ANILARIMDAN BİR SAYFA – ANKARA BAROSU’NUN ELLİ YILLIK İKİNCİ KEZ BARO BAŞKANLIĞI’NA ADAY OLMAMA GELENEĞİNE BAŞ KALDIRDIĞIM VE İKİNCİ KEZ BARO BAŞKANLIĞI’NA ADAY OLDUĞUMU AÇIKLADIĞIM 27 NİSAN 2006 TARİHLİ TOPLANTIDA YAPTIĞIM KONUŞMA –

27 Nisan 2006 günü Türk-İş Konferans Salonu tıka basa doluydu. Bana karşı olanlar da, beni destekleyenler de oradaydı. Attila Sav, Sadık Erdoğan, Semih Güner, Ünsal Toker, Erdal Merdol, Hakkı Süha Okay başta olmak üzere baronun bütün ağır abileri en ön sırada yerlerini almıştı. Toplantı başlamadan önce Attila Sav yanıma geldi ve Önder Bey’in mesajını iletti. Mesaj şuydu; ‘bir daha aday olmasın, geleneğe saygılı olsun.’ Ben de kendisine ‘artık bu saatten sonra geri dönmem mümkün değil’ şeklinde cevap verdim.

Aslında ben ikinci kez aday olmayı istemiyor, geleneğe bağlı kalmayı düşünüyordum. Ama o kadar çok üstüme gelinmişti ki, bir daha aday olmam benim yönümden bir onur meselesi haline gelmişti. Zira bana muhalif olan grup ‘geleneği nasıl çiğner, haddini bilsin’, ‘aday olsun da dersini alsın’, ‘gelenek onu boğacak’, ‘aday olsun da haddini bildirelim’ şeklinde sözler söylemek suretiyle hem beni kışkırtıyor, hem de bana meydan okuyordu. Ayrıca yeniden aday olmam konusunda üzerimde çok da baskı vardı.

Toplantıdan önce bastırdığımız, seçildiğimiz tarihten o güne kadar olan faaliyetlerimizi içeren kitapçığı dağıttık. Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nun kurulduğu tarihten itibaren belki de en önemli toplantısı için artık her şey hazırdı. Herkes heyecanlıydı, herkes gergindi. Ama en heyecanlı, en gergin olan bendim. Zira o gün orada ‘bir defa başkan olanın, bir daha başkan adayı olmaması’ yönündeki Ankara Barosu Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nun 50 yıllık geleneğine başkaldıracaktım.

Bu koşullar altında kürsüye çıktım, herkesin dikkatle ve merakla beklediği ve dinlediği aşağıdaki tarihi konuşmayı yaptım; 

(…)

‘Marquez’in ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ romanını okuyanlar bilirler. Nice ihtilallerden, yengiden, yenilgiden, başarıdan, başarısızlıktan, umuttan, umutsuzluktan sonra Albay Buendia köşesine çekilmiş, her sabah bozduğu, ortalığa döktüğü gümüş balıkları yeniden yapmaya başlamıştır. Günleri ve geceleri böyle eritmektedir. Bir gün yanındakilere, bugün günlerden ne diye sorar. ‘Salı’ derler. Albay kızgın bir ifade ile ‘bugünün dünden ne farkı var? Hiçbir farkı yok. O zaman dün de Salı’ydı. Ondan önceki gün de Salı’ydı. Yarın da Salı. Her gün Salı’ der.

Bakın çevrinize. Fikir düzeyinde, dünyaya bakış anlamında, dünyayı anlama ve yorumlama bağlamında, her günü ‘Salı’ olarak yaşayan çok sayıda insan görürsünüz. Bu insanlar, sadece her günü ‘Salı’ olarak yaşamıyorlar. Daha da kötüsü 1940’ların, 1950’lerin dünyasında yaşıyorlar. Hep Salıların ve daha hala 1940’ların, 1950’lerin değerlerini savunuyorlar.

