SOSYALİZM VE MARKSİZM ÜZERİNE BİR DENEME –

Her ne kadar, sosyalist fikirler, çok eski zamanlara kadar geriye götürülebilir ise de, sosyalizm, siyasi bir görüş ve ideoloji olarak On Dokuzuncu Yüzyılın başlarında doğmuştur. Bu bağlamda, sosyalizm, Sanayi Devrimi’nin ürünüdür ve hem Sanayi Devrimi’ne hem de kendisine takaddüm eden liberalizme karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.

Zaman içinde ve özellikle Karl Marx’ın fikirleriyle işçi sınıfının bilimi ve ideolojisi olarak şekillenen sosyalizmin temel hedefi ve amacı: kapitalizmi yok etmek; kapitalist sınıfın egemenliğine ve sömürüsüne son vermek; özel mülkiyeti ortadan kaldırmak; bunun yerine ortak mülkiyeti tesis etmek ve üretim araçlarını toplumsallaştırmak ilkesi üzerine kurulu olan sosyalist bir toplum inşa etmektir.

Ne var ki, sosyalizm zaman içinde başlangıçtaki bu radikal düşüncelerinden ve bir ihtilalle iktidara gelmek fikrinden vazgeçmiş, seçimle ve demokratik yolla iktidarı elde etme çizgisine gelmiştir.

Sosyalizmin başlangıçtaki radikal fikirlerinden ve sosyal bir ihtilalle iktidara gelmek fikrinden vazgeçmesi gerektiğini savunanların başında, Lenin’in “revizyonistlikle” suçladığı sosyal demokrasinin kurucu babası olan Eduard Bernstein ile yine Lenin’in “dönek” damgasını vurduğu Karl Kautsky gelir.  

Rafine bir entelektüel ve sıkı bir komünist olan Karl Kautsky, işçi sınıfının örgütlenmesinde ve mücadelesinde, Birinci Enternasyonal’in merkezi iradeci tutumu sonucu gelen 1871 Paris Komünü yenilgisini, bu yenilgi sonrasında Birinci Enternasyonal’in, uluslararası düzeyde parçalanıp dağılmasını görmüş ve yaşamış, gördüğü ve yaşadığı bu deneyim sonrasında, kendi dönemindeki sosyalist/komünist düşüncenin ve hareketin, demokrasiyle bağlarını koparmaması gerektiği üzerine kurduğu bir siyaset anlayışı geliştirmiştir.

Bu çerçevede kaleme aldığı yazılarında Kautsky; “sosyalizm ile demokrasi, biri amaç ve diğeri araç olarak birbirinden ayırt edilemez. Her ikisi de aynı amaca yarayan araçlardır. O nedenle, demokrasi olmadan sosyalizmi proletaryanın kurtuluşu için bir araç olarak düşünmek imkansızdır…Esasen bizim yönümüzden sosyalizm, ayrılmaz bir şekilde demokrasiye bağlı ve ona mündemiçtir, zira demokrasisiz sosyalizm olmaz…” (Karl Kautsky, Çeviren Vedat Ahsen Coşar – Sosyal Devrim/İhtilal 1902, Dorlion Yayınları, 2022) ifadelerine yer vermiş ve bu konudaki düşüncelerini “…Ben, demokrasiyi gereksiz gören ya da kooperatiflerin, sendikaların, sosyal demokrasinin belediyelere ve parlamentolara girmesinin ya da reformların elde edilmesinin değersiz olduğu şeklinde düşünen birisi olarak anlaşılmak istemiyorum. Esasen bundan daha yanlış anlaşılan bir şey de olamaz. Aksine, bütün bunlar proletarya için ölçülemez değerdedir. Bunlar, sadece bir devrimden/ihtilalden kaçınmanın araçları olarak önemsizdirler…Demokrasi yoluyla elde edilen siyasi kazanımlar ile demokrasinin kazandırdığı özgürlüklerin ve hakların uygulanması da küçümsenecek bir şey değildir… Demokrasi, aynı zamanda proletaryayı sosyal devrim/ihtilal için olgunlaştırmanın bir aracı olarak da vazgeçilmezdir. Ama demokrasi bu devrimi/ihtilali engellemeye muktedir değildir. Organizma için ışık ve hava neyse, proletarya için de demokrasi odur; o nedenle, proletarya bunlar olmadan güçlerini geliştiremez. Ne var ki, bir sınıfın büyümesini gözlemlemekle, o sınıfın rakibinin eşzamanlı olarak büyümesini göremeyecek kadar da bu konuyla meşgul olmamalıyız. Proletaryanın gücüyle aynı anda örgütlenmesine ve siyasi ve ekonomik güçleri artan sermayenin gelişmesine demokrasi engel değildir…” şeklinde ifade etmiştir. (Karl Kautsky, Çeviren Vedat Ahsen Coşar – Sosyal Devrim/İhtilal 1902, Dorlion Yayınları, 2022)

Kautsky, bu görüş ve düşünceleriyle, bir yandan “en ünlü revizyonist” olarak adlandırılan Eduard Bernstein’in “teorinin pratiğe uydurulması” şeklindeki görüşüne karşı mücadele etmiş, diğer yandan ise “sol anarko sendikalizme ve siyasal mücadeleyi sadece şiddete endeksleyen ihtilalci yaklaşıma” karşı çıkmıştır.

Zaman Kautsky’i haklı çıkarmış, şiddet ve ihtilal yoluyla iktidara gelme fikrini ve hedefini terk eden, iktidara gelmek için seçimi ve demokratik yolları tercih eden sosyal demokrat ve sosyalist partiler, İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da, İsveç’te, Şili’de ve başkaca ülkelerde demokratik yollarla, bu bağlamda seçimle iktidara gelmişlerdir.      

Sosyalizmin temel argümanları; topluluk, kardeşlik/yoldaşlık, sosyal eşitlik, ihtiyaç, sosyal sınıf, ortak mülkiyettir. (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 72, 73, 74) 

Sosyalizmin odağında yer alan topluluk fikri, insanın sosyal bir varlık olması, toplum içinde ve başka insanlarla birlikte yaşamak ihtiyacında bulunması ve esasen bir toplum içinde ve başka insanlarla birlikte yaşadığı fikrine dayanır. Bu olgu, İngiliz şair John Donne’nin “hiçbir insan tek başına bir ada değildir; herkes Kıta’nın bir kısmı ve anakaranın bir parçasıdır” (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 72) şeklindeki dizelerinin yanı sıra  bizim büyük şairimiz Nazım Hikmet’in “…Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…” şeklindeki dizeleriyle ifade edilmiştir.

Gerek Donne’nin gerekse Nazım Hikmet’in dizeleri çok açık bir şekilde, bireysel kimliğin sosyal ilişkiyle, sosyal gruplara ve kolektif organlara katılmakla mümkün olduğunu ve ancak bu şekilde kazanılacağını içermekte ve bunu ifade etmektedir.

Nitekim Nazım Hikmet’in az yukarıda yer verdiğimiz dizesinde vurgu yaptığı “kardeşçesine” sözcüğü, sosyalizmin tüm insanları kapsayan kardeşlik, yoldaşlık fikrine yaptığı bir göndermedir. Bu gönderme başkalarıyla paylaşılan ortak insanlık hissinin ve değerinin şiirsel bir ifadesidir. İnsani bir paylaşımı, insani bir ortaklığı ifade eden bu vurgu, yine Nazım Hikmet’in “Severmişim Meğer” isimli şiirinde yer alan “…üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar, yıldızları hatırladım, severmişim meğer, ister aşağıdan yukarıya seyredip onları şaşıp kalayım, ister uçayım yanı başlarında…” ve “Kozmosun Kardeşliği Adına” isimli şiirindeki “…Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber…” şeklindeki dizelerinde tekrarlanır.

Sosyalizmin merkezi değeri olan eşitlik fikri, insanların hem ahlaki eşitliği ile sosyal eşitliğine ve hem de fırsat eşitliğine tekabül eden gelir eşitliği ile hukuki ve siyasi haklardaki eşitliği ifade eder.

Sosyalizmin ihtiyaç argümanı, maddi menfaatlerin sadece çalışma veya liyakat temelinde değil, ihtiyaç temelinde dağıtılması düşüncesini ve inancını yansıtır. Bu ilkenin klasik formülasyonu Marx’ın “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” şeklindeki komünist dağıtım ilkesiyle ifade edilmiştir. (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 73) 

Sınıf politikasına, yani toplumlarda sınıfların ve sınıf farklılıklarının olduğu, bir sınıfın, yani kapitalist sınıfın işçi sınıfını sömürdüğü fikrine dayanan sosyalizm, o nedenle, sınıf fikrine karşıdır ve sınıfsız bir toplumdan yanadır. Sosyalizme göre, bu konudaki mücadelenin öncüsü, sosyal, siyasal ve ekonomik değişimin itici gücü ve sosyal ihtilalin aktörü işçi sınıfıdır.

Sosyalizme göre gerek genel anlamda mülkiyetin varlığı gerekse üretim araçlarının mülkiyeti, bir sınıfın, yani kapitalist sınıfın diğer bir sınıfı, yani işçi sınıfını sömürmesinin aracıdır. O nedenle, sosyalizm özel mülkiyete, üretim araçlarının mülkiyetinin bir sınıfın, yani kapitalist sınıfın elinde ve tekelinde olmasına karşıdır. Sosyalistlere göre özel mülkiyet, beraberinde bencilliği, aç gözlülüğü, sosyal ve ekonomik bölünmeleri getirir ve bunu teşvik eder.   (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 73, 74)

Bir başka ideoloji olan Marksizm’in kurucu babası Alman iktisatçı, sosyolog, felsefeci ve düşünür Karl Marx’tır. Karl Marx bir burjuva ailesinin mensubudur. O nedenle, Marx ve Marksizm, her ne kadar burjuvaziyi reddetmiş ise de aslında bir burjuva ürünüdür.

Değişim anlayışı ve ilkesi üzerine kurulu olan Marksizm, kısaca özgün bir siyasal felsefi akım, tarihin diyalektik ve materyalist yorumuna dayanan ekonomik ve sosyal bir dünya görüşüdür.

Kuşkusuz değişim olgusunu ilk keşfeden ve ifade eden Marx değildir. “Aynı ırmakta iki kez yıkanamazsın, zira su akar gider,” diyen Heraklit’de, “Her merhaba yeni bir vedanın başlangıcıdır, hayatta hiçbir şey kalıcı değildir” diyen Buddha’da, “Dün ile beraber gitti cancağızım ne varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” diyen Mevlana’da değişime işaret etmişlerdir.

Ama değişimi bir felsefe haline getiren, değişimin felsefesini yapan Karl Marx’dır. O nedenle, değişim fikrine ve ilkesine dayanan Marksizm, bu yönüyle ve bir teori olarak sosyal, siyasal, ekonomik ve felsefi yönden bir bütünlük içerir. Bu bağlamda, Marksizm, kısaca ideolojik alanda esas olarak sınıf mücadelesini, bu mücadelenin başarılı olması durumunda proletarya diktatörlüğünü, sonrasında ise sosyal, siyasal, ekonomik eşitlik ve özgürlük dünyası olarak nitelenen komünizme varılacağını öngörür.

Marksizm’in ve Marksist felsefenin temel unsurları; tarihsel materyalizm, diyalektik materyalizm, yabancılaşma, sınıf çatışması, artı/artık değer, proletarya diktatörlüğü ve komünizmdir. (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 75, 76)

Tarihsel materyalizm, tarihin materyalist bir bakış açısıyla incelenmesidir. Bu inceleme yöntemi aracılığıyla, toplumun gelişmesinin tarihçesi, bu gelişmenin dinamikleri, üretim ilişkilerinin sosyal yapı içindeki değişiklikleri anlaşılmaya çalışılır. Marx’a göre, bir üst yapı kurumu olan ekonomi ile onun ürünleri olan üretim ilişkileri, toplumsal iş bölümü ve mülkiyet birer alt yapı kurumu olan kültürü, ideolojiyi, siyasi kurumları ve yönetim biçimini belirler.

Metodolojik açıdan Marksizm’in dayanağı, Marksist felsefi düşüncenin tanımlamasını içeren ve bilimsel bir yöntem olarak sunulan diyalektik materyalizmdir. Diyalektiği Hegel’den tevarüs eden Marx, kendi deyimiyle Hegel’de baş aşağı duran diyalektiği ayakları üzerine oturtmuştur. Marx’a göre, toplumsal değişim ile dönüşümün itici gücü diyalektiktir. Bu bağlamda, diyalektik materyalizme bağlı olarak gelişen değişimle birlikte, insanlık, daha ileri bir toplum yapısına doğru evrilmiş, ilkel toplumun yerini köleci toplum, köleci toplumun yerini feodal toplum, feodal toplumun yerini kapitalist toplum almıştır. Bu trende bağlı olarak kapitalist toplumun yerini sosyalist toplum, sosyalist toplumun yerini de komünist toplum alacak, bunu da işçi sınıfı gerçekleştirecektir. İşçi sınıfı iktidarının kuracağı proletarya diktatörlüğü daha sonra kendisini ve devleti sönümlendirecek ve böylece sınıfsız ve devletsiz bir toplum oluşacaktır.

Ne var ki, Marx’ın işçi sınıfı iktidarının kuracağı proletarya iktidarının daha sonra kendisini ve devleti sönümlendireceği ve böylece sınıfsız ve devletsiz bir toplum oluşacağı şeklindeki fikri, öngörüsü ve argümanı, değerli bir sosyolog ve iktisatçı olan Joseph A.Schumpeter’e göre, “…gerçekte yapılacak bir şey olmamasının veya sosyal sınıfların bulunmamasının, sosyalizmi bir tür ilkel gruplar dışında sınıfsız bir toplum şeklinde tanımlamanın mümkün olan sadece bir yoludur. Bu zekice totoloji, Marx’ın sınıfları, kapitalizmi ve üretim araçlarının özel mülkiyetini bir başka şekilde tanımlamasının mümkün olmaması nedeniyle seçtiği bir yoldur…” (Joseph A.Schumpeter, Çeviren Vedat Ahsen Coşar, “Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi”, sayfa 46, Dorlion Yayınları – 2021)

Marx, tarihin tekerleğinin ileriye doğru döndüğüne, bu dönüşe ve ilerleyişe bağlı olarak nasıl geçmişte ilkel komünal toplumdan köleci topluma, köleci toplumdan feodal topluma, feodal toplumdan kapitalist topluma geçildi ise, bir gün kapitalizmin de bir dizi üretim krizine bağlı olarak çökeceğine ve kapitalizmin yerine işçi sınıfının bilimi olan sosyalizmin ve dolayısıyla proletarya diktatörlüğünün ve komünizmin geleceğine inanır.

Marx’ın tezine göre, proletarya diktatörlüğü geldiğinde ve komünist toplum tam olarak kurulduğunda, sınıf çatışması sona erecek, proletarya diktatörlüğü ve devlet sönümlenecek, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve ortak mülkiyetin tesisi ile meta üretimin yerini gerçek beşeri ihtiyaçların tatminine ve karşılanmasına yönelik üretim süreci alacak ve bu suretle her bir bireyin özgür bir şekilde gelişmesi ve kendisini gerçekleştirmesi sağlanacaktır. Özetle Marksizm’in diyalektik ve tarihsel materyalizm kurgusu budur ve bu şekilde işler.

