal adalet, kutsal savunma gibi kavramlar iktidarı koruyan, kurulu düzeni koruyan, otoriteyi koruyan kavramlardır. Oysaki avukatlık mesleği iktidarla, otoriteyle sorunu olan bir meslektir. Öyle olduğu için avukat, devlete karşı, iktidara karşı, otoriteye karşı insanı, bireyi, hakkı savunan kişidir. Savunma ise kutsanması gereken bir işlev olmayıp, yaşam hakkı gibi, mülkiyet hakkı gibi, özgürlük hakkı gibi saygı duyulması, değer verilmesi gereken, vazgeçilmesi mümkün olmayan üstün bir haktır, bir insan hakkıdır.     

Sevgili Stajyerler,

Dünyanın ve ülkemizin bugün geldiği noktada, adalet de, bireyin meşru savunma hakkının kolektif organizasyonu olan hukuk da, etkinliğin gerçekleştirilmesi de statükoya bağlı olmaktan çıkmış, şimdiden sonra yaratılacak geleceğe bağlanmış, çağımızın aşılması gereken zorlukları, ulusal çerçevelerin dışına taşmıştır.

O halde, statüko ile, statükonun sürmesinde yararı olan kurumlarla sorunu olan hukukçu olarak avukat, avukat ve hukukçu kimliğinin gerektirdiği sorumluluk ve ağırlık içinde; kurulu olanı, alışılmış olanı, bilineni, rahat şeyleri, insani ve sosyal ilişkileri sorgulamak, gerektiğinde bütün bunları terk etmek yönünde kendisini kurgulamak, toplumsal değişime ve dönüşüme öncülük etmek, bütün bunlar için sınırlarını, yeteneklerinizi zorlamak, kendisini uluslararası alana sunacak ve bu alanda başkaları ile rekabet edebilecek düzeye getirmek zorundadır.

Tüm insanların dünyevi güçlerden ve ülkelerden özgürlük ve adalet konusunda doğru dürüst davranış standartları beklemeye, insan haklarına saygılı olmalarını istemeye hakları vardır. Bu standartların, hukukun ve insan haklarının kasti veya gayri ihtiyari ihlallerine tanıklık etmek ve cesaretle karşı koymak baroların, biz avukatların, yargıçların, savcıların, akademisyenlerin en önde gelen görevidir.

Onun için biz hukukçular, belli bir kamu için ve o kamu adına mesajı, görüşü, tavrı, felsefeyi ya da tanıyı temsil etme, cisimlendirme, ifade etme yetisine sahip olan bireyler olmak zorundayız.

Dün olduğundan daha çok bugün;  insan düşüncesini ve insanlar arasındaki iletişimi kıskacı altına alan klişeleri ve indirgeyici kategorileri kırmak, belli bir reçeteye, slogana, ortodoks parti çizgisine, ya da katı bir dogmaya bağlanmamak, hükümetlerin, cemaatlerin adamı olmamak, yol değil, yollar olduğunu bilmek, hangi partiye, ya da siyasi görüşe yakınlıkduyarsak duyalım, hangi ülkeye ait olursak olalım, kendimizi nereye ait ve bağlı hissedersek hissedelim, insanların çektikleri acılar ve yaşadığı baskılar konusunda belli standartlardan şaşmamak zorundayız.

Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize teşekkür eder, sevgi ve saygılar sunarım.