Dünyanın değiştiğini anlamamakta, görmemekte ve kendilerini değiştirmemekte ısrarlılar. Oysa dünyanın yeni koşullarına uyum sağlamak için gerekli olan donanımları edinmenin tek yolu, insanın kendisine ait özellikleri geliştirmesinin tek yolu değişimdir.

Heraklit ‘aynı ırmakta iki kez yıkanılmaz’ der­ken değişime işaret ediyordu. Buddha ‘Her merhaba yeni bir vedanın başlangıcıdır. Hayatta hiçbir şey kalıcı değildir’ derken değişime vurgu yapıyordu. ‘Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş / Her gün bir yere konmak ne güzel/Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş / Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım’ diyen Mevlana da değişime işaret ediyordu.

Marksist gelenekten gelen arkadaşlarımız iyi bilirler. Solun, solcuların referansı olan Marks’ın yaptığı nedir? Değişimin felsefesini yapmaktır. Onun için Marks, felsefesini değişimin üzerine inşa etmiştir. Doğru da yapmıştır. Zira değişmeden ayakta kalabilmek mümkün değildir. Bakın doğaya, değişmeyen ağaç, değişmeyen çiçek ölüyor. Değişmeyen, kendisini değiştirmeyen, dönüştürmeyen insanlar da, toplumlar da, devletler de, kuruluşlar da ayakta kalamıyorlar. İnsanlık tari­hi bunun trajik örnekleri ile doludur.

Değişim korkusu, dünyayı bilmemekten ileri gelir. Dünyayı yeterince bilmeyince, neden değişimin gerekli olduğu, vazgeçilmez olduğu, yaşamsal olduğu anlaşılamaz. Öyle olunca da, değişimden söz etmenin gereksiz bir ‘kendinden vazgeçme’ olduğu düşünülür. Oysa dünya, değişmeye çalışan ve ancak değiştiği oranda ‘kendisi olarak kalabilen’ binlerce insanla doludur.

Her çağda ve hemen her toplumda, düşleri gerçeklerle, hayalleri yaşamla buluşturan insanlar çık­mış ve ülkelerinin kaderlerine hükmetmişlerdir.

Üstün yetenekli, özel donanımlı bu insanlar, kendi toplumlarının insanlarına güç vermişler, cesaret vermişler, örgüt­lenme enerjisi vermişler, doğru politik ve pozitif hedefler göstermişlerdir. Siyaset dilinde buna vizyon diyorlar.

Bizim için daha hala ulaşılması gereken bir değer olan Atatürk’ü anlatmak için söyledim bütün bunları. Atatürk’ün kendisi diyor ki, ‘Ben arkamda hiçbir dogma bırakmıyorum. Ben kendi çağımın gerektirdiği doğruları yaptım. Ey yükselen yeni kuşak! Cumhuriyeti biz kurduk, siz yüceltecek ve devam ettireceksiniz’.

Şimdi, her günü ‘Salı’ olarak yaşayanlar, Büyük Atatürk’ü de sadece ‘Salı’ da yaşatıyorlar. Cumhuriyetin demokratikleşme yönünde evrilmesinin, tam da Atatürk’ün söylediği ve hedef gösterdiği bağlamda Cumhuriyetin yücelmesi olduğunun ayırtında olmayanlar, Atatürk’ün Serbest Fırkayı kur­durmakla, Cumhuriyeti demokrasi yönünde geliştirme düşüncesinde olduğunu, özgürlüğü sadece yurttaşlıkla özdeşleştiren Cumhuriyet kültürünü değil, çeşitliliği ve çoğulculığu savunan, insan hakları ile yurttaşın ödevlerini karşıt kutuplara koyan demokratik kültürün gerçekleşmesini hedeflediğini anlamayacak kadar tarih bilgisinden ve bilincinden yoksun ve Atatürk’ü yorumlamaktan aciz olanlar, benim Cum­huriyetin demokratikleşme yönünde evrilmesi gerekir yönünde yazdığım bir yazıyı malzeme olarak kullanıp, beni Cumhuriyetçi olmamakla, İkinci Cumhuriyetçi olmakla suçluyorlar.