Yabancılaşma kavramı, Marx’ın erken dönem yazılarında yer alan ve Marksizm için merkezi değerde ve önemde olan bir kavramdır. Bu kavram, bir kişiliksizleştirme durumunu ve sürecini, buna bağlı olarak insanın kendi gerçek ve asıl tabiatından ayrılması ve kopmasıyla kendisine yabancılaşmasını ifade eder.  (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 75) Marx’a göre, yabancılaşma kavramı, insanın doğadan kaçması, kendisine kültürel ve sosyal alanda bir başka doğa kurması anlamına geldiği gibi, kapitalist pazarın ve kapitalist toplum sistemin, insanı kendisine, kendi çevresine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaştırması anlamına da gelir ve yabancılaşmanın bu türü kapitalizmin yarattığı meta fetişizminin bir sonucudur,

Marx’a göre artı/artık değer, “… kapitalistlerin/işverenlerin, potansiyel hizmet stokunu bir kez elde ettikten sonra, o stoku veya potansiyel stoku üretmek için işçiyi gerekenden daha fazla saat çalıştırarak ve ödedikleri ücretten daha fazla bir fiili çalışma saatini dayatarak ortaya çıkan ürünleri, üretime katılan adam saatlerle orantılı bir fiyat üzerinden satmak suretiyle iki değer arasındaki farkı, kapitalist piyasaların mekanizması gereği ceplerine atmalarıdır ve bu fark artı/artık değerdir. Artı/artık değerin oranı (sömürü oranı) ise, artı/artık değer ile değişen sermaye (ücret) arasındaki orandır.” (Joseph Schumpeter, Çeviren Vedat Ahsen Coşar,  “Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi”, Dorlion Yayınları, 2021)   

Ne var ki, liberalizmin ve muhafazakarlığın kendi içinde ayrışması ve türevlerinin oluşması gibi, komünizmde zamanla kendi içinde ayrışmış ve biri Ortodoks Komünizm, diğeri Modern Marksizm olmak üzere iki ayrı tür ortaya çıkmıştır.

Ortodoks Komünizm, Marksizm’in ilk uygulaması olan Sovyet Komünizmine verilen isimdir. Büyük ölçüde Lenin’e ve Stalin’e ve onların uygulamalarına bağlı olan komünizmin bu türü, Bolşeviklerin Rusya’da iktidara gelmesi ile başlamıştır. Lenin’in döneminde proletarya diktatörlüğüne geçiş programı daha yumuşak ve tedrici bir şekilde uygulanmış iken, Stalin’in iktidara gelmesiyle proletarya iktidarı Sovyet Komünist Partisi’nin diktatörlüğüne dönüşmüş, bu partinin ve partinin başında olan Stalin’in despotik uygulamalarıyla tüm toplum ve kaynaklar devletin kontrolüne geçmiş, tarım kolektifleştirilmiş, ekonomide merkezi bir planlama sistemi uygulanmaya başlamış, Stalin’in şahsında bir kült/tapınma yaratılmış, siyasi alanda tasfiyeler yapılmış, bu bağlamda, akşam kahraman olarak yatan ertesi gün vatan haini ilan edilmiş, Stalin’e muhalif olanların bir kısmı ezilmiş, bir kısmı öldürülmüş, ülkede tam anlamıyla totaliter bir diktatörlük rejimi tesis edilmiştir.    

Bu sürecin ve Ortodoks Komünizmin daha iyi anlaşılması için, aşağıda Stalin’in ölümünden sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri ve bu sürecin canlı tanığı olan Nikita Kruşçev’in 25 Şubat 1956 tarihinde, Sovyet Komünist Partisi’nin 20.Kongresi’nde yaptığı ders niteliğindeki konuşmayı sunuyoruz. Kruşçev, bu konuşmasında şunları söylüyor:

“… Stalin’in icraatını partinin ve ülkenin geldiği nokta açısından değerlendirecek olursak, bir an durup Stalin’in günahlarını düşünecek olursak, Lenin’in endişelenmekte ve korkmakta haklı olduğu sonucuna varırız. Stalin’in, Lenin’in sağlığında daha yeni yeni kendini göstermekte olan olumsuz özellikleri, sonraki yıllarda daha da artmış, Stalin elindeki iktidarı çok tehlikeli bir şekilde kullanmaya başlamış, bu da partimize çok büyük zararlar vermiştir. Bu konuyu ciddiyetle ele alıp doğru tahlil etmeliyiz ki, Stalin’in sağlığında gerçekleşenlerin bir daha hiçbir şekilde tekrarlanmaması için her türlü önlemi alabilelim. O, liderlikte ve çalışmada ortaklık ile işbirliğine asla tahammül göstermemiş, sadece kendisine karşı çıkanlara değil, kaprisli ve despot karakterine göre kendi anlayışına aykırı görünen her şeye karşı acımasızca şiddet uygulamıştır. Stalin, insanlara karşı ikna, açıklama, sabırlı işbirliği yöntemlerini tercih etmemiş, kendi anlayışını dayatmış, kendi fikrine mutlak olarak itaat edilmesini talep etmiştir. Onun fikrine ve kararına karşı çıkan, kendi fikrini, kendi görüşünü ileri süren herkes bulunduğu mevkiden uzaklaştırılmış, dahası maddi ve manevi olarak yok olmaya mahkum edilmiştir…’Halk düşmanı’ kavramı Stalin tarafından icat edilmiştir… Bu kavram, şu ya da bu biçimde Stalin’le uyuşmazlığa düşen, sadece düşmanca niyetler beslediğinden kuşkulanılan, adı kötüye çıkmış veya çıkarılmış olan herkese karşı, her türlü yasallık çiğnenerek en zalim şekilde uygulanmıştır. Bu kavram her türlü ideolojik çatışma ve tartışma zeminini ortadan kaldırmış, gündelik hayatla ilgili her konuda görüş bildirmek olanağını yok etmiştir. Uygulamada bu konuda kullanılan tek suç kanıtı, günümüz hukuk biliminin bütün normlarına aykırı biçimde, bizzat suçlanan kişinin üzerinde uygulanan fiziki baskı ve işkence sonucu elde edilen itirafıydı… Stalin’in büyüklük manisinin nelere yol açtığını hep birlikte gördük ve yaşadık. Gerçeği görme ve algılama yeteneğini tümüyle yitirmişti o; kuşkuculuğunu ve kendini beğenmişliğini, sadece ülkemizdeki insanlarla olan ilişkilerinde değil, bütün partiler ve başkaca uluslarla ilişkilerinde de ortaya koyuyordu… Kişi kültü meselesini bütün ciddiyetiyle düşünmeliyiz… Kişi kültünü, bir daha asla kurulmayacak şekilde, kesin olarak yıkmak zorundayız. Hem ideolojik ve teorik hem de pratik çalışmalardan kişi kültüyle ilgili sonuçlar çıkarmamız gerekiyor… Marksizm-Leninizm’e aykırı olan, parti liderliğinin ilkeleriyle, parti hayatının normlarıyla bağdaşmayan kişi kültünü, Bolşevik ruha uygun olarak mahkum etmek ve ortadan kaldırmak, bu uygulamayı şu ya da bu şekilde geri getirme yönündeki bütün çabalara karşı bıkıp usanmadan mücadele etmek zorundayız…

Sonuç! Sonuç, Troçki’nin çok farklı bir bağlamda söylediği gibi “Ortodoks Komünizmin”, yani Sovyet Komünizminin “tarihin çöp sepetine” gönderilmesi olmuştur. (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 78)

Esasen kaba bir köylü olan, hiçbir entelektüel ve rafine yönü olmayan, kendi iktidarını sürdürmek ve sağlamlaştırmak için bütün siyasi rakiplerini sürgüne göndermek veya öldürmek yolu ile tasfiye eden Stalin’in önce sürgüne gönderdiği, daha sonra ise öldürttüğü Troçki’ye göre Stalin nefret dolu bir adamdır ve “nefret de durdurulamaz ve tedavi edilemez bir hastalıktır.” (Leonardo Padura, “Köpekleri Seven Adam”, Bilgi Yayınevi, 2021, sayfa 42)

Bu noktada üzerinde – artık bir faydası yok ise de – düşünülmesi gereken husus, benim de uzun yıllardır üzerinde durduğum ve kendime sorduğum bir husus olan, hasta ve faşist ruhlu Stalin değilde, entelektüel bir insan olan Troçki eğer Sovetler Birliği’nin başında olsa idi, Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin kaderi daha farklı olabilir miydi sorususudur.

Gerek felsefi gerekse sosyal yönden farklı perspektifler sunan “Modern Marksizm”in en önemli figürü, Mussolini’nin uzun yıllar hapiste tuttuğu, sendikacı, yazar, düşünür ve olağanüstü bir siyaset felsefecisi olan İtalyan Marksist Antonio Gramsci’dir. Hegemonya teorisinin müellifi olan Gramsci, bu teorisiyle, kapitalizmin toplumda ve insanlar üzerinde kurduğu ekonomik baskının yanı sıra, gerek siyasal, gerekse kültürel ve felsefi yönden baskı kurduğunu ve toplumu sadece ekonomik açıdan değil, siyasal, kültürel ve felsefi açıdan da şekillendirdiğini ileri sürer.

Modern Marksizm’in bir diğer önemli ismi daha önce de düşüncelerine yer verdiğimiz Fransız Marksist Louis Althusser’dir. Althusser’e göre, ideolojik aygıtları olan ve kapitalizmin tekelinde bulunan devlet, ekonomik, siyasal, felsefi ve ideolojik araçlarla toplumu şekillendirir, üretken bir sistem olan kapitalizm, sahip olduğu bu araçlarla üretim koşullarını yeniden üretir, bu yeniden üretim, üretim güçlerinin yeniden üretimi (işgücü) ve var olan yeniden üretim ilişkilerinin yeniden üretimi ile olur. Toplum üzerindeki egemenlik, bu yeniden üretimin aynı şekilde sürdürülmesi ve işgücünün düzenin kurallarına uyması ile sağlanır.

Modern Marksizm’in üçüncü teorisyeni, Frankfurt Okulu mensubu olan Alman kökenli Amerikalı filozof, sosyolog ve siyaset felsefecisi Herbert Marcuse’dur. Marcuse’un teorisinin temeli, sanayi toplumunun ve kapitalizmin, toplumdaki bütün siyasi ve felsefi içerikteki iddia, görüş, eleştiri ve tartışmalara hoşgörü göstermemek suretiyle toplumdaki bütün sistemleri baskı ve denetim altına aldığı iddiası üzerine kuruludur. Nitekim Marcuse, “Tek Boyutlu Toplum” isimli eserinde bu konuyu inceler.

Müşterilere sorsaydım, ‘Daha hızlı bir at’ derlerdi!” Henry FORD

İCAT ÇIKARMA!

Yakıt motorları üzerinde çalışan, bu çalışmalarını 1896 yılında ‘Quadricycle’ isimli araç ile sürdüren Henry Ford, 1908 yılında Ford marka arabaların T Modelini üreterek piyasaya sürmüştür. Yani icat çıkarmıştır. Ve bunu müşterilerine sormadan yapmıştır.

Hepimizin çok iyi bildiği üzere, Türkçe’mizde ‘buluş belgesi/ihtira beratı’ anlamına gelen ‘patent’; mucitlere, yani buluş yapanlara verilen ve onlara buldukları, icat ettikleri şey üzerinde ticari kullanım hakkı sağlayan, diğer bir deyişle imtiyaz tanıyan devletçe onaylı resmi belgeye verilen isimdir.

Uygulanmasına ilk kez 15. Yüzyılda İtalya’da başlanılan patent, daha sonra dünyanın ilk yazılı anayasası olan 1787 tarihli Amerikan Anayasası’nın ‘to promote the progress of science and useful arts, by securing for limited time to authors and inventors the exclusive right to their respective writings and discoveries/yazarların ve mucitlerin eserleri ve buluşları üzerindeki özgün haklarını belirli süreyle korumak suretiyle bilimi ve faydalı eserleri geliştirmek’ şeklindeki birinci maddesinin, sekizinci fıkrasının, sekizinci bendine gelip yerleşmek suretiyle hukukun koruması altına girmiştir. Ulusal düzeydeki bu hukuki koruma, uluslararası sözleşmelerin imzalanıp yürürlüğe girmesiyle birlikte uluslararası alana taşınmıştır.

Patent Haklarının Korunması Hakkında 551 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’de yer alan ‘tekniğin bilinen durumunu aşan ve sanayiye uygulanabilen buluşlar yenidir ve bu buluşlar patent verilerek korunur’’ ifadesinden hareketle demek gerekir ki; eski dilde ‘icat’, yeni dilde ‘buluş’ dediğimiz şey, olmayan bir şeyi var etmek, var olan bir şeyin yerine daha yeni, daha işe yarar, daha kullanışlı, daha işlevsel olan bir başka şeyi koymaktır. Buna ‘yenilik’ diyorlar.

İster düşünce üretimi, isterse mal ya da hizmet üretimi alanında olsun ‘yenilik’ eski olanı, kurulu olanı yıkmak, alışılmış olanı, bilineni terk etmek ve yerine başka bir şey koymaktır. Bu tanımından bağımsız olarak demek gerekir ki, yıkmak, geleneksel bir fiildir ve hemen hepimizin yaptığı bir şeydir. Ama her yıkmak yenilik değildir. Yenilikten, yeni olandan söz edebilmek için yıktığınızın yerine daha yararlı, daha işlevsel bir şeyi koymanız, ikame etmeniz gerekir. Onun için Avusturya asıllı Amerikalı iktisatçı Joseph Schumpeter yeniliği ‘yaratıcı yıkıcılık’ olarak tanımlar.

Gelişmek, değişmek isteyen insanlar ve toplumlar yeniliklere açık olmak zorundadırlar. Ne var ki, eskinin özlendiği, arandığı, geri getirilmeye çalışıldığı toplumlarda bu pek kolay olmuyor. Hele hele ‘icat çıkarma’ ya da ‘eski köye yeni adet getirme’ atasözlerinin egemen olduğu bizim gibi arkaik ve askeri özellikleri olan toplumlarda, ne yazık ki icat da olmuyor, mucit de çıkmıyor.

Nitekim Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’nün (WIPO), 2023 yılı istatistiklerine göre: Çin 69.610 başvuruyla 2023 yılında en fazla patent yapan ülkedir. Bunu 55.678 başvuruyla ABD izlemektedir. Türkiye’nin aynı yılda yaptığı başvuru sayısı ise 1921’dir.

Oysa bugün bunları yapan ülkelerin ataları, bir zamanlar icatlara ve mucitlere neler yapmamışlardı ki!

The Economist’in 01 Ocak 2000-31 Aralık 1999 sayısında ‘The Road to Riches/Zenginliğe Giden Yol’ isimli yazıda yer verilen bilgilere göre, oralarda yapılanların kısa bir dökümü şöyledir: Floransa 1299’da bankerlerin Arapça sayıları kullanmalarını yasaklamış, 1397’de Köln Kenti Yönetimi, kentlerdeki terzilere makine kullanmamayı emretmiş, Danzig Kent Konseyi 1579’da şerit dokuma tezgahının icadından sonra bunu icat edenin boğulması talimatı vermiştir.

Onlar, nereden, nerelerden nereye ve nerelere gelmişler! Ve biz nerelerdeyiz?

Altı yüz yıllık bir dünya imparatorluğunun varisi olan, geride bıraktığımız yüzyıla Cumhuriyet ve Cumhuriyetin umut veren aydınlık devrimleriyle giren Türkiye, ne oldu da çağdaş uygarlığın bu kadar gerisinde kaldı?

Bilge Çetin Altan söylüyor nedenini: ‘aydınlanma sürecini yaşamamış, yaşasa da tam olarak sindirememiş, içselleştirmemiş toplumların en belirgin özelliği tek düzeliliktir. Öyle olduğu için bu gibi toplumlarda hafızlık, yaratıcılıktan önce gelir.’ Sokratik bir eğitimden geçmedikleri, bilimsel ve felsefi bir merak ve sağlıklı bir kuşku geliştiremedikleri için bu gibi toplumların insanları sloganlarla düşünür, hamaset ile beslenir, ezberlerle konuşur. Ne soru sormasını ne de analiz yapmasını bilir. Öyle olduğu için de toplumun dinamikleri, özü yaratıcılık olan icat yapmaya da mucit çıkarmaya da izin vermez. Öyle olunca da ‘Pozitif hedeflerin ve değerlerin yaratılamadığı bu gibi toplumlar sadece tabu üretirler. Bu gibi toplumlarda bireylerin özgürlükleri, mutlulukları kimi zaman ıskalanır, kimi zaman da kitlelerin koşullanmış öfkelerine kurban edilir. Böylesi toplumlarda farklı düşünmek, yeni değerleri, yeni görüşleri savunmak ya ayıplanır ya da yasaklanır. Dünyalı olmak yargılanır.

Bu gibi toplumlarda ne yeteri kadar mal ne yeteri kadar hizmet ve ne de yeteri kadar fikir üretilir. Mal ve hizmet üretimindeki yetersizlik, topluma enflasyon, fikir üretimindeki düşüklük ve düzeysizlik ise, entelektüel fukaralık olarak geri döner. Mallarda, hizmetlerde ve fikirlerde rekabet olmadığı için, bunların pek çoğunda kalite de yoktur.