Biz Cumhuriyetçiliğimizi, Atatürk’e olan bağlılığımızı kimseyle, ama hiç kimseyle yarıştırmıyoruz, yarıştırmayız da. Ama eğer yarıştıracaksak, esas Cumhuriyetçi, esas Atatürkçü olan biziz beyler, kırmızıçizgileri olanlar değil.

Karl Popper’in özlü ifadesiyle “insanlar şaşılacak ölçüde telkine gereksinim duyuyorlar. Sizler, her şeyi biliyor olabilirsiniz, ama ben hiçbir şey bilmiyorum. Ben ve benim gibi düşünenler, sadece tahmin ediyoruz. En sağlam bilgimiz, üç bin yıllık bir süreç içinde insanlık olarak yarattığımız büyük doğa bilimsel bilgimizdir. O da, sadece tahminlerden ve varsayımlardan ibarettir. Kesin bilgi isteyen ve onsuz olamayacağına inanan insanlar, tehlikeli ölçüde telkine gereksinim du­yan insanlardır. Bu konumdaki insanlar, kesinlik, güvenlik, otorite, lider olmaksızın yaşamaya cesareti olmayan insanlardır. Çocukluk çağında kalmış olan insanlardır. Ama kesin bilgi, mutlak doğru diye bir şey yoktur. Bilim doğruluk arayışıdır, kesinlik arayışı değil­dir. Doğruluk, gerçeklik ise, mutlak doğruluk, mutlak gerçeklik değildir. Doğruya yaklaşabiliriz, ama mutlak doğruya, kesinliğe asla ulaşamayız. Bilim sorunlarla başlar. Sorunları akılla, yaratıcı kuramlarla çözmeye çalışır. Çoğu kuram esasen yanlıştır veya doğruluğu denetlenemez. Değerli olduğu düşünülen denetlenebilir kuramlarda hata aranır. Hataları bulmaya ve gidermeye çalışırız. Hatalardan ders alarak, dersler çıkararak ilerleriz. Düşünen insanlar olarak hepimizin görevi, doğru olanı bulmaktır. Doğru olan, mutlak ve nesnel­dir, ama elimizde ya da cebimizde değildir. Sürekli olarak aradığımız, çoğu zaman zor bulduğumuz bir şeydir. Doğru olana yaklaşımımızı sürekli olarak iyileştirmeye çalışırız. Doğru olan, eğer mutlak ve nesnel olmasaydı, yanılmazdık. Dahası, yanılgılarımız da, doğrularımız da hep aynı olurdu.”

Fikirlere, çatışan fikirlere gereksinmemiz vardır. Bu fikirleri nasıl eleştirip, iyileştirip, eleştirel ola­rak sınayabileceğimize dair fikirlere gereksinmemiz vardır. Onun için ve çürütülene kadar kuşkulu fikirleri dahi hoş görmeliyiz. Çünkü en iyi fikirler bile kuşkuludur. Kuşkusuz olan bir şey varsa, o da, hiçbirimizin, karşısında hazır olda durmak zorunda olduğumuz bir fikir olmamasıdır.

Askerlerden daha asker oldukları için kırmızıçizgileri olanlar, bana kırmızı çizgi çizenler, hakikat tekeline sahip olduklarını sanan, askerlerimizden daha asker sivillerimiz iyi dinlesinler.

Bir asker, Genel Kurmay Başkanı Sayın Özkök Paşa bakın neler söylüyor:“Sizlere tavsiyem, hiçbir zaman herhangi bir konuda ileri sürülen bir fikre karşı önyargıyla hareket etmeyiniz. Çok aykırı fikirlerle karşılaşabilirsiniz, hele bu fikirlere vatan haini bir düşünce gibi çok iddialı bir önyargıyla yaklaşırsanız, fikirlerden istifade marjını daha başlangıçta sıfırlamış olursunuz. Asimetri yaratacak fikirlerden ürkmeyiniz. Bazen onlara bakar yanlış, bazen de çok doğru olduğumu­zu anlayabiliriz.”

Alice Harikalar Diyarında’yı okuyanlar, Alice ile kedi arasındaki şu diyalogu iyi bilirler. Alice, kedi­ye sorar: ‘lütfen, hangi yöne gitmemiz gerektiğini söyler misin?’ Kedi yanıt verir : ‘Bu, büyük ölçüde nereye varmak istediğine bağlı’.

Bugün burada hangi yöne gitmemiz gerektiğini belirlemek için toplandık. Herkesin kafasında kuş­kusuz gidilecek yönle, varılmak istenilen yerle ilgili bir fikir vardır. Ama ben çoğumuzun yönünün de, varmayı istediği yerin de aynı olduğuna inanıyorum.

Şimdi ben bu konularla ilgili düşüncelerimi açıkça, içtenlikle ifade edeceğim. Kimse, kimseyi teh­dit etmesin. Kimse kimseyle iktidar yarıştırmasın. Hiç kimse, ama hiç kimse kişisel hesap yapmasın. Kırmızıçizgi çizmesin. Çıksın buraya düşüncesi ne ise, önerisi ne ise, buraya çıksın, burada açıkça söylesin.

Takip edenler, İngiliz İşçi Partisi başkanlığına seçildiği kongrede Tony Blair’in, partisi ile ilgili ola­rak; ‘Bir parti kurulduğu günden itibaren eğer hiçbir değişiklik göstermemiş ise, o parti, parti olmak­tan çıkmış, abide olmuştur’ dediğini anımsayacaklardır.

Demokratik Sol Avukatlar Grubu, eğer kurulduğu gündeki gibi kalmış olsa idi, kuşkusuz abide olurdu. Bugün yaşamasının, bugün ayakta olmasının, bugün bu Baroda hala kabul ve destek görmesinin ne­deni, kurulduğu günden itibaren kendisini değiştirmiş olmasıdır, değişen koşullara bağlı olarak kendisini yenilemiş olmasıdır.

Yenilenmeye bir kez daha gereksinim olduğu geçen seçim sonuçları ile ortaya çıkmıştır. Zira Baroda Birlik Grubu geçen seçimde oyunu 1700’e çıkardı. Aramızdaki oy farkı geçen seçim bağlamında 400. On beş, yirmi gün önce yaptıkları önseçime yaklaşık 1500 katılım oldu. Bunu iyi okumak gerekir.

Geçen seçimden sonra, biz yönetim olarak bunu iyi okuduk ve Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nu, fikri planda olsun, örgütlenme yönünde olsun, proje ve uygulama bağlamında olsun, tabanını genişlet­me konusunda olsun, değiştirmeye ve yenilemeye, eskimiş, güncelliğini yetirmiş kimi paradigmaların yerine yeni değerleri ikame etmeye çalıştık. Barodaki taleplere ve değişik görüşlere dayanan bir temsil mekanizmasını gerçekleştirdik. Bunda da başarılı olduk. Aramıza, dinamik, iş yapan, verimliliği, üretkenliği olan çok sayıda yeni arkadaş katıldı. Kurulların, kurullarda görev yapan genç meslektaşlarımızın önünü açtık. Staj eğitimini, anlayış bağlamında, stajyerlere yaklaşım bağlamında önemli ölçüde değiştirdik, iyileş­tirdik. Bu anlayışı, bu heyecanı, bu zenginliği seçim platformuna taşımamız gerekir.

Böyle yapmayıp da, kişisel hesaplarla, grubu kontrol altında tutma, gruba egemen olma anlayışı ile oligarşik yapılar kurarsak eğer, aramıza katılan yeni arkadaşlarımızı, onlar bizden değil, şimdiye kadar karşımızda idiler anlayışı ile dışlarsak eğer, şimdiki başkandan geriye doğru dört başkandan oluşan bir seçici kurul oluşturursak eğer, ön seçimi şimdiye kadar Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nun listesinden organlara seçilmiş olanlarla yapmaya kalkarsak eğer, bu yanlış olur, bu kendi kendimizi çelmelemek olur.