Tıpkı bugün Türkiye’de olduğu gibi!

İyi sanatçılar kopyalar, büyük sanatçılar çalar’ diyor Picasso.  Bundan esinlenen APPLE’ın kurucusu Steve Jobs ‘Biz de parlak fikirleri çalmaktan utanmadık hiç’ diyor. Türkiye olarak biz utandık da mı parlak fikirleri çalmadık, yoksa Çin’i, Japonya’sı, Güney Kore’si, Singapur’u parlak fikirleri çalarken biz onu da mı beceremedik? Sanırım beceremedik. Bırakın çalmayı taklit dahi edemedik. Laf ürettik sadece. Slogan ürettik. Tabu ürettik. Birbirimiz yedik. Yemeye de devam ediyoruz. Jobs Mayer bir zamanlar hit olan ‘Gravity/Yer Çekimi’ isimli o güzel şarkısında ‘Yer çekimi aleyhime işliyor/Ve yer çekimi beni aşağı çekmek istiyor’ der. Yer çekimine ihtiyaç kalmadan, biz birbirimizi aşağı çektik. Çekmeye de devam ediyoruz.

Shakespeare’in ‘Beşinci Henry’ isimli eseri ‘Ah ateşten yapılmış bir ilham perisi yükselse/ Mucitliğin en aydınlık göğüne’ dileğiyle başlar. Adına ‘mucit’ denilen, ateşten giydikleri ilham perileriyle gökleri aydınlatan bu insanlar kimlerdir ve neyin nesidirler? Delidir bunların çoğu. Çılgındır, uyumsuzdur, asidir. Bu çılgınlardan, bu asilerden, bu delilerden biri olan APPLE’ın kurucusu Steve Jobs ‘Delilerin şerefine’ diye başlar konuşmasına ve deliliğe övgüsünü şu sözlerle ifade eder: ‘Uyumsuzlar, asiler, sorun çıkaranlar, kare deliklerdeki yuvarlak çivileri, dünyayı farklı görenler, kurallardan hoşlanmazlar. Ve onlar statükoya saygı duymazlar. Onlardan alıntı yapabilirsiniz, onlara katılmayabilirsiniz, onları yüceltebilir ya da kötüleyebilirsiniz. Ama onlara yapamayacağınız tek şey onları göz ardı etmektir. Çünkü onlar bir şeyleri değiştirirler. İnsan ırkının ilerlemesini sağlarlar. Kimileri onları deli olarak görse de biz onları dahi olarak görürüz. Çünkü dünyayı değiştirebileceklerini düşünecek kadar çılgın olan insanlar, bunu yapan insanlardır.

Steve Jobs konuşmasına devam eder, bu bağlamda biyografisini yazan Walter Isaacson’a şunları söyler: “(…) Sürekli yenilikçi olmaya çalışmak gerekiyor… Sürekli evrilmek, ilerlemek gerekiyor. Ben de bunu yapmaya çalıştım hep, ilerlemeyi sürdürmeye çalıştım. Yoksa Bob Dylan’ın dediği gibi, doğmakla meşgul değilsen ölmekle meşgulsündür. Peki beni motive eden neydi? Bence yaratıcı insanların çoğu, bizden önceki insanların çalışmalarından faydalanabildikleri için onlara minnettar olduklarını ifade etmek isterler. Ben kullandığım dili ya da matematiği icat etmedim. Tükettiğim besinlerin çok azını üretiyorum, giysilerimin hiçbirini ben dikmiyorum. Yaptığım her şey türümüzün diğer üyelerinin yaptıklarına ve üzerinde durduğumuz omuzlara bağlı. Ve çoğumuz türümüze bir şeyler sunarak karşılık vermek ve akıntıya bir şeyler katmak istiyoruz. Mesele bildiğimiz yolla yeni bir şeyler ifade etmeye çalışmak – çünkü biz Boby Dylan şarkıları besteleyemeyiz, Tom Stoppard piyesleri yazamayız. Sahip olduğumuz yetenekleri derin duygularımızı ifade etmekte, bizden önce insanlığa katkıda bulunmuş kişilere minnettarlığımızı göstermekte ve akıntıya bir şeyler katmakta kullanmak isteriz. Beni motive eden işte buydu.

Amerikalı fütürist/gelecek bilimci Alvin Toffler’de, benzer bir şey söyler ve şöyle der: ‘Yirmi birinci yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler olmayacak, dün öğrendiklerini, ezberlediklerini unutup yeni şeyleri öğrenmeyenler olacak.

Mucitleri motive eden, onları insanlığa hizmet etmeye sevk eden ‘akıntıya bir şeyler katmak’ ve ‘daha önce öğrendiklerini, ezberlediklerini unutup yeni şeyler öğrenmek’ arzusudur elbette. Ama bilgi olmadan akıntıya bir şey veya bir şeyler katmak ve yeni şeyler öğrenmek mümkün değildir. Zira teknolojiyi teşvik eden de, yöneten de bilgidir, bilimsel bilgidir. Bir kere var oldu mu, bir daha yok olmayan, hiç bitmeyen, aksine daha da artan, kümülatif/birikimsel olan ve günümüzde bir sermaye aracı haline gelen bilgidir. Matematiğin ve mekaniğin işbirliğiyle, yani bilgilerin bir araya gelmesiyle birlikte anlamanın, kavramanın ve uygulamanın birleşmesidir. Büyük buluşları yaratan da, Aydınlanmayı ve Sanayi Devrimini getiren de bu birleşmedir.

ANILARIMDAN BİR SAYFA: KÜBA BÜYÜK ELÇİLİĞİ İLE KÜBA ANAYASASI ÜZERİNE ORTAK ETKİNLİK –

“956’nın Kasımında Fidel de içlerinde 82 kişi Granma Gemisinden denize indi. 956’nın Kasımında Küba kıyılarına sokulan Granma gemisinden denize inip yarı bellerine kadar suya gömülü ve silahlarını başlarının üstüne tutarak ve ansızın ve bir anda açılan top ve mitralyöz ateşi altında karaya çıkıp ve karanlıkları polis köpekleri gibi koklayan araştıran ışıldaklardan sakınarak ve sarıldınız teslim olun seslerini ve iri kurbağaları çiğneyip bataklıklara ve şeker kamışı tarlalarına dalarak ve palmiyelerle hindistancevizi ağaçlarının ardı sıra tepeleri tırmananlar Sierra dağında buluştu. Fidel de içlerinde 82’nin 12’si sağ kalmıştı. Fidel de içlerinde 12 kişiydiler. 56’nın Kasımında Fidel de içlerinde 150 kişiydiler. Aralığında 56’nın Fidel de içlerinde 500 kişiydiler. Şubatında 57’nin Fidel de içlerinde 1000 oldular, 5000 oldular Fidel de içlerinde. Fidel de içlerinde bir milyon yüz milyon bütün insanlık oldular, yıktılar Batista’yı 959’un Ocağında ve elli binlik orduyu ve şekerkamışı milyonerlerini, yerlisini de, Yankisini de ve tütün ve kahve milyonerlerinin yerlisini, de Yankisini de ve kışlaları ve önlerinde cesetler çürüyen karakolları ve eroin toptancılarını ve kumarhaneleri ve Birleşik Amerika Devletleri hava deniz ve kara kuvvetlerini ve Birleşik Amerika Devletleri dolarını ve Küba’nın havasında ağır çiçek kokularına karışık leş kokusu dağıldı, yani Birleşik Amerika Devletleri kokusu…”

Bu dizeler Nazım Hikmet’e ait. 1961 yılının Mayıs ayında Küba’ya ilk gittiğinde yazmış bu dizeleri. Şiirin ismi ‘Havana Röportajı.’ Ne alaka diyeceksiniz. Alakası şu; Türkiye’de akademik düzeyde anayasa kavramı ve kurumu üzerine çalışanlar dışında kalanlar genellikle Batı Anayasalarıyla ilgilidirler. Bunu anayasalar üzerinde çalışma yapan kurum ve kuruluşlar için de söylemek mümkündür. Türkiye’de kurumlar ve kuruluşlar düzeyinde Batı Anayasaları dışında bir başka anayasayı, örneğin Küba Anayasası üzerine etkinlik düzenleyen ilk kurum Ankara Barosu olarak biz olduk. Anılarımın bu bölümüne Nazım Hikmet’in ‘Havana Röportajı’ isimli şiiriyle başlamamın nedeni budur.

Nereden veya nasıl aklımıza geldi de yaptık bu etkinliği? Anlatayım. 2008 yılının Şubat ayında o tarihlerde Küba’nın Ankara Büyükelçisi olan Ernesto Gomez Abascal beni ziyarete geldi. Yanında Küba Dostluk Derneği Başkanı Jose Marti de vardı. Büyükelçi Abascal Küba Anayasası’nın Ankara Barosu avukatlarına tanıtılmasıyla ilgili olarak ortak bir etkinlik yapma önerisinde bulundu. Öneri bana ve yönetim kurulu üyesi arkadaşlarıma da çekici geldi. Anayasa hukukuyla amatör düzeyde de olsa ilgilenen bir kişi olarak, Küba Anayasası hakkında benim de herhangi bir bilgim yoktu. Etkinliğin 13 Mart 2008 tarihinde yapılmasını kararlaştırdık. Etkinliğe katılanlara Küba Dostluk Derneği tarafından Türkçeye çevrilen Küba Anayasası’nı dağıttık. Etkinlik kapsamına Küba müziğinden oluşan bir dinleti koyduk. Yine katılanlara Nazım Hikmet’in kendisinin okuduğu Havana Röportajı isimli şiirin fon oluşturduğu bir film izlettik. İstanbul Barosu avukatlarından Ayhan Erdoğan’ın da konuşmacı olarak katıldığı panelin açılışında Ankara Barosu’nun o tarihteki başkanı olan ben aşağıdaki konuşmayı yaptım;

(…)

‘… Biz daha ziyade Batı Anayasalarıyla ilgiliyiz, oysa dünyada sosyalist ülkeler de vardır, bu ülkelerin içerisinde elbette en önemlilerinden bir tanesi Küba’dır. Küba Anayasa’sını tanımak anayasa ile ilgili tartışmaların, yeni birtakım çalışmaların yapıldığı ülkemizde belki bize bir başka açı kazandırabilir. Bu bir yana, hukukçu olarak, entelektüel olarak, siyasetle ilgili kişiler olarak dünya anayasaları hakkında herhalde bilgi sahibi olmak, fikir sahibi olmak zorundayız.

Havana Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu olan ve bir süre avukatlık da yapan Küba’nın karizmatik lideri Fidel Castro’nun, içlerinde Ernesto Che Guevara’nın da bulunduğu 12 arkadaşıyla birlikte meşruluğunu yitirmiş, yolsuzluklara bulaşmış, baskıcı Batista yönetimini devirmek için başlattığı mücadele 1959 yılı başında başarıya ulaşmıştır. Böylece kurulan bağımsız ve egemen sosyalist Küba İşçi Devleti, Sovyetler Birliği’nin dağılmasına, diğer bütün sosyalist ülkelerin rejim değişikliği yaparak Batı bloğuna katılmalarına, Amerika Birleşik Devleti yönetimlerinin başarısızlıkla sonuçlanan Domuzlar Körfezi çıkarması, deniz ablukası gibi Castro rejimini devirmek için yaptığı tüm askeri, siyasi ve ekonomik baskı ve ambargolara rağmen günümüze kadar dimdik ayakta kalmıştır.

“sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin / işin kolayına kaçmadan ama / gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil / ne de ak örtüde elmaların / ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolaşan kırmızı balığınkini / sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin / 1961 yazı ortalarındaki Küba’nın resmini yapabilir misin / çok şükür çok şükür bugünü de gördüm, ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat / yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin …”

Nazım Hikmet’in bu güzel dizelerinde ifade ettiği gibi Küba Devrimi, benim ve benim kuşağım için “Abidin’den yapmasını istediğimiz mutluluğun resmiydi.” Biz ve bizim gibi düşünenler için o mutluluktan geriye sadece hüzün kaldı. Oysaki mutluluğun resminin yapılmasını istediğimiz o yıllar, Marksist gelenekten gelen, bu öğretiyle yetişmiş, buna inanmış pek çok kişi gibi, benim de, tarihi engelsiz bir ilerleme olarak gördüğüm yıllardı. O yıllar, solun umutlarının daha henüz ihanete uğramadığı yıllardı. O yıllar, dünyanın biçim verilebilirliğine olan aşırı ve içten inancı yüzünden solun henüz bedel ödemediği yıllardı. O yıllar, bilimsel bir umutla bin yılcılığın o bilinen karışımı, dünyanın yeni baştan kurulabileceği ve insanların da temelde biçim verilebilir ve hatta mükemmelleştirilebilir oldukları inancıyla yoğrulduğumuz yıllardı. Ama o yıllar artık geride kaldı. Dünya değişti, çok değişti. Biz de değiştik. Kuşkusuz Küba’da değişti, değişiyor, daha da değişecek. Ama bugün için değişmeyen bir gerçek var; bir teselli var; o da, sosyalist bir ülke olarak Küba’nın varlığını sürdürüyor, şairin dediği gibi “Baki kalan bu kubbede hoş bir seda olarak” varlığını koruyor olmasıdır.

Belirsizlik, değişimin sonucudur. Geçmişte, özellikle Marksist gelenekte değişim, kestirebilme, öngörebilme, kesinlik ve ilerleme ile birlikte düşünülürdü. Dünyanın dönüşümü, araçlar ve amaçlar bilinebilir, öngörülebilir, kavranabilirdi. Geride bıraktığımız yirminci yüzyılın deneyimlerinin ardından, bugün hangi belli aracın, hangi belli sonuca yol açacağından ya da bugünün çözümünün yarının sorunu olup olmayacağından emin olmak artık eskisi kadar pek kolay değil. Zira Marks’ın “değişmeyen tek şey değişimdir” dediği değişim, artık düz bir çizgide ilerlemiyor, zikzaklar çiziyor, sıçramalarla bazen ileri, bazen de geri gidiyor. Ama öyle de olsa, Nietzsche’den bu yana yankılanan, tarihin sonunun geldiğine ve büyük dönüşümlerin artık geçmişte kaldıklarına inanmayı zorlayan popüler kültüre çok da fazla itibar etmemek gerekir. Zira gelecekte neyin ne olacağı, nasıl olacağı pek o kadar kesin ve çok belli değildir. “Socialism For A Sceptical Age/Bir Kuşku Çağı İçin Sosyalizm” isimli eserinde. R. Miliband’ın ifade ettiği üzere; “kapitalizmin tamamen dönüştüğü ve insanoğlunun ulaşabileceği en iyi ideolojiyi temsil ettiği düşüncesi, insan ırkının üzerindeki korkunç bir lekedir.”

O nedenle, kapitalizm karşıtı bir tasarım olarak sosyalizmin, sadece beşeri gelişmenin piyasa bireyciliğinin ötesine geçebileceğinin hatırlatıcısı olarak hizmet ettiği için varlığını sürdürmesi kaçınılmaz gibi görünüyor olsa da,, bir gün bir şeylerin değişmesi, bazı düşüncelerin, tercihlerin geri dönmesi de pekâlâ olasıdır. Bu da herhalde kapitalizmin, iktisadi hayatın uluslarüstü niteliğinin artmasına, yani küreselleşmesine bağlı olarak kendini dönüştürmesinde olduğu gibi; sosyalizmin de küresel sömürü ve eşitsizliğin eleştirisine dönüştürülen bir süreçle birlikte mümkün olacak olmasıdır. Ama bu aşamada görünen o ki, varlığını sürdürecek ve belki de geri dönecek olan sosyalizm; Sovyetler Birliği’nin bürokratik otoriteryanizmi değil, Leninizm’den, Stalinizm’den ve Marks’ın iktisadi determinizminden soyutlanarak yeniden yorumlanacak olan Marks’ın hümanist yorumu olacaktır. Louis Althusser’in değişiyle Marks’ın “masum okunması” durumunda, Marksizm’in özü ve içeriği böyle bir yoruma uygundur.