Onun için hepimizin aklımızı başımıza alması, sorumlu davranması, Demokratik Sol Avukatlar Grubu içinde kendine göre egemenlik alanı yaratmak için değil, Demokratik Sol düşünceyi ve Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nu başarılı kılmak için sürece dahil olması ve katkı yapması gerekir.

Önerim şudur: Koyalım sandığı ortaya. Kendisine güvenen çıksın. Kim baro başkanlığına aday ise, kim yönetim kurulu üyeliğine aday ise, kim delegasyona aday ise, kim denetime aday ise, gelsin sandıkta yarışsın. Disiplin kurulu üyeliği hariç, kim kendisine güveniyorsa, kim bir şey olmayı değil, bir şeyler yapmayı istiyorsa, kim kendisini ve donanımlarını hizmet vermeye yeterli görüyorsa, gelsin sandıkta yarışsın.

Demokrasi yarışmak demektir. Temsilde eşitlik, temsilde adalet, temsilde meşruiyet, seçimde ba­şarı, kısıtlamalarla değil, gruptaki kontrolü elde tutmak amacıyla getirilecek bir başka düzenlemeyi sürdürmekle değil, eşit koşullarda yapılacak seçimle, rekabetle, insanlara bu şansı vermekle sağlanır.

Demokratik Sol Avukatlar Grubu, dernek değildir, siyasi parti de değildir. Kayıtlı üyesi yoktur. Fiili bir topluluktur. Gö­nüllü bir topluluktur. O halde, konulacak sandığa gelip oy kullanmak, kendisini bu fiili topluluğa ait hisseden, oradaki adayları Baromuzun organlarında görev yapmaya layık gördüğü için destek olmak isteyen her meslektaşımızın hakkıdır.

Böyle bir uygulama ön seçime heyecan getirecektir, katılımı artıracaktır. Bunun yaratacağı sinerji genel kurula da olumlu olarak yansıyacaktır.

Oy kullanacaklarla ilgili olarak kimi sınırlandırmalar getirmek, kimi ölçüler getirmek yanlıştır. Ayrıca bu hiç kimsenin, ama hiç kimsenin hakkı da değildir, haddi de değildir. Böyle yapmazsak, sandıkta oy kullanacak olanlarla ilgili olarak bir sınırlama koyarsak, meslektaşlarımızı ön seçim sürecinin dışında tutarsak, açık söyleyeyim seçimi riske sokarız. Demokrasi seçkinlerin, elitlerin rejimi değil, sizin gibi, benim gibi sıradan insanların rejimidir. Bunu bilmek ve hiç unutmamak gerekir. 

Bir diğer önerim, grubu seçime götürmek, ön seçim sürecini yürütmek üzere görevlendireceğimiz ve görevi genel kurul günü sona erecek olan, mevcut yönetim dahil, geriye doğru 4 yönetimde görev yapmış bir arkadaşımızdan ve bugün burada ayrıca seçeceğimiz 5 arkadaşımızdan oluşan 10 kişilik bir Seçim Yürütme Kurulu oluşturalım.

Bu kurula, belirlendikten sonra Baro Başkan adayı, organlara seçilecek diğer adaylar da dahil ol­sunlar. Yetki verelim, bu kurul ihtiyaç duyduğu alt kurulları ve orada görev yapacak arkadaşlarımızı kendisi belirlesin.

Başkaca bir öneri var ise, o önerileri de dinleyelim ve bugün burada bunların kararını alalım.

Geçmiş dönemlerde Başkanlık yapmış arkadaşlarıma önerildiği gibi, bir kez daha başkanlığa aday olmamı öneren, bunu benden talep eden ve hatta beni buna zorlayan meslektaşlarım var. Bu konu üzerine düşüncemi az sonra ifade edeceğim, ama önce izninizle, gelenek ve teamül üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.

Gelenek kavramı paradoksaldır. Çünkü bir şeyden bahseder, ama bambaşka bir şeyin haberini verir. Teoride söylediklerini pratikte inkâr eder. Bizi, geçmişin bugünümüzü bağladığına inanmaya zorlar, ancak, bugün ve gelecekte, bağlanmaya ihtiyaç duyduğumuz ya da bağlanmayı istediğimiz, bir geçmiş oluşturmak için verdiğimiz, vereceğimiz çabalara karşı hemen harekete geçer.

Gelenek, aslında teamülün tam zıddıdır. Teamüle dayalı davranış, düşünce içermeyen davranıştır. Ne açıklama, ne de bahane isteyen ve gerekçesini sunması için sıkıştırıldığında zorlanan bir davranış­tır.

Bu sorgulamanın yol açtığı rahatsızlık, Kipling’in ünlü öyküsündeki kırkayağın içine düştüğü du­rumda olduğu gibi, felç edici bile olabilir. Öyküde, zavallı kırkayak, dalkavuğun birisi, bir sürü ayağından hangisini önce, hangisini sonra yere koyacağını hatırlama konusundaki harika yeteneğini övünce, artık tek adım atamaz hale geliyordu.

İnsan, bunu yapmanın iyi, başka türlü davranmanın kötü olduğuna inandığı için, teamüle göre davranıyor değildir. Aslında, alternatif davranış ve çözüm yollarını, bırakın düşünmeyi, hayal dahi edemediği için böyle davranır.

Diğer taraftan, gelenek bir seçim durumuna gönderme yapar. Gelenek bir görevin adı olarak doğ­muştur. Gelenek, olası, uygulanabilir ve makul, bilinen ya da hatırlatılan bir davranış yolu arasından, birisinin seçilmesi gerektiğinde gündeme gelir. Gelenek, bütünüyle düşünme, akıl yürütme, gerekçe­lendirme ve hepsinden önce de seçmeyle ilgili bir şeydir. Geleneğe bağlılık solun, solcuların değil, muhafazakârların paradigmasıdır.

Önce şunu söyleyeyim. Ben bir dönem başkan olan bir kişinin, ikinci kez başkan olmamasına iliş­kin gelenekse geleneğe, teamül ise teamüle karşıyım. Bunun yanlış olduğu, demokratik olmadığı, kurumsallaşmayı engellediği düşüncesindeyim. Bunu şimdi falan da söylemiyorum. Uzun yıllardan bu yana söylüyorum. Bu geleneğin veya teamülün, bugüne kadar çoktan değişmesi gerekirdi. Bu bağ­lamda, önceki dönemdeki başkanlara, Baromuzu, grubumuzu başarıyla temsil etmiş olan başkanlar­dan bir dönem daha devam etmek isteyenlere haksızlık edildiğini düşünüyorum.

Bu bir, ikincisi benim ikinci kez başkan olmak yönünde bir talebim olmamasına rağmen, olacağım varsayımından ve her nedense endişesinden hareket eden ve adaylığıma geleneği, teamülü gerekçe göstererek karşı çıkan arkadaşlarıma, Demokratik Sol Avukatlar Grubu’na ait başkaca geleneklerin, teamülle­rin zaman içinde ve koşullara bağlı olarak değiştirilmiş olduğunu hatırlatmak isterim.

Bir şeyi daha hatırlatmak isterim. Lütfen, baro siyasetini benim üzerimden yapmayınız. Gelenekse geleneğin, teamül ise teamülün tartışmasını benim üzerimden yapmayınız.

Geleneğin veya teamülün, değişmemesi diye bir gelenek veya teamül yoktur. Gerekir ise değişir, ihtiyaç var ise değişir. Ama üç beş kişi istedi diye değişmez. Üç beş kişi istemedi diye de muhafaza edilmez. Bir kişi için hiç değişmez. Kurumsal yarar var ise, değişir. Onun için geleneğin veya teamülün devamında kurumsal yarar var mıdır, yok mudur? Ona bakmak gerekir. Bu geleneğin veya teamülün konulduğu günün koşulları ile bugünün koşulları aynı mıdır, değil midir? Onu araştırmak gerekir.