Nitekim hünümüzden yaklaşık 200 yıl önce doğup yaşayan Alexis de Tocquevile; “Sanki yeniymiş gibi dünyayı hep büyüleyerek ve şaşırtarak ve insanoğlunun doğurganlığına değil de, insanların unutkanlığına tanıklık ederek, bu kadar çok ahlak ve politika sisteminin birbiri ardına bulunması, unutulması, yeniden keşfedilmesi, kısa bir süre sonra yeniden ortaya çıkmak üzere, tekrar unutulması inanılır gibi değil.” derken esasen buna işaret etmektedir.

Sözlerime, tüm insanların birbirlerine arkadaş, dost, kardeş, anne, baba gibi genel insanlık bağları ile bağlı olduğunu anlatan İngiliz metafizikçi şair John Donne’un şiiriyle son vereceğim:

“Hiç kimse bir adanın tamamı değildir;/Her insan kıtanın, esasın bir parçasıdır;/Bir kimsenin ölümü beni hüzünlendirir,/ Zira ben insanoğlunun bir üyesiyim/ Ve bu yüzden çanın kimin için çaldığını asla söyleme;/ O çan senin için çalıyor.”

Biz yönetilenlerin, ayrı ayrı ülkelerde yaşayan insanların, dünya yurttaşlarının bu duyguları paylaşmaması mümkün mü? Elbette değil. Yeter ki Pierre Bourdieu’nun, Marks’ın meşhur bir ifadesinden hareketle dediği gibi; “öyle bir toplum hayal edin ki, içinde politikacılar değil, başka etkinlikler yanında politikayla da ilgilenen insanlar olsun.”

(…)

Benden sonra kürsüye gelen Küba Büyükelçisi Abascal yaptığı konuşmayla etkinliğe zenginlik kattı. Abascal ilgi çekici konuşmasında şunları söyledi;

(…)

‘Öncelikli olarak Ankara Barosu Başkanına çok teşekkür etmek istiyorum. Bize bugün, bu imkânı sağladığı için, sizlerle bir araya gelmemizi sağladıkları için. Ve ayrıca Küba Dostluk Derneği’ne de Küba Cumhuriyeti Anayasa’sını Türkçe olarak basımını üstlendikleri, bunu yaptıkları için çok teşekkür etmek istiyorum. Evet, ben hukukçu değilim, o yüzden çok kısaca konuşmaya çalışacağım, ama en azından ülkemin tarihini biliyorum ve Küba Anayasa’sı da elbette ülkemin tarihi ile çok alakalı bir konu. Bu Anayasamız da, şu an elimizde bulunan Anayasa da zaten tarihi bir sürecin ürünü olarak karşımıza çıkmıştır. Tabii ki, mutlaka, eleştirme, kıyaslama eğiliminde bulunuyoruz ister istemez. Buradaki Anayasa metniyle Türk Anayasası metni belki karşılaştırılabilir, yani tabii çok mantıklı bir şey bu. Ama şu uyarıda da bulunmadan geçemiyorum, tamamen farklı tarihi süreçlerden geçmiş iki ülkeyiz. Türkiye milyon yıllık tarihe sahip, çok büyük bir ülke, Küba, tarihi oldukça kısa olan bir ülke. Türkiye’nin bir imparatorluk geçmişi var, Küba’nın böyle bir deneyimi yok. Türkiye, Küba’nın 7 katı büyüklüğünde bir ülke, 73.000.000 nüfusu var Türkiye’nin, Küba’nın ise 11.000.000 nüfusu var. Yine Türkiye’nin 81 ili var, Küba’nınsa 14 eyaleti var. Tabii ülkemin siyaseti de bu tarihi nedenlerle belirlendi diyebilirim. Bizim küçük bir ada ülkesi olmamız ve Amerika Birleşik Devletleri kıyılarının çok yakınında bulunmamız da tarihimizde çok önemli bir yer tutuyor. Küba ulusu olarak kendi kimliğimizi bulmamız 19. Yüzyılın ortalarına dayanmaktadır. O dönemlerde İspanya’nın bir sömürgesiydik. Kübalıların İspanyollara karşı verdikleri bağımsızlık mücadeleleri de 1868 yılında başladı. Küba, tüm Amerika Kıtası genelinde İspanya’nın sömürgesinden kurtulan en son ülke oldu. Kıtanın genelindeki bütün ülkeler 18. Yüzyılın sonları ve 19. Yüzyılın başları itibariyle yavaş yavaş bağımsızlıklarını kazanmaya başladılar. En son Küba kaldı ve İspanya’dan bağımsızlığımızı almak için vermiş olduğumuz ulusal bağımsızlık savaşımız 1868 yılında başladı, 1898 yılında son buldu. Ve 19. yüzyılın başları itibarıyla da Amerika Birleşik Devletleri Küba’yı ele geçirme niyetinden ve kendi topraklarına dahil etme planından bahsetmeye başladı. Bu kesinlikle Küba’nın bir propagandası değildir, bunu Amerikan tarih kitaplarında da bulabilirsiniz, hatta bu fikir Amerikalı Başkan Jefferson’ın beyanları içerisinde de yer almaktadır. Yani 30 yıl boyunca Kübalılar, İspanyollara karşı bağımsızlıklarını kazanmak için savaştılar, daha sonra da Amerikalılara karşı bu bağımsızlık mücadelesini vermeye başladılar. İspanyollara karşı verilen bağımsızlık savaşı süresi içerisinde dört kez anayasa değişikliği yapıldı, dört ayrı anayasa onaylandı. O dönem tarihi öneme haiz bir dönemdir. Çünkü o dönemde bir ulusal bağımsızlık savaşı verilmekteydi. Biz bu ilk Anayasamızda, köleliği kaldırdık ve herkese özgürlük hakkı tanındık. Çünkü o dönemde hâlâ kölelik sistemi devam ettiriliyordu. Ve 1898 yılında Küba artık tam İspanyolları yenmek ve bağımsızlığına kavuşmak üzereyken Amerika Birleşik Devletleri’nin bir askeri müdahalesi oldu. Ve bu Amerikan işgalinin, askeri işgalin altında 1901 yılında bir anayasa kabul edildi. Bu Amerikan işgali ile onaylanan bir anayasaydı. Kübalılar 30 yıl boyunca ulusal bağımsızlıkları için çabaladıkları ve savaştıkları için Amerika Birleşik Devletleri’nin bu arzusunda inat etmesi pek anlamlı olmadı. Amerikalılar geri çekilmek için bazı şartlar koştular. Bu şartlardan bir tanesi de bir anayasa kanununu ve bu kanunun da mutlaka Anayasaya dahil edilmesi ve bunun geçerli olmasıydı. Ve 1901 Anayasaya giren bu metin de “Plat Kanunu” olarak bilinmekte ve bu kanun içerisinde de Amerikalılara ihtiyaç gördükleri takdirde Küba’ya müdahalede bulunabilme hakkı tanınmaktadır ve ayrıca aynı kanun çerçevesinde Amerikalılara askeri üst kurmaları için gerekli toprak teminin sağlanması öngörülmekteydi. Ne yazık ki, tüm dünyanın tanıdığı o meşhur “Guantanamo Üssünün” hikâyesi de bu zamana dayanmaktadır ve Amerikalılar hâlâ Guantanamo Üssünü illegal bir şekilde işgal etmektedirler. Bunu Kübalıların rızasını almaksızın ve Anayasasına karşı gelerek yapmaktadırlar. Ne yazık ki, burası bir askeri üsten daha ziyade bir işkence merkezi ve toplama kampına dönüştürülmüştür. 1930 ve 1933 yıllarında Küba’da, hükümete ve Amerika’nın Adadaki mevcudiyetine karşı bazı ulusal ayaklanmalar oldu. Amerikalı birlikler belki Küba’dan ayrılmışlardı ama Guantanamo Askeri Üssünde bazı birliklerini hâlâ orada muhafaza etmekteydiler ve onun dışında da Küba’nın hemen hemen tüm ekonomisi Amerikalıların elindeydi, hatta Amerikan Büyükelçisi de kimin başkan seçileceğine dair bütün konularda söz sahibiydi. 1930’lu yıllarda meydana gelen bu ulusal ayaklanma, 1930 Devrimi olarak tanımlanmaktadır. Bu ayaklanmayla da “Plat Kanunu” Anayasamızdan çıkartılabilmiştir. Ve 1940 yılında daha çok gelişmiş ve sosyal karakterde bir anayasanın onaylanması mümkün olmuştur. Aslında 19. yüzyılda Küba’da verilen devrimci mücadele ile bunun arasında gerçekten çok ciddi, çok sıkı bir bağlantı vardır ve o dönemden gelen çok bağımsızlıkçı güçlü fikirler, düşünceler baskındı ve bunlar içerisinde de fikirleri en hâkim olanlardan bir tanesi de Jose Marti’ydi. Ve tüm bu süreçlerden geçerken de bütün güçlerin birleştirilmesi ve gerçek bağımsızlığa ulaşılması için böylece tecrübelerimiz de birikerek geldi. Bu durum 1950’li yıllara kadar sürdü ve 1950’li yıllar itibariyle de Fidel Castro’nun önderliğinde ilerleyen bir ulusal ayaklanmaya kadar sürdü. Bu ayaklanma sonrasında, yolsuz siyasetçileri ile siyasi ve Amerika Birleşik Devletleri’ne bağımlılık tamamen ortadan kalktı. Yani bizim devrimimiz gerçekten, çok derin bir devrim oldu. Çünkü sistem tamamen değiştirildi. Ve o dönem itibariyle üzerinde çalışılan Anayasa da 1940 Anayasası temel olarak ele alındı ama ona farklı kanunlar eklenerek bazı değişiklikler yapıldı. Ve 1976 yılına kadar o Anayasa muhafaza edildi, 1976 yılı itibariyle Anayasamız tamamıyla değişti, farklı unsurlar eklendi ve 1976 Anayasası şeklini böylece aldı. Metin olarak baktığımız zaman da şu anda elimde tuttuğum kitabın içerisinde yer alan metinle 1976 Anayasası hemen hemen aynıdır. 1976 yılında kabul edilen Anayasa metni daha sonra birkaç değiştirmeye maruz kaldı ama tamamen halka, iktidarın halkın elinde olduğu bir değişikliğe vesile olan bu Anayasa yapıldı ve bu anayasa ülkemizde de bir halk iktidarının kurulmasını getirdi. Anayasamız sosyalist bir sisteme dayanır. Anayasamız tamamen bu ihtiyaçlara cevap veren bir anayasadır.

(…)

Küba Büyükelçisi Abaskal’ın da işaret ettiği gibi Küba Anayasası, sosyalist ilkelere dayanan bir anayasadır. Bu yönüyle özeldir, farklıdır, anayasa tarihi ve hukuku yönünden de son derece önemlidir. Küba halkının yüzde 97,7’sinin oyuyla kabul edilen Küba Anayasası’nın Birinci Maddesi; ‘Küba bağımsız egemen bir sosyalist işçi devlettir; siyasi özgürlük, sosyal adalet, bireysel ve kolektif refah ve insani dayanışma adına herkesin katılımı ile ve herkesin iyiliği için örgütlenen birleşmiş ve demokratik bir cumhuriyet olarak kurulmuştur’ hükmünü içerir. 137 maddeden oluşan Küba Anayasası’nın ikinci maddesine göre ‘Küba devletinin ismi Küba Cumhuriyetidir. Resmi dili İspanyolcadır ve başkenti Havana’dır.’ Küba Anayasası’nın ‘Devlet din özgürlüğünü tanır, saygı gösterir ve güvence altına alır. Küba Cumhuriyeti’nde dini kurumlar devletten ayrılır. Farklı inançlar ve dinler aynı saygıyı görürler’ diyen 8.maddesi hükmüne göre Küba Cumhuriyeti laik bir devlettir. Marksizm-Leninizm ve Marti’nin fikirlerinin takipçisi ve Küba ulusunun örgütlü öncüsü olan Küba Komünist Partisi, toplumun ve devletin en yüksek liderliğini temsil eder. Parti, sosyalizmin inşası ve komünist topluma doğru ilerleme hedeflerine yönelik ortak girişimleri örgütler ve yönlendirir. Halk iktidarı Ulusal Meclisi devlet iktidarının en üst organıdır ve tüm halkın egemen iradesini temsil ve ifade eder. Anayasa temel hakları kabul etmekle birlikte bunların teminatı konusunda oldukça esnek bir düzenlemeyi içerir. Mahkemeler, tüm diğer sistemlerden işlevsel olarak bağımsız şekilde kurulmuş olan bir kamu kurumları sistemi oluşturur ve yalnızca Halk iktidarı Ulusal Meclisi ile Devlet Konseyi’ne tabidirler. Yüksek Halk Mahkemesi, en önemli yargı makamıdır ve kararları nihaidir. Bu ve anayasada yer alan diğer düzenlemelere göre yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı hususu oldukça sorunludur.

SİYASET, ADALET, FELSEFE ÜZERİNE BİR DENEME –

Siyasal düşünce demek, insan ve toplum hakkında düşünmek demektir. O nedenle, siyasal düşünce tarihi esas itibariyle insan ve toplum hakkındaki düşüncelerin ve bu konu üzerine düşünen insanların görüş ve düşüncelerinin tarihidir. Bu tarihin merkezini, siyaset ve siyasallık düşüncesi oluşturur. Bu bağlamda, siyaset, hiyerarşik yapıya sahip merkezî bir toplumsal iktidarı, siyasallık ise, bu iktidarın içinde kurulduğu spesifik bir toplumsallık biçimini ifade eder. (Doğancan Özsel, Siyasal Düşünceler Tarihi Ne İşe Yarar? Birikim Yayınları)

Düşünmek ve düşünceyi sözlü veya yazılı olarak ifade etmek, insana özgü bir özellik olmakla, genel anlamda düşünceyi, özel olarak siyasal düşünceyi, siyasetin felsefesini ve siyasallık düşüncesi ile bunların ifade edilmesini, hemen her toplumda, bu bağlamda, hem Doğu hem de Batı toplumlarında ve insanlık tarihinin bütün zamanlarında görürüz. 

Siyasal düşünce ve bu düşüncenin felsefi boyutunu oluşturan siyaset felsefesi, insan için, toplum için, devlet için, siyaset için “neyin iyi” olduğunu araştırır. Buna göre, siyaset felsefesinin odağını, devletin amacının ve varlık nedeninin ne olduğu sorusu ve meselesi oluşturur.

Siyasal düşüncenin ilk kez ortaya çıktığı ve şekillendiği zaman Antik Çağ, yer ise eski Yunan polis/site devletidir. O dönemin ve polis/site devletinin önemli ve etkili düşünce akımlarının başında, Stoacılar ve Stocalık düşüncesi gelir. Temelleri Milattan Önce Üçüncü Yüzyılda Zenon tarafından atılan Stoacılık, genel anlamda özgürlükçü, determinist, panteist/evrendeki her şeyin tamamının Tanrı olduğuna inanan, akılcı, maddeci ve evrenselci bir görüştür. Bu bağlamda, Stoacılar, kozmopolitan bir görüşe, yani evrensel kardeşlik düşüncesine ve dünya vatandaşlığı anlayışına sahiptirler. Stoacılara göre, sosyal yasalar ve bireysel akıl, doğa yasalarıyla ve dolayısıyla evrensel akılla uygunluk içindedir. O nedenle, Stoacılar, insanlar arasında zengin fakir, özgür, köle, soylu, avam gibi farklılıklar olmadığını ve olmaması gerektiğini savunurlar. Onlara göre, gerçek özgürlük, insandan bağımsız koşullara bağlı olan harici bir özgürlük değil, insanın kendi aklına uygun düşünce ve davranışlarla hayata geçirebildiği kendi iç özgürlüğüdür. Stoacılara göre, insan için en önemli değer; gerçekten iyi olan tek şey, erdemdir, doğayla, akılla özdeşleşmiş olan zihinsel durumdur. İnsan ancak bunlarla ve bunlar sayesinde mutlu olur, huzurlu olur. İktidar, para, şöhret, mevkii, makam, statü ve benzeri harici şeyler ise insana mutluluk getirmez.

Antik Çağ’a ve eski Yunan polis/site devletinin felsefesine damga vuran bir diğer önemli ve etkili görüş sahipleri, bir bakıma Yunan Aydınlanmasının da yaratıcısı olan Sofistlerdir. Milattan önce Beşinci Yüzyılda ve Atina demokrasisinin parlak döneminde yaşayan, Yunanistan’ın belli başlı kentlerini gezerek para karşılığında dersler veren, aralarında Protagoras, Leontinoili Gorgias gibi tanınmış düşünürler olan Sofistlerin hepsinin, siyasi ve felsefi düşünceleri bir birlik oluşturmamakla birlikte, Sofistlerin hemen hepsi sübjektivist/göreceli, kuşkucu ve bireyci bir düşünceye sahiptirler. O nedenle,  Sofistler, bireye, insana ve hakikate büyük değer verirler. Sofistler, devletin, hukukun ve siyasetin Tanrılar tarafından yaratılmadığı, bir arada yaşamak isteyen ve buna ihtiyaç duyan insanlar tarafından ve insanların kendi aralarında yaptıkları bir sözleşmeyle yaratıldığı görüşündedirler.

Eski Yunan uygarlığının en önemli düşünürlerinden olan, arkasında yazılı olarak hiçbir şey bırakmamasına rağmen, Batı düşüncesini etkileyen, Kant’ın, “aklın ideali“, Hegel’in, “bir insanlık kahramanı, felsefesini yazmayan ama yaşayan gerçek bir filozof” olarak takdim ettiği ve bizim Platon’un yazdıklarından tanıdığımız Sokrates, daha ziyade bireysel insan niteliklerinin ve erdemlerinin bir analizini, insanın niteliklerinin doğasını tanımlamaya ve belirlemeye yarayan ölçütler verir. Bu ölçütler iyiliktir, erdemdir, adalettir, cesarettir, ölçülü olmaktır. O nedenle, Sokrates, ahlak felsefesinin ve buna bağlı olarak siyaset felsefesinin temellerini atan düşünürdür. Sokrates hem düşünen hem de daha ziyade soru sorarak ve sorduğu sorularla muhatabını düşündüren, düşünmeye sevk eden bir bilgedir.  

Alkibiades I” isimli eserinde Platon, bilge Sokrates’in henüz kamusal ve siyasal yaşamına başlamak üzere olan, halkın önünde konuşmayı ve devlette/poliste/sitede dilediği her şeyi yapabilecek güçte olmayı isteyen genç öğrencisi Alkibiades’i, gelecekteki kamusal yaşamın sorumluluklarına hazırlamak için ona “kendisine dikkat etme/kendisine özen gösterme” tekniğini öğretişini anlatır. Yazılış tarihi kesin olarak belli olmayan, sanal bir Platonik diyalog olması da muhtemel olan “Alkibiades I” diyaloğunun ilk ilkesi, tüm Platoncu felsefenin de çıkış noktasını oluşturan “kendine dikkat etme/kendine özen gösterme” ilkesidir.

Çok uzun olan bu diyaloğun sonlarına doğru bilge Sokrates, genç Alkibiades’e şunları söyler: “…Mutlu olmak için devletlerin/polislerin/sitelerin, ne duvarlara, ne üç sıra küreklilere, ne tersanelere, ne de nüfusa ve geniş arazilere ihtiyacı vardır. Devletlerin/Polislerin/Sitelerin ihtiyacı olan ve sahip olması gereken tek şey erdemdir, öyle değil mi? O halde devletin/polisin/sitenin işlerini iyi görmek istiyorsan, onlara erdem aşılamalısın. Peki, kişi kendinde olmayan bir şeyi başkasına verebilir mi? O halde, önce sen erdemli olmalısın; bu, sadece kendinle ve kendine ait şeylerle değil, fakat aynı zamanda, devletle/polisle/siteyle ve devlete/polise/siteye ait şeylerle de ilgilenmen demektir, zira devleti/polisi/siteyi yönetmek isteyen kişiye bilgiden önce gerekli olan şey erdemdir. Eğer eğri davranırsan, gözlerin karanlığa ve kötülüğe yönelir. Karanlıkta olursan, kendinle ilgili olarak cehalet içinde olursan, ihtimaldir ki, yapacağın iş de kötülük olur. Eğer bir devlette/poliste/sitede erdem yoksa, kötülükler önlenemez. Alkibiades, mutlu olmak için, senin de, devletin de/polisin de/sitenin de edinmesi gereken şey iktidar değil, erdemdir.”

Bu metinden de anlaşılacağı üzere, Sokrates’in siyaset felsefesinin ayırt edici özelliği, o güne kadar entelektüel bir monolog olarak düşünülen felsefeyi onun bir diyaloga dönüştürmüş olmasıdır. Sokrates’in siyaset felsefesi, onun ahlak felsefesine dayanır ve bu da siyaset felsefesinin genel ilgi ve inceleme alanı olan devletin/polisin/sitenin şekillenmesi üzerine kuruludur. Sokrates’e göre, devletin/polisin/sitenin varlık nedeni, sadece yurttaşlarının hayatlarını korumak ve güvence altına almak değil, yurttaşların mutluluğunu sağlamak, onlara iyi bir hayat vermek, onları iyi yurttaşlar olarak yetiştirmek, ahlaklı ve erdemli bir insan yapmaktır.

Sokrates, devlet/polis/site ile yurttaşları arasındaki ilişkinin bir sözleşmeye dayandığı düşüncesindedir. Bu sözleşme, devlete/polise/siteye, adaleti sağlama, yurttaşlarını koruma, onları eğitme, mutlu etme, onlara iyi bir hayat verme görevlerini, yurttaşlara ise siyasal otoritenin meşruiyetini tanıma, devletin/polisin/sitenin yasalarına itaat etme borcunu yükler.      

Platon’un siyasal felsefesi, toplumsal hayatla ilgili problemlere, birtakım çözümler bulmak üzere ortaya çıkan düşünsel bir formdur. (Prof.Dr.Neşet Toku, Siyaset Felsefesine Giriş, Çizgi Kitapevi, 2015) Değişmez hakikatin ayrıntılı bir teorisini geliştiren Platon, “Mağara Alegorisi” ile dünyanın gerçek şeylerinin/nesnelerinin, ebedi varlıkların nispeten yanıltıcı görünümlerinden veya geçici düzenlemelerinden oluştuğunu ileri sürer. Bu alegoriye göre, bazı insanlar karanlık bir mağaraya zincirlenmiş oldukları için başlarını sağa ve sola, yani çevrelerine döndüremezler, sadece mağarada olan karşılarındakini görebilirler. Doğdukları andan itibaren bu mağarada bulunan insanlar, sadece mağaranın girişinden yansıyan nesnelerin gölgelerini görürler ve bu gördüklerini hakikat ve gerçek dünya olarak algılarlar. Bu insanlardan bir tanesi bir gün zincirlerinden kurtularak mağaranın dışına çıkar. Mağaranın dışına çıkan bu insan, mağaranın dışında olan yeni bir hakikatle karşılaşır ve mağaranın duvarında gölgelerini gördüğü nesnelerin gerçek olmadığının farkına varır. Bunu mağaradaki arkadaşları ile paylaşmak üzere mağaraya geri döner. Ne var ki, onu dinleyen mağaradaki arkadaşları, mağaranın dışında farklı bir hakikat olduğuna inanmazlar. Zira bu insanlara görmedikleri bir şeyi mağaranın dışındaki gerçekliği aktarabilmek ve onları buna inandırmak imkânsızdır.  

Platon’un düşüncesi bu alegori üzerinde şekillenir. Ona göre nesneler ve idealardan oluşan iki ayrı dünya vardır. İnsan bedensel olarak nesneler dünyasına aittir ve orada bulunmaktadır. Ama insan ruhen bir zamanlar bulunduğu idealar dünyasındaki izleri kendisinde taşımaktadır. Alegorideki mağaranın toplumu, zincirin o toplumsal yapı içerisinde var olan kuralları, mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin toplumda kabul edilen doğruları sembolize ettiği ileri sürülebilir. Buna göre zincirini kıran birey, hakikatin peşine düşen bir filozofu olduğu kadar hakikati sorgulayan insanı da temsil etmektedir.

Platon’a göre, insanın doğası, bu doğanın anlamının felsefe tarafından deşifre edilmesini gerektiren zor bir metin gibidir.  Ne var ki, felsefe, bir devlet ve siyaset teorisi geliştirmeden bize tatmin edici bir insan teorisi veremez. Platon, Devlet isimli eserinde, insan ruhunun doğasına ilişkin görüşlerini, insan ruhunu “akıl, cesaret ve arzu” olmak üzere üç ayrı kısma ayırarak inceler. İnsanın rasyonel, yani akli niteliği erdeme, erdem ise bilgeliğe tekabül eder. Cesaret, ruhun cesur kısmına ait erdemi oluşturur. Ölçülü olmak, ruhun arzu bölümünün erdemidir. Adalet ruhun bu bölümlerinin arasındaki ahenktir.

Platon’un siyaset felsefesini, onun insan ruhu üzerine olan bu görüşleri şekillendirir. Bu bağlamda, insan ruhunda olduğu gibi, devlette de/poliste de/sitede de insanlar: cesurlar, hırslılar, rasyonel olanlar olmak üzere üç ayrı sınıfa ayrılırlar. Platon’a göre, bu sınıflarla bağlantılı olan bilgelik, cesaret, ölçülülük ve adalet olmak üzere dört ayrı erdem vardır. Sonuç itibariyle Platon’a göre, siyasetin de, siyaset felsefesinin de, devletin de, bu ilkeler, bu erdemler, bu değerler üzerine inşa edilmesi ve hatta devletin/polisin/sitenin bütün bu erdemlere ve değerlere sahip olan filozoflar/bilgeler tarafından idare edilmesi gerekir. “…Platon, devletin yapay değil, doğal olduğu düşüncesindedir. Plato’nun bu düşüncesi tek bir insanın kimseye bağımlı olmaması olgusuna dayanmaktadır. Zira insan kendi arzularını tatmin etmek için başkalarının ekonomik hizmetine ihtiyaç duyar. Onun için insanın bir varlık olarak içinde yaşayacağı bir devleti olması gerekir…” (R.G.Collingwood, Tarih Düşüncesi, Dorlion Yayınları, 2020) 

Siyaset” isimli eserinde, insanı “siyasal bir hayvan” olarak tanımlayan, yine aynı eserinde siyaseti “bilimlerin ustası” olarak nitelendiren Aristoteles’e göre, insan, ancak siyasi bir toplum, yani devlet/polis/site içinde iyi bir hayat yaşayabilir. O nedenle, Aristoteles’e göre siyaset, “adil ve iyi bir toplum” yaratmak için yapılan etik bir faaliyettir. Bu noktadan hareketle, Aristoteles’in siyaset felsefesini, erdemli insan, adil ve iyi bir toplum yaratma ve bu amaçla etik bir faaliyette bulunma olarak tanımlayabiliriz. Nitekim Aristoteles bu düşüncesini “Aramakta olduğumuz iyiliğin servet olmadığı açıktır; çünkü servet sadece faydalıdır ve başka bir şey içindir. Aradığımız şey erdemdir” sözleriyle ifade etmiştir. Yine Aristoteles’in peşinde olduğu şey hakikattir. O, hakikatin peşinde olduğu için, bunu özlü bir ifadeyle “Ben Plato’nun dostuyum ama hakikatin daha çok dostuyum” sözleriyle ortaya koymuştur.

Aristoteles’in siyaset felsefesine ve devletin yönetilme şekline egemen olan düşünce, devletin tek bir kişi tarafından değil, bir azınlık veya çoğunluk tarafından ama adalete ve hukuka uygun şekilde yönetilmesi ve halkın huzurunun sağlanmasıdır. Esasen siyasetin, devletin ve toplumun insanın mutluluğunu temin edecek şekilde düzenlenmesi işi de bilimlerin ustası olan siyasetin işidir.

Aristoteles’e göre, devletin/polisin/sitenin temel unsurları: halk, yani yurttaş ve ülkedir, o nedenle, Aristoteles, “bir devletin/polisin/sitenin meydana gelmesi için bulunması zorunlu olan ilk unsur insanlardır, ikincisi ise ülkedir” der. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 29) Ona göre monarşi, aristokrasi, cumhuriyet, tiranlık, oligarşi, demokrasi olmak üzere altı yönetim biçimi vardır. Bunlardan monarşi, aristokrasi, cumhuriyet iyi yönetim biçimleri; tiranlık, oligarşi, demokrasi ise kötü ve bozulmuş yönetim biçimleridir.

Aristoteles’in en önemli özelliği, bir anayasa çerçevesinde toplumun siyasal güçlerinin düzenlenmesi, bunların görev, yetki ve etki alanlarının anayasada belirlenmesidir. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 32) Aristoteles’e göre bir devlette: yasama, yürütme ve yargı olmak üzere üç ayrı erk vardır. Buna göre, kuvvetler ayrılığı ilkesinin fikir babası Aristoteles’tir.

Bir toplumun yasaları, siyasi iktidarların uyguladıkları iktisadi politikalar genel bir iyilik yaratabilir, ama aynı zamanda gelir dağılımında, refahtan alınan payda, zenginliğin yaratılmasında eşitsizliklere, girişim özgürlüğünün, kamu mallarının ve olanaklarının hakkaniyete aykırı biçimde tahsisine de olanak sağlayabilir. Onun için toplumun teşvik etmesi, devletin gerçekleşmesi yönünde çaba sarf etmesi gereken şeylerin en başında adalet gelir.

Hukuk felsefesinin en önemli ve tartışmalı kavramlarından birisi olan, aynı zamanda genel felsefenin, siyaset biliminin ve hatta iktisat kuramı gibi sosyal bilimlerin de ilgisini çeken adalete ilişkin geleneksel anlatımlar, Aristoteles’e ait olan ve ahlak felsefesindeki evrensellik ölçütünde saklı bulunan düşüncenin bir türünden başka bir şey olmayan “eşitlere eşit, eşit olmayanlara farklı muamele edilmelidir, eşit olmayana yapılacak muamelenin de eşitsizlikle orantılı olması gerekir” biçimindeki tanıma dayanır.

Benzer durumlarda olanlara, benzer şekilde muamele edilmelidir” ilkesi üzerine kurulu

olmakla şekli olan ve insanların temelde eşit oldukları varsayımına dayanmayan bu adalet tanımı, Aristoteles’in yaşadığı dönemin ve toplumun köleci özelliğini taşır.

Aristoteles’e göre adalet, bir yönüyle yasalara uygunluk, diğer yönüyle eşitlik anlayışıdır. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 33) Yine Aristoteles’e göre, biri “dağıtıcı adalet”, diğeri ise “denkleştirici adalet” olmak üzere iki tür adalet anlayışı vardır.

Dağıtıcı adalet, toplumdaki mal, mülk, makam ve unvan gibi şeylerin, toplumu oluşturan kişilere, onların yeteneklerine ve yeterliliklerine göre dağıtılmasına öngören adalet anlayışıdır. (Ekşi Sözlük)

Denkleştirici adalet, aynı durumda olan kişilere aynı uygulamanın yapılmasıdır. Bu adalet anlayışı sayıca eşitliğe, yani görünüşte eşitliğe dayanır. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 33) Bu tanımlarına ve özelliklerine göre, adalet, denkleştirici adalet ilkesine göre bir hukuk meselesi, dağıtıcı adalet ilkesine göre ise bir politika meselesidir. (Ekşi Sözlük)

Genel anlamda, davranışların erdeme olan uygunluğu, özel anlamda ise haklar ve ödevlerle ilgili durumlar için kullanılan adalet kavramı, Platon’a göre gerçek bir şey olmayıp bir düşünce, bir idedir. İde olarak adalet, aşkın bir kavramdır ve hukukun hem nihai hedefi ve hem de uygunluk ölçütüdür.

Roma Hukuk geleneği ile Yunan Felsefesinde bireysel haklarla adalet arasında herhangi bir bağ mevcut değildir. Bireysel hak ve özgürlüklerle adalet kavramı arasındaki ilişkilendirme liberal öğretiyle birlikte başlar. Onun için bireysel hakların ve özellikle özgürlüklerin öne çıkarıldığı adalet kuramı, liberal felsefenin merkezinde yer alır. “Ahlak ve siyaset felsefesinde hakkın iyiye takaddüm ettiğini” ileri süren ve “adaletin toplumun birinci erdemi” olduğunu söyleyen Amerikalı siyaset bilimci John Rawls başta olmak üzere, azınlık ve birey hakları konusunda siyasi düzenleme yapılmasını talep eden modern kuramcılar da, adalet kavramını bireysel haklarla birlikte ele alırlar.

Adalet konusundaki bir diğer yaklaşım ya da adalet türü, Anglo-Sakson’ların “Procedural Justice” dedikleri “Usulü Adalet”tir.  

Bu adalet kavramının fikir babası, Avusturya ekolüne bağlı ve Avusturyalı olan ekonomist ve siyaset bilimci Friedrich August von Hayek’tir.

Bu kavram, ahlak ve hukuk alanındaki adaletin, adalet idealinin gerçekleşmesinin temelinde var olan, var olması gereken adaletin ne olduğu veya olması gerektiği ile ilgili bir teoridir. Bu anlamdaki ve kapsamdaki adaleti sağlamak, ekonomik ve sosyal alanda adaleti gerçekleştirmekten nispeten daha kolaydır. Örneğin ceza hukuku ve yargılaması bağlamında usulü adalet, kişilerin suçlu veya suçsuz olduklarına karar verme sürecinin, yani yargılama sürecinin sonuçlarını belirleyen usullerin, adil olup olmadığı üzerinde yoğunlaşır. Zira bu kavramın temelinde, yasaların ihlal edilmesi durumunda verilecek cezayı ağırlaştırmak veya sanığın yakalanma olasılığını artırmak yerine, insanları yasaların adil ve eşitlikçi olduğuna ve bu şekilde uygulandığına inandırmanın, insanlardaki hakkaniyet duygusunun, yani usul adaletinin gelişmesine ve yerleşmesine önemli ölçüde katkı sağlayacağı düşüncesi yatar. Nitekim geçmişteki bütün zamanlarda ve toplumlarda, suç niteliğindeki eylemlerin tespit edilmesi ve bu eylemlerin faillerinin cezalandırılması, suçtan zarar görenlerin zararlarının karşılanması, özel hukuk alanında hak sahibinin tespit edilmesi ve ona hakkı olanın verilmesi adaletin en önde gelen amacı ve gereği olarak kabul edilmiştir.

Buna göre kişinin bir başka kişiye karşı olan eylem ve davranışının adil olup olmadığı, o eylemin ve davranışın niteliğine, kapsamına ve sonuçlarına göre değil, eylemin ve davranışın adalet kurallarına uygun olarak yapılıp yapılmadığına göre tespit edilebilir ve buna uygun olan yaptırım bu kapsamda uygulanır. Bu konuda, gerek toplumlar gerekse insanlar arasında adalet anlayışına verilen anlam ve değer hususunda herhangi bir görüş farklılığı yoktur.

Buna karşın, insanlar, sosyal sınıflar ve zümreler, sosyal ve siyasal pozisyonlar arasındaki gelir, statü, refah, mülkiyet gibi kavramlar ve değerler ile bunların dağıtımının adalet ile olan ilişkisi, yani bu değerlerin eşit şekilde dağıtılıp dağıtılmamış olması, insanlar, toplumlar, siyasal görüşler ve tercihler temelinde her zaman tartışma konusu olmuştur. O nedenle, adalet teorileriyle, sosyal ve siyasal anlayışların ve tercihlerin adalet konusundaki görüşleri daha ziyade bu temelde birbirleriyle çatışma halindedir.

Bu zeminde birbirinden ayrılan adalet teorilerinin birincisi usulü adalet, diğeri ise sosyal adalettir. Bu iki farklı anlayış, genel olarak iki temel soruyla birbirlerinden ayrışır: Bunlardan birincisi, adalet, bireylerin eylem ve davranışlarıyla mı, kanun önündeki eşitlik ilkesinin uygulanması ve korunmasıyla mı, yoksa bireylerin toplumdaki sosyal ve ekonomik konumlarıyla mı ilgili ve ilişkili olmalıdır? İkincisi, adalet, kurumlarla, kurumların yapıları ve yapılanmasıyla mı, yoksa kurallar, şekiller, usuller ve süreçlerle mi ilgili olmalıdır? Usulü adalet anlayışına göre adalet, sadece bireylerin kişisel eylem ve faaliyetleriyle ilgili olan bir kavram ve değerdir. Adalet, insanların, sosyal sınıfların ve zümrelerin, sosyal ve siyasal pozisyonların arasındaki gelir, statü, refah, mülkiyet temelindeki ilişkilere, bunların dağıtımındaki eşitsizliklere atfedilebilecek bir kavram ve değer değildir.  

Bir diğer adalet türü, hukuk ve siyaset bilimine, John Rawls tarafından kazandırılan “Hakkaniyet Olarak Adalet”tir. Bu bağlamda Rawls, “Bir Adalet Teorisi” isimli eserinde, hakkaniyete uygun fırsat eşitliğinin ve en büyük ölçüde eşit özgürlüğün adaletin içeriğini oluşturduğunu, dolayısıyla sosyal değerlerin eşitsiz dağılımının haklı sayılmasının, böyle bir dağılımın herkesin yararına uygun olması şartına bağlı olduğunu ileri sürmekte ve yine Aristoteles’in dağıtıcı adalet görüşünün ekonomik hayatla ve sistemle ilgili olduğu gerçeğine vurgu yapmaktadır.  (Adnan Güriz, “Adalet İdesinin Tartışılması”, Çağdaş Hukuk Felsefesi ve Hukuk Kuramı İncelemeleri, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi Yayınları 1, sayfa 364, Alkım Yayınları, Mayıs 1997)

Tarafsızlığı, sadece adalet ilkelerine göre karar vermede değil, aynı zamanda adalet ilkelerinin seçiminde de aramak gerektiğini savunan Rawls, kendi geliştirdiği “hakkaniyet olarak adalet” kavramıyla, hakkaniyete adalet ilkesinden ayrı ve daha önemli bir değer yükler. Ona göre hakkaniyetin temelinde kişisel tercihler, çıkarlar, öncelikler, görüşler, yargılar, ön yargılar yoktur. Sadece ve sadece tarafsızlık, özerklik, bağımsızlık vardır.

Adalet düşüncesinin “insanların birbirlerine olan saygısını kamusal olarak ifade etmeleri” olduğunu ve “onların bu yolla kendi değerlerini hissettirdiklerini” ileri süren Rawls’un “hakkaniyet olarak adalet” ilkesi, tam da bunu yapar. Bu bağlamda, “toplum bu ilkeleri takip ettiğinde, herkesin iyisi/değeri karşılıklı yarar sağlayan bir plana dahil olur ve her bir insanın kendi kurumlarındaki çabalarının bu kamusal teyidi insanların öz-saygısını destekler.” İnsanların öz-saygısına verilen bu destek dolayısıyla sosyal işbirliğinin etkinliği artar. Ve bütün bunlar, bu ilkeleri seçmek için güçlü nedenler sağlar.

Yine çağdaş düşünce ile birlikte ortaya çıkan “sosyal adalet” anlayışı, en yalın anlatımla, nimet ve külfetlerin toplumda adil bir şekilde dağıtılması demektir. Başka bir deyişle, sosyal adalet, toplumda herkesin hakça bir paylaşım olduğu konusunda genel bir kanaatinin olmasıdır. Bu kavramının kullanımı geleneksel olarak haklar ve ödevlerle ilişkilidir ve bu yaklaşım adalet kavramına açıkça refah düşüncesini de dahil eder; öyle ki adil olarak hareket etmek demek, her bir kişiye “hakkı olanı/due” veya “hak ettiğini/entitlement” vermek demektir. (Norman P.Barry, Modern Adalet Teorisi, sayfa 154, Liberte Yayınevi 2004)

Yeniden tarihe dönersek eğer, önce şu hususa işaret etmek gerekir: Romalılar felsefeden daha ziyade askerlikle ve hukukla ilgilenmişlerdir. Nitekim askeri yönden büyük başarılar ve zaferler elde eden, topraklarını giderek genişleten ve bir dünya imparatorluğu haline gelen Romalılar, siyaset felsefesine ve teorisine çok fazla ilgi göstermemişler, hukuk alanında ise büyük gelişme kaydetmişler, kurdukları hukuk sistemiyle dünyaya örnek olmuşlardır. Öyle ki, günümüzdeki Türkiye de dahil olmak üzere, pek çok ülkenin hukuk sistemi Roma hukuk sisteminin ve geleneğinin takipçisi durumundadır.

Felsefe konusunda çok fazla ilerleme kaydedemeyen Romalılar, bu alanda sadece kadim Yunanistan’ı takip etmişlerdir. Bu bağlamda, Romalılar, Kadim Yunanistan’daki Stoacı Felsefeyi ve bu felsefenin doğal hukuk öğretisini benimsemişlerdir. Stoacı felsefeyi Roma’ya ve Romalılara getiren ve tanıtan Cicero’dur. Cicero, Stoacı felsefenin yanı sıra Platon’dan da etkilenmiştir. Siyasal düşüncelerini, tıpkı Platon’un “Devlet” isimli eserinde yaptığı gibi “De Republica/Devlet” isimli eserinde ifade eden Cicero, Roma aristokratlarını siyasete aktif olarak dahil etmeye çalışmıştır. Zira Cicero’ya göre en iyi yönetim biçimi, tek bir egemenin, yani kralın devletin başında bulunduğu, aristokratların ayrıcalıklı olduğu yönetim biçimidir. Cicero devletin, halkın kendisi olduğu fikrindedir. Ona göre halk, rastgele bir kitle değil, ortak bir yarar ve amaç için bir araya gelen ve hukuksal bir bağla birleşmiş olan bir insan topluluğudur. Bu noktadan hareketle Cicero, Roma İmparatorluğunun, dolayısıyla devletin kurucu unsurlarını; “halk-devlet-ortak yarar ve yasa” şeklinde açıklar ve kendi düşünce sistemini yönetimin ve siyasi iktidarın kurumsallaştığı siyasal bir toplum, yani devlet üzerine inşa eder. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 42) Nitekim Cicero, “De Legibus/Yasalar Üzerine” isimli eserinde, Romalı hukukçu Ulpianus’tan esinlenerek hukukun emirlerini: “Dürüst yaşamak, kimseyi incitmemek ve herkese hakkını vermek” şeklinde ifade eder ve insanlar ile yönetilenlere, kendilerine hizmet edenleri “onurlandırmalarını, adaletsizliklerle/haksızlıklarla ve yanlış yapılan şeylerle mücadele etmelerini” öğütler.

Roma’da Stoacı felsefeye bağlı olan bir diğer önemli isim imparator Marcus Aurelius’tur. “Kendime Düşünceler” isimli kitabında hayata dair, ahlaka dair, siyasete dair görüşlerini ifade eden Aurelius, devleti her şeyin üzerinde tutan, devleti kutsallaştıran klasik Yunan düşüncesine karşıdır. Cicero gibi Stoacı Felsefeyi benimseyen ve savunan Aurelius, devletin ve devletin kanunlarının üstünde olan doğal bir kanun, doğal bir hukuk olduğu fikrindedir. Ona göre, tek bir dünya, tek bir akıl, tek bir hakikat, tek bir Tanrı vardır. O nedenle, Marcus Aurelius’un devlet anlayışı ve siyaset felsefesi evrenseldir. Yani Aurelius, kozmopolitan bir dünya devletinden yanadır.

M.S. 350 yılında başlayan ve İstanbul’un fethedildiği 1453 yılına kadar devam eden Orta Çağ’da, felsefe Katolik Kilisesi’nin egemenliği altındadır. O nedenle, bu çağın felsefesi din eksenli, özellikle Hıristiyan Dini yönelimli bir felsefedir. Nitekim değerli felsefeci Macit Gökberk, bu dönem felsefesini “Hıristiyanlaştırılmış Antik Felsefe” olarak isimlendirir.

Bu bağlamda, Hıristiyanlık döneminin dördüncü yüzyılında yaşayan ve Yunan felsefi geleneğinin içinde yetişmiş olan Augustine, gerek Orta Çağ felsefesinin gerekse Hıristiyan dogmatiğinin kurucusudur. O nedenle, “…Augustine’nin hayatından ve özellikle “İtiraflar” isimli eserinden, onun Yunan felsefesinden Hıristiyan vahiylerine kadar olan her adımını takip etmek mümkündür. Augustine göre, İsa’nın ortaya çıkmasından önceki tüm felsefe, tek bir temel hataya açıktır ve aynı sapkınlığa bulaşmıştır… İnsanın özel bir ilahi vahiy ile aydınlanmadan asla bilemeyeceği şey, aklın dünyadaki en şüpheli ve belirsiz şeylerden biri olduğudur… O nedenle, akıl bize açıklığa, hakikate ve bilgeliğe giden yolu gösteremez. Aklın kendi anlamı belirsiz olduğundan, kökeni de gizemle sarılmıştır ve bu gizem sadece Hıristiyan vahyiyle çözülebilir… İnsan Tanrı’nın suretinden yaratılmıştır; insan, Tanrı’nın elinden çıktığı orijinal haliyle Tanrı’nın arketipine/asıl numunesine eşittir. Ama bütün bunlar Adem’in düşüşüyle birlikte kaybolmuştur. Esasen akıl, kendi haline bırakıldığında asla geri dönüş yolunu bulamaz. Kendini yeniden yapılandıramaz, kendi çabalarıyla eski saf özüne geri dönemez. Eğer böyle bir reformasyon mümkün ise, bu ancak doğaüstü bir yardımla, ilahi bir lütfun gücüyle olur. Augustine’nin anladığı ve Orta Çağ’ın bütün büyük düşünce sistemlerinde sürdürülen yeni antropoloji budur.” (Ernst Cassirer, İnsan Üzerine Bir Deneme/İnsan Kültürü Felsefesi’ne Giriş, Dorlion Yayınları, 2022)      

Augustine’nin dışında, düşünce tarihinin tanıdığı en büyük Hıristiyan filozoflardan biri de:  bilgi felsefesi, metafizik, siyaset ve ruhun ölümsüzlüğü konularındaki yorumlarıyla skolastik düşünceye önemli katkılar yapmış olan Dominikan rahip ve Hıristiyan Aziz Thomas Aquinas’dır. Ne var ki, “Yunan felsefesinin kaynaklarına kadar giden Aristoteles’in müridi Thomas Aquinas bile, Augustine’nin ortaya koyduğu temel dogmadan sapmaya cesaret edememiştir. Oysa Aristoteles, insan aklına Augustine’den çok daha yüksek bir güç bahşeder, ancak o da Allah’ın lütfuyla yol gösterilmedikçe ve aydınlatılmadıkça aklın bu güçleri doğru bir şekilde kullanamayacağına inanmıştır. Burada, Yunan felsefesinin savunduğu tüm değerlerin tamamen tersine çevrildiği bir noktaya gelmiş durumdayız. Öyle ki, bu, bir zamanlar insanın en büyük ayrıcalığı gibi görünen şeyin, yani insan aklının, insanın tehlikesi ve baştan çıkarıcısı olduğunu; insanın gururunun onun en derin aşağılanması olarak ortaya çıktığını göstermektedir. Böylece insanın içsel ilkesine, yani şeytan olarak görülen içindeki aklına itaat etmesi ve ona saygı duyması gerektiğini söyleyen Stoacı buyruk, artık tehlikeli bir putperestlik olarak görülmeye başlamıştır.” (Ernst Cassirer, İnsan Üzerine Bir Deneme/İnsan Kültürü Felsefesi’ne Giriş, , Dorlion Yayınları, 2022)      

Gerek Augustine’nin, gerekse Thomas Aquinas’ın yukarıda yer verilen yaklaşımlarından anlaşılacağı üzere, Orta Çağ’a egemen olan ve bu çağa karakterini veren düşünce, genel olarak bir öğreti durumuna gelmiş olan Hıristiyan inancının temellendirilmesi ve sistematikleştirilmesi üzerine kurulu olan Skolastik felsefedir. Bu felsefe bağlamında, iktidarın kaynağının Tanrısal olduğu fikrinin kabul görmesi ve bu çağın siyasal felsefesinin bu fikre göre şekillenmiş olması doğaldır. 

Hıristiyan dünyasının bağnaz ve karanlık Orta Çağ ile engizisyonu yaşadığı bu dönemde, insanlık dünyasını ve İslam alemini fikirleriyle aydınlatan, Farabi gibi, İbn-i Rüşd gibi, İbn-i Haldun gibi, İbn-i Sina gibi değerli İslam düşünürleri ve felsefecileri vardır. 

Bu çağın İslam felsefesindeki önemli ismi olan Farabi’nin düşünce sistemi, Aristoteles mantığına dayanan akılcı bir metafizik düşünce sistemidir. Bu bağlamda, Farabi, düşünce sisteminin temeline Aristoteles’i almış, Aristoteles’i Yeni Platonculuk ile birleştirmeye ve İslam inancı ile uzlaştırmaya çalışmış, daha sonra bu düşüncesinden sadece siyaset konusunda vazgeçmiş ama yine de Platon’a bağlı kalarak “Faziletli Şehir” isimli eserini yazmıştır. Farabi bu eserinde, ideal devletin, yani ideal yönetimin ve iktidarın çerçevesini çizmiş, bu devleti yönetecek olan kişinin anlayışlı, belleği güçlü, akıllı, ince görüşlü, öğrenmeye hevesli, dindar, adaletli olması, doğruluğu ve hakikati sevmesi, nefsini yüksek tutması, eğlenceye tutkun olmaması, yalancılıktan kaçınması, güzel konuşması gerektiğini ifade etmiştir.

Bu süreçte İslam felsefesinin önemli ve değerli bir diğer ismi olan, matematik, fizik, mantık, politika, felsefe, psikoloji, tıp, edebiyat, ahlak, politika, zooloji ve tabiat bilimleri eğitimi alan, baş kadılık yapan ve hekim olan İbn-i Rüşd, İslam felsefesinde “meşşailik” olarak isimlendirilen Aristocu akımın öncüsüdür. Baskıcı ve totaliter yönetimlere karşı olan İbn Rüşd’ün siyaset felsefesi; hukuku, adaleti ve insanı merkeze alan, siyasi baskıya, zulme karşı çıkan ve özgürlükten yana olan bir yönetim anlayışına dayanır. 

Sosyolojinin ve iktisat biliminin öncülerinden olan İbn-i Haldun, On Dördüncü Yüzyılın en önemli İslam düşünürüdür. Kur’an, Arap dilbilimi, Hadis ve Fıkıh, matematik, mantık, felsefe eğitimi alan, hem aklî hem de naklî bilimlerde kendini geliştiren İbn-i Haldun, devleti ve toplumu ayrı varlıklar olarak ele alır. Ona göre devlet de, toplum da doğal varlıklardır. O, toplumun, insanların birbirlerine yardım etmelerinin zorunlu olmasından, devletin ise, insanı hemcinslerinin saldırı ve zulmüne karşı koruma ihtiyacından doğduğunu savunur.

İbn-i Haldun’a göre, devletin varlığını devam ettirebilmesi ve insanları hemcinslerinin saldırılarından ve zulmünden koruyabilmesi için baskı ve kontrol gücüne sahip olması gerekir. Bu baskı ve kontrol aracı siyasi iktidardır. Bu noktadan hareket eden İbn-i Haldun, devletin merkezi bir cebir kuvvetinin örgütlenmesi olduğunu, egemenlik olmadan devletten söz edilemeyeceğini ileri sürer. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 64) İbn-i Haldun, siyaset biliminin temel inceleme konularından biri olan devleti canlı bir varlık olarak kabul eder. Öyle kabul ettiği için, ona göre devlet de insan gibi doğar, büyür, gelişir, sağlıklı ve iyi yönetilmediği takdirde ölür, yani yıkılır ve yerine yeni bir devlet kurulur. İbn-i Haldun’a göre, devletin “aklî siyasetle”, yani insanların akıl yoluyla bulup uyguladıkları siyasetle yönetilmesi gerekir. Ona göre, yönetimin iyi olması, iktidarın adil olmasına bağlıdır. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 63) O, bu siyasetin kamu çıkarını ön plana alan bir siyaset olması gerektiğini, hükümdarın, yani iktidarın çıkarlarına hizmet eden bir siyaset olmaması gerektiğini savunur.

Erken tıbbın/hekimliğin babası olarak bilinen İbn-i Sîna, İslam’ın Altın Çağı’nın bir diğer önemli ismi ve bilginidir.  İbn-i Sîna, tıp ve felsefe alanı başta olmak üzere başka alanlarda da 200 kadar kitap yazmıştır. Siyaset ve siyaset felsefesi ile çok fazla ilgisi olmayan, daha ziyade büyük bir hekim olan İbn-i Sina, deneycilikle akılcılığı bağdaştırarak felsefeyi teorik ve pratik felsefe olmak üzere ikiye ayırır. Ona göre tabiat felsefesi, matematik ve metafizik, teorik felsefe kapsamındadır. Pratik felsefe sadece bilmekle ilgilidir. Onun tümdengelim yoluyla sonuç çıkarma hakkındaki çözümlemeleri İslâm Orta Çağı’nda klasik olmuş ve sonraki bütün mantıkçılar onun bu yaklaşımına dayanmışlardır. İbn-i Sîna’ya göre, varlık ve düşünce aynıdır. Düşünce dışında varlık olamaz. Onun bu ilkesi mantıkla metafiziği birbirine bağlamış ve mantıktan metafiziği çıkarma yolunu, yani dogmatizmi temellendirmiştir.

Doğu felsefesinin en önemli düşünürü Konfüçyüs’tur. Çin uygarlığının en önemli ismi ve temsilcisi olan Konfüçyüs, Çin geleneklerinin sıkı bir takipçisi ve savunucusudur. Konfüçyüs’un siyaset felsefesinin merkezini ahlak felsefesi oluşturur. Bu bağlamda, Konfüçyüs’un felsefesi, erdemli insan ve uyum içinde yaşayan toplum anlayışı üzerine kuruludur. Ona göre, toplumsal ve siyasal erdemler, temelde, genişletilmiş kişi erdemleridir, eğitim ise ahlak bilgisi edinmektir. Ama Konfüçyüs’e göre, bu bilgi, belirli eylemlerle tutumların iyi olduğunu söyleyen bir bilgi olmakla kalmamalı, aynı zamanda uygulamada, yani deneyim yoluyla – iyi olmakla, iyiyi yapmakla – edinilen bir bilgi olmalıdır. Konfüçyüs, “kişi hocasını örnek alarak öğrenir; başkalarına da, kendisi örnek olarak öğretir” der. O, böyle bir eğitimin erken yaşlarda başlayıp, yaşam boyu sürmesi gerektiğini savunur. Konfüçyüs’ün öğretisi bir yönüyle Sokrates’in öğretisine benzer, bu bağlamda onun öğretisinde, öteki dünya, Tanrı, ruhlar, doğaüstü varlıklar ve benzeri kavramlar ile olgular bulunmaz.

Genelde toplumların, özelde Batı toplumlarının, gerek ekonomik gerekse sosyal, siyasal, kültürel ve dini ölçüleri ve anlayışları Rönesans ve Reformla birlikte önemli bir şekilde değişikliğe uğramıştır. Batı toplumlarındaki bu değişikliğin en önemli figürü ve düşünürü, Orta Çağ ile bağlantıyı kesen, Orta Çağın ahlak ve din anlayışının yerine siyaseti etkisi altına alan yepyeni bir sistem getiren Machiavelli’dir. (Prof.Dr.Mehmet Akad, Genel Kamu Hukuku, Filiz Kitaevi,1997 baskı, sayfa 69) Tüm yaşamı boyunca İtalya’nın birliğini sağlama ideali için mücadele veren Machiavelli, siyasal düşünüşün laikleştirilmesi ve bilimselleştirilmesi gerektiği fikrindedir. Dünya olaylarını kader ile açıklayan dini görüşten kendisini tümüyle soyutlamış olan Machiavelli, insan doğasını kötü ve bencil olarak tanımlar ama insanın ve özellikle Prensin, yani siyasi iktidarın, başarıya ulaşması için her yola, her araca başvurması gerektiğini savunur ve bunu daha önce içeriğine değindiğimiz Prens isimli eserinde devleti yönetecek olanlara tavsiye eder. Siyasetin ahlaktan bağımsız ve kendine özgü kurallarıyla işleyen bir alan olduğunu ifade eden Machiavelli, siyasetin geleneksel ahlak kuralları çerçevesinde işleyen bir alan olmadığını savunur ve hatta liderlerin, hükümdarların ülkeyi yönetirken ahlaki kurallar içerisinde hareket etmesinin ülkeye zarar vereceğini, bu zarardan kaçınmanın yolunun, gerektiğinde ahlak dışı yöntemlere başvurmak olduğunu ileri sürer. İktidarın daima gücünü artırması gerektiğini savunan Machiavelli’ye göre, iktidar gücünü ne kadar arttırırsa, muhaliflerin ve diğer kişilerin gücü de o ölçüde azalacaktır.

Machiavelli, bu düşüncesini Discorsi adlı eserinde “virtù” (bir nüfusun ya da liderin dövüş ruhuna ve yeteneğine odaklanan, fakat aynı zamanda devletin korunması ve “büyük şeylerin başarılması” için gerekli olan daha geniş bir özellik koleksiyonunu kapsayan kavram) kavramını kullanarak şöyle açıklar: “Dünya her zaman aynıydı, yalnızca şu fark vardı: İlk önce Asur’da bulunan büyük virtùlar, Med ülkesine yerleşti. Sonra bunlar Pers ülkesine, oradan da Roma İmparatorluğu’na geçti. Roma’nın düşüşünden sonra dünya üzerinde var olan virtù miktarı, tek bir imparatorluk tarafından ele geçirilememişse de, birçok ulus tarafından paylaşılmış durumdadır. Eskiden Franklar, Türkler ve Mısır sultanları, bugün ise Alman imparatorları bu payı alanlar arasındadır. Bundan çok önce de büyük şeyler başarmış olan Roma İmparatorluğu’nun doğudaki topraklarını fethetmiş olan şu ünlü Araplar vardır”  

Sanat uzun, hayat kısa!’ Hipokrat

ANNEMİN ÖĞRETTİĞİ ŞARKILAR!

Annemin Öğrettiği Şarkılar’, Amerikalı ünlü sinema oyuncusu Marlon Brando’nun hayatını ve hatıralarını anlattığı kitabının adı. Kitabı Gürol Koca Türkçeye çevirmiş. Son derece başarılı bir çeviri. Adeta yeniden yazılmış gibi. Herkesin, hepimizin annelerimizden öğrendiği bir şarkı mutlaka vardır. Ama bunlar daha çok çocuk şarkılarıdır. Oysa Marlon Brando’nun annesinin bildiği ve ona öğrettiği şarkılar, sadece çocuk şarkılarından ibaret değil. Yetişkin insanların bildiği, sevdiği ve hatta söylediği şarkılar. Marlon Brando hatıralarında bunu şöyle anlatıyor; ‘Annem dünyadaki bütün şarkıları bilirdi; annemin bana öğrettiği binlerce şarkının müziğini ve sözlerini hatırlıyorum…Afrika şarkılarını, Çin şarkılarını, Tahiti şarkılarını, Fransız şarkılarını, Alman şarkılarını ve şüphesiz annemin bana öğrettiği bütün şarkıları bilirim. Müziğini tanımadığım kültür pek yoktur. İşin garibi, bin dokuz yüz yetmişli yıllardan sonra yazılmış tek bir şarkıyı bile hatırlamıyorum.

Marlon Brando, annesinden pek çok şarkı öğrenmiş, ama alkolik olan annesinden sevgi ve ilgi görmemiş hiç. Kendisinden büyük iki kız kardeşinin sevgisi, ilgisi dışında, mutsuz, huzursuz, sevgisiz bir aile ortamında büyümüş, kendisiyle aynı adı taşıyan ve annesi gibi alkolik olan babası tarafından hiçbir konuda teşvik edilmemiş, ödüllendirilmemiş, aksine sürekli olarak cezalandırılmış ve aşağılanmış. Pek çok kişide olduğu gibi onun kişiliğinin gelişmesinde ve oluşmasında bunların payı ve etkisi büyük. Brando’nun kadınları sürekli aşağılayan tavrının, huysuzluğunun, disiplinsizliğinin, başkalarını umursamazlığının nedenleri hep çocukluğunda yaşadığı bu travmaların eseri. Yıllar, yıllar sonra kariyerinin doruğunda iken ‘Ben eğer bir yetimhaneye düşseydim daha sağlıklı bir birey olarak yetişirdim’ demesi bundandır.

İnsanın, kendisini oluşturan ve olduran sevinçlerin, üzüntülerin, hatıraların, arzuların, benlik duygusunun, özgür iradenin, tamamı sinir hücrelerinin ve onlara bağlı moleküllerin bir arada çalışmasıyla ortaya çıkan davranışlarından ibaret olduğuna inanan Marlon Brando, insanlarla arasına mesafe koymasını, insanlara güvenmemesini, hayatı boyunca tek bir insana, tek bir kadına bağlı kalmamasını çocukluğunda yaşadığı iki travmaya bağlıyor: bunlardan birisi bir şişe içki uğruna kendisini terk eden annesi; diğeri ise ruhunun orta yerinde taht kuran, evlenerek gittikten sonra hayatının geri kalan kısmını onu bulmaya adadığı dadısı Ermi.

Marlon Brando, kişiliğinin şekillenmesinde etkili olan her iki olayla ilgili duygularını şöyle ifade ediyor: ‘Eğer bir insan sıcaklığının, aşkın veya sevginin nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsanız, insanlara bunu veremezsiniz veya böyle duyguları bir zamanlar tatmışsanız ve bir süre sonra bu duygular elinizden alınmışsa, reddedildiğinizi veya terk edildiğinizi düşünüyorsanız eğer, o zaman tekrar aynı duyguları yaşamaktan korkarsınız.

Öğrenim hayatında son derece başarısız olan, gittiği her okuldan disiplinsizlik nedeniyle kovulan Marlon Brando, ‘okullardan hep nefret ettiğini’ söylüyor. Onun için, hemen her şeyi hayattan, tanıdığı olumlu, olumsuz insanlardan, okuduğu kitaplardan, gezip gördüğü yerlerden, tanıştığı farklı kültürlerden öğrenmiş.

Marlon Brando, yirmili yaşlarda geldiği New York’ta, bir yandan özgürlüğün tadını çıkarırken, diğer yandan kafası karışık bir delikanlı olarak ortalıkta dolaşmış. Kozmopolit bit kent olan New York’da sinirli otobüs şoförleriyle, pasifistlerle, felsefe yapanlarla, tuhaf gülünç insanlarla ve kendisiyle uğraşıp durmuş. Ne kadar çok okursa o kadar çok akıllı olacağını sandığı için sürekli olarak okumuş. Kant’ı, Rousseau’yu, Nietzsche’yi, Locke’u, Tolstoy’u, Faulkner’i, Dostoyevski’yi ve neden bahsettiklerini bir türlü anlayamadığı bir yığın yazarın kitabını okumuş.

Brando, New York’ta serserilik yaptığı o günlerden bir gün New School’un Tiyatro Atölyesi’ne gitmiş. O günden sonra hayatı değişmiş. Sanat ve tiyatro dünyasına girmiş çünkü. O dünyada Moskova Sanat Tiyatrosu’nda Konstantin Stanislavsky yönetimi altında çalışmış olan, oradaki bilgisini ve deneyimini ABD’ye taşıyan Stella Adler ile tanışmış. Tiyatro ve tiyatro oyunculuğuyla ilgili pek çok şeyi ondan öğrenmiş.

Oyuncu olarak yıldızının parlaması Broadway’de sahnelenen Tennessee Williams’ın ‘Poker Gecesi’ isimli eserinden ‘İhtiras Tramvayı’ adıyla uyarlanan oyunla başlamış. Daha sonra sinemaya da aktarılan Elia Kazan’ın yönetmenliğini yaptığı oyundaki duyarsız ve kaba mizaçlı Stanley Kowalski’ı rolünde çok başarılı olmuş.

Eleştirmenler bu başarısını Marlon Brando’nun Stanley Kowalski’ye benzemesine bağlamışlar. Ama o bunun her zaman aksini düşünmüş. Duyarlı olduğunu, kaba olmadığını, o karakteri hayal gücüyle ve yeteneğiyle yaratıp oynadığını söylemiş.

Kişiliğindeki bozuklukları yetiştiği aile ortamındaki olumsuzluklara bağlayan Marlon Brando, hatıralarını yazdığı yetmiş yaşına geldiğinde bu konudaki duygu ve düşüncelerini şu şekilde ifade ediyor: ‘Farklı bir sevgi görüp farklı şekilde bakılsaydım, bugünkünden farklı bir insan olurdum. Hayatımın büyük bir kısmını reddedilme korkusuyla yaşayıp, bana sevgi gösteren insanları, onlara güvenemediğim için reddetmekle geçirdim…Clifford Odets bir seferinde bana, “Beethoven’ın söylemek istediğini kırkıma gelene kadar hiç hissetmemiştim” demişti. İnsan yaşlandıkça, salt bu nedenle çok şeyler öğrenebiliyor. Bazı açılardan hiç değişmediğimi söyleyebilirim ama her zaman duyarlı, kendime ve başka insanlara karşı her zaman ilgiliydim. İnsanlara ilişkin sezgilerim her zaman güçlüydü, iyi kitapları ve her türlü espriyi her zaman sevdim…Hayatımın büyük kısmında öyle olmadığım halde güçlü görünmek durumunda kaldım, en fazla istediğim şey ipleri elimde tutmaktı. Bir yanlışımı bulduklarında veya kendimi küçültülmüş hissettiğimde öç almak isterdim. Artık istemiyorum…Yirmili yaşlarımda hep en iyi ben olayım isterdim, oysa şimdi buna zerre kadar önem vermiyorum. Kendimi başkalarıyla kıyaslamayı bıraktım. Birinin benden daha yetenekli olmasına veya hakkımda dedikodu çıkarılmasına hiç aldırış etmiyorum; onların benden pek farklı olmayan bir dünyada tıpkı benim gibi kiracı olan ve yaptıkları şeylerin çirkinliğine gözlerini kapamış insanlar olduklarını anlayabiliyorum. Bütün bunları doğru bildikleri için yaptıklarının farkındayım…Yakınlarda Kevin Costner’in “Kurtlarla Dans” filmini seyrettim ve filmin ortalarında dayanamayıp ağladım. Önce bunun nedenini anlayamadım. Sonra genç Kızılderili oğlanın perdeye yansıyan görüntüsü beni ağlatan nedeni anlamamı sağladı: Bu sanki bir tür yuvaya dönüştü, çünkü o sırada bir iki yıl öncesinde temiz, saf ve içten bir yanım olduğunu, bir yanımın çocukluğumdan beri gizli kaldığını keşfettiğimi hatırladım. Bir şekilde bütünleştiğimi ve özgürleştiğimi hissettim. Sonra bir de annemi ve babamı affetmem gerektiğini, aksi takdirde hayatımın geri kalan kısmını nefret ve kederin pençesinde geçirmek durumuyla karşı karşıya kalabileceğimi fark ettim…Artık küçükken yaptığım gibi elimi uzatmıyorum, ama büyülü anları eskisi kadar hiç bıkmadan, usanmadan bekliyorum.

Alıntıladığım bu sözlerden de anlaşılacağı üzere, kendisiyle, kendi kişisel tarihiyle yüzleşen, kendisini ve yaşadığı hayatı sorgulayan, yaptığı yanlışlardan ders alan, bir insan için taşınması gerçekten çok ağır bir yük olan kin ve nefret duygularından kurtulmaya çalışan Marlon Brando, sadece başarılı bir sinema sanatçısı değil, aynı zamanda otoriteye, bayağılık derecesindeki konformizme şiddetle karşı olan, kendisini topluma, insanlara karşı sorumlu hisseden donanımlı bir entelektüeldir.

Daha henüz on yaşında iken mazlumları koruyan, kuşları vurmaktan vazgeçen, onların da bizim kadar yaşamaya hakları var diyerek karıncaları ezen arkadaşlarına dur diyen, yerde kağıt parçası gördüğünde ben almazsam onu yerden kim alacak diye düşünen, sonra alıp çöp kutusuna atan Marlon Brando, hayatı boyunca ezilen, hakları çiğnenen insanların yanında ve onların destekçisi olmuştur.

Öyle olduğu için onu 1940’lı yıllarda, Hitler Almanya’sında yaşadıkları insanlık dışı zulme tepki olarak İsrail Devleti’nin kurulmasına destek verirken gördüğümüz gibi, çok daha sonraki yıllarda Yahudilerin Filistinlilere yaptıkları insanlık dışı muamelelere ve saldırılara tepki gösterirken görürüz.

1950’lerin sonunda, 1960’lı yılların başında şekillenmeye başlayan yurttaşlık hakları hareketinin en önde gelen destekçilerinden birisi olan Marlon Brando, Martin Luther King’in ‘Bir Hayalim Var’ sözleriyle başlayan ünlü konuşmasını yaparken onun birkaç adım ötesindedir. Siyahların haklarının verilmesine ilişkin yasaların çıkmasını Kennedy’den, Johnson’dan, Humphrey’den daha çok Bessie Smith’in, Emmet Till’in, Medgar Eversen’ın, Rosa Parks’ın, James Meredith’in ve hayatta kalmayı başarabilen pek çok tanığın başarısı olduğunu ifade eden Marlon Brando, bu konuda beyazlara yönelik şu eleştiriyi yapmayı da ihmal etmez: ‘Yurttaşlık haklarının kabul edilmesinden sonra herkes siyahların hayatlarının daha yaşanılabilir bir hal alacağını düşündü ki, birçok yönden de öyle oldu gerçekten; öncekinden biraz daha fazla imkana sahip oldular böylece. Fakat bir şey değişmeden kaldı: küçük bir siyah çocuğun aklının bir köşesinde yer etmiş, umutlarını gerçekleştiremeyeceğine ilişkin inancı: çünkü bilinçsizce de olsa çocuklara siyah olarak hayatta pek şanslarının bulunmadığı öğretilmeye devam ediliyordu.

Sadece siyahlar konusunda değil, Kızılderililer konusunda da son derece duyarlı olan Marlon Brando, Başkan Kennedy ile yaptığı bir sohbet sırasında Kennedy’nin ‘Kızılderililerle neler yaptığınızı biliyoruz’ şeklindeki aba altından sopa gösteren sözlerine ‘Ben de sizin neler yapmadığınızı biliyorum’ yanıtını verir.

Amerikalı beyazların kıtaya ayak bastıktan sonra Kızılderililere yaptıklarının, Nazilerin Yahudilere yaptığı soykırımla aynı olduğunu ifade eden Marlon Brando, Kızılderililere verdiği desteği, sadece yaptığı açıklamalarla, ABD Kızılderili Hareketi Komisyonu’nun toplantılarına katılmakla sınırlandırmaz, protesto eylemlerine de fiilen katılır. Yüzyıl önce yapılan antlaşmalarda, ‘dağlar durdukça, çimenler büyüdükçe ve güneş dünyanın tepesinde parladıkça’ diye yazmasına, bu bağlamda Kızılderili kabilelere yaşadıkları bölgelerde serbestçe avlanmaları için sonsuza kadar hak tanınmış olmasına rağmen, Washington, Tacoma’da, Puyaallup Nehri’nin ağzında Kızılderililere konan balık avı yasağına karşı yapılan protesto eylemine katıldığı için 1964 yılında tutuklanır.

Kızılderililere yapılanları protesto etmek için ‘Baba’ filmindeki rolünden dolayı 1973 yılında layık görüldüğü en iyi oyuncu Oscar ödülünü almaya gitmeyen, yerine bir Apaçi Kızılderilisi olan Sacheen Küçük Tüy’ü ödülü reddettiğini bildirmek üzere gönderen Marlon Brando, hatıralarında bu konuyla ilgili olarak Hollywood’u da: ‘Altmış yıldır Kızılderilileri sistemli şekilde kötü tanıtan, onları yerden yere vuran bir endüstriyi pohpohlamak, üstelik tam o sıralarda Wounded Knee’de iki yüz Kızılderili kuşatma altına alınmışken böyle bir kutlamaya katılmak bana çok komik görünmüştü’ diyerek eleştirir.

Godfather/Baba’ filminin konu aldığı Mafyasal işler ve ilişkilerle, Amerika’nın Vietnam politikası ve CIA’nın yaptıkları arasında ilinti kuran Marlon Brando, bu konudaki görüşlerini hatıralarında şöyle ifade eder: ‘Çete cinayetleriyle Anka Kuşu Operasyonu ve CIA’nın Vietnam’daki infaz programı arasında sanki çok mu fark var? Devletin gerçekleştirmiş olduğu diğer şeyler de Mafyanınkiler gibi kişisel değildi, sadece bir işti, o kadar. Tamam, Mafya’da ahlaki değerler işlemiyordu ve şiddet hüküm sürüyordu, ama yapılanlar aynı şekilde görev hizmet bilinciyle yapılıyordu; Mafya’nın yaptıklarıyla çok uluslu şirketlerin gemilerinin gittikleri yerlerde denizlere zehirli kimyasal madde akıtmaları arasında pek fark göremiyorum. Mafya, çete savaşları sırasında birçok kişinin ölmesine neden olabilir, olmuştur da, fakat filmi yaptığımı sıralarda CIA’nın Altın Üçgeni’nde uyuşturucu işine karıştığını, sorgulamalar sırasında insanlara işkence yaptığını ve gangster çetelerini aratmayacak şekilde infazlar gerçekleştirdiğini de burada hatırlatmakta fayda var. Joy Gallo gibi gangsterlerin gerçekleştirdikleri infazlar ile Diem Kardeşler’in Vietnam’da infaz edilişleri arasında pek fark göremiyorum; aradaki fark olsa olsa, ülkemin bu infazları daha büyük bir ikiyüzlülükle gerçekleştirmiş olmasıdır. Henry Cabot Lodge televizyona çıkıp Diem Kardeşler’in ölüm sebeplerini açıklarken yalan söylediği gün gibi ortadaydı, ama kimseden çıt çıkmadı, çünkü insanlar ABD’nin gayri ahlaki bir şey yapmayacak kadar büyük bir ülke olduğu masalına inanıyordu. Mafya’ya mensup insanlar nereden bakarsanız bakın başkanlarının ve diğer politikacıların içinde bulundukları ortamlardan daha sıkı yasalarla yönetilen ortamlarda yaşıyorlar. Politikacılar dürüst çalışacaklarına dair İncil’in üzerine el basmak yerine, sözlerinde durmadıkları takdirde ayaklarından çimentolanıp Potomac Nehri’ne atılacaklarını bilselerdi ne olurdu acaba, merak ediyorum doğrusu. Politikadaki yozluk hızla düzelirdi herhalde.

Annemin Öğrettiği Şarkılar’ isimli kitabın bu satırlarını okurken, Marlon Brando’nun unutulmaz filmlerinden birisi olan ‘Çirkin Amerikalı’ geldi aklıma. William J.Lederer ile Eugene Burdick’in birlikte yazdıkları kitaptan uyarlanan filmde, Güneydoğu Asya’da hayali bir ülkeye büyükelçi olarak giden Harrison Carter McWhite’ı canlandıran Marlon Brando’nun bu filmini izlediğimde, filmi, ABD’nin Üçüncü Dünya Ülkelerine uyguladığı çirkin siyasetin bir metaforu olarak değerlendirmiştim. Başlangıçta kendisinin de böyle bir yaklaşım içinde olduğuna işaret eden Marlon Brando, hatıralarında daha da ileriye gidiyor ve aslında bu filmin, Dullers kardeşlerin uydurdukları ‘komünistlerle işbirliği’ yalanı yüzünden 58 bin Amerikalıyla binlerce Vietnamlıyı ölüme gönderen yanlış politikaların bir metaforu olduğunu ifade ediyor. Bununla da kalmıyor, ABD’nin Güney Amerika’dan Asya’ya kadar komünizm aleyhtarlarını beslediğini, o ülkelerin yurttaşlarını ülkelerine yabancılaştırdıklarını, dünyanın özgür ülkelerinde kendi tiranlıklarını kuran, halkın demokrasi hayallerini engelleyen, kendilerini zenginleştirmenin ötesinde bir avuç zengin azınlığı kollayan totaliter bu liderlerin ve yönetimlerin arkasında ABD’nin bulunduğunu, CIA’nın seçimle işbaşına gelmiş hükümetlerin çalışmalarını engellediğini, devletlerin iç işlerine karıştığını söylüyor ve Ferdinand Marcos örneğini veriyor.

Amerika’ya neden çamur atıyorsun, Amerika sana karşı cömert değil miydi?’ diye düşünenlere ise şöyle yanıt veriyor: ‘Evet, tabii Amerika bana karşı cömertti. Ama bu bir lütuf değil. Alnımın teriyle, kendimi geliştirip hayatımı sürdürmemi sağlayan şeyleri hakkıyla kazandım. Doğru şartlar altında bulunmasaydım, şansım yardımcı olmasaydı başıma neler gelirdi bilmiyorum. Belki bir dolandırıcı olup hapsi boylardım, belki de yüksek okul mezunu aramayan bir yerde iş bulacak kadar şanslı olur, örneğin bir montaj fabrikasına girer, evlenir, üç çocuk yapar, elli beş yaşlarına gelince de birçok Amerikalı gibi posası çıkmış bir şekilde kapı önüne bırakılırdım.’

Sinema yıldızı olmayı planlamadığını, bunu arzulamadığını, buna heves etmediğini, geçimini sağlamak, hayatını sürdürmek dışında oyunculuğa özel bir istek duymadığını, her şeyin kendi kendine geliştiğini ve olduğunu belirten Marlon Brando, kendisi üzerinde çok emeği olan, elinden tutan büyük sinema yönetmeni Elia Kazan’a, bu konularla ilgili olarak bir keresinde şöyle dediğini yazıyor: ‘İşte karşında kafası kabaklaşmaya başlamış orta yaşlı bir hiç. Rol yaparken kendimi bir sahtekar gibi hissediyorum. Hayatta her şeyi yaptım, düzüştüm, içtim, çalıştım ama bunların hiçbirinin anlamı yok. Dünyada bu kadar önyargı, adaletsizlik, nefret, açlık, yoksulluk ve acı kol gezerken film çevirmek bana aptalca ve alakasız bir şeymiş gibi geliyor, koşulları iyileştirmek adına üstüme düşeni yapmam gerektiğini hissediyorum.

Bu düşüncelerden hareketle Birleşmiş Milletler Uluslararası Çocuklara Yardım Fonu’na (UNICEF) gönüllü olarak katılan Marlon Brando, UNICEF adına televizyon spotları hazırlar, UNICEF’in tanıtılmasıyla ilgili basın toplantıları yapar, bağış kampanyaları düzenler, kendisi de önemli miktarlarda bağış da bulunur.

Yetmiş yaşına geldiğinde, kendisiyle yüzleştiğinde ve yaşadığı hayatın bir muhasebesini yaptığında ise şöyle yazar: ‘Felsefi açıdan kendimi Kızılderililere yakın hissediyorum. Onlardan çok şey öğrendim çünkü. Yahudiler gözümü açan insanlar oldular, bilginin değerini ve öğrenmeye saygı duymayı onlardan öğrendim. Siyahlardan da aynı şekilde birçok şey aldım. Fakat sanırım yaşayış biçimi bakımından üzerimde en çok etkisi olan insanlar, Polinezyalılar. Hayatın nasıl yaşanacağını Tahiti’de öğrendim. Bununla birlikte, hiçbir zaman bir Tahitili olamayacağımı da fark ettim…Bir kültüre hayran olabilir, o kültürü sevebilir, o kültüre bir ucundan da olsa tutunmayı başarabilirsiniz ama hiçbir zaman oraya ait olamazsınız. Sizi siz yapan şeylerden asla kurtulamazsınız.

Neden mi yazdım bu yazıyı? Marlon Brando’yu hem sinema bir sanatçısı hem de nitelikli bir entelektüel olarak önemli ve değerli bulduğum için yazdım. Bir de bizim ülkemizdeki iktidar yalaması bazı sözde sanatçılara belki örnek olur diye yazdım…!