Kurumsal yarar var ise, geleneğin veya teamülün tesis edildiği günden bugüne koşullar değişmiş ise, gelenek de teamül de değişir. Gelenekler veya teamüller tabu değildir. Eleştirilmez, üzerinde tartışılmaz şeyler değildir. Dokunulmaz, değiştirilmez şeyler hiç değildir. Yaygın bir kabul varsa, fazlaca talep varsa, kurumsal olarak gereksinme varsa, yarar varsa değişir, değiştirilir.

Başımızı deve kuşu gibi kuma gömmeye gerek yok. Üye sayısı 9000’ne yaklaşan bir baroda, bu ge­leneği, bu teamülü bundan böyle sürdürmek mümkün değildir. Abide olmak istemiyorsak, bu geleneği, bu teamülü ortadan kaldırmamız gerekir.

Bu geleneğin, bu teamülün kaldırılması konusunda yaygın bir kabul ve talep vardır. Birisinin bu konuda risk alması gerekir. Ben bu riski alıyorum. Demokratik Sol Avukatlar Grubu’nun, Baromuzun, mesleğimizin ve meslektaşlarımızın yararına olacağını düşündüğüm için, gözlediğim için bu riski alıyorum. Geleneğin veya teamülün bugün burada oylanmasını falan da istemiyorum. Zira bugün burada yapılacak oylama, sonucu her ne olursa olsun meşru olmaz.

Ben baro başkanlığına yeniden adayım.

Konulacak sandığa geleceğim ve orada diğer aday arkadaşlarımla birlikte yarışacağım. O sandık­ta, hem benim adaylığımı, hem de geleneği, teamülü oylarsınız. Teamülü, geleneği yaşatmak istiyorsanız, beni istemiyorsanız, beni sandıkta boğar, teamülle, gelenekle birlikte yaşarsınız. Oradan çıkacak sonuca ben saygılı olacağım. Seçilemediğim takdirde, oradan çıkacak adayın arkasında ertesi günden itibaren yüreğimle, aklımla duracağım.

Baro başkanı olarak seçilmemden sonra kendi aramızda yaptığımız bu ikinci toplantı. Büyük bir olasılıkla bu dönem içinde bir başka toplantı olmayacak. Risk aldım, yeniden aday oldum. Seçilememe olasılığımı dikkate alarak, size bir anlamda veda niteliğinde bir şeyler söylemek istiyorum.

İçe dönük kutuplaşma üretmek ve buna enerji tüketmek bir siyasal genetiktir. Bunu görev süremiz içinde yapanlar oldu. Enerjilerini epeyce harcadılar, hala da harcıyorlar, ama bizim enerjimizi tüketemediler, başarımızı da önleyemediler. Bu genetikle hareket eden siyasal aklın reflekslerinin sahayı etkilemesinin önüne epeyce geçtik. Ama sayıları az da olsa, bu genetikle hareket edenler yok olmadı ve yok olmayacaklar. Çünkü bundan besleniyorlar.

Önümüzdeki süreçte de, Baroya, Demokratik Sol Avukatlar Grubu’na zarar vermeye çalışacaklar. Bunu hep birlikte göreceğiz. Dileğim, sağduyusuna inandığım meslektaşlarımın bunu görmeleri ve buna izin vermemeleridir.

Seçildiğim günden itibaren hiç kimseyi dışlamadım. Önseçimde bana destek oldu, olmadı diye düşünmedim, bunu ölçü alarak davranmadım, herkesi, ama herkesi kucakladım. Benimle anlaşmak isteyen herkesle anlaştım. Kavga etmek isteyenlerle, kişisel çıkarlarını, iktidar hırslarını ve kavgala­rını, Baronun, mesleğin üzerine çıkaranlarla, Baronun, mesleğin ve Demokratik Sol Avukatların yararına yapmayı planladığımız şeyleri yapmamızı engellemeye kalkanlarla, kıyasıya mücadele ettim.

Bunu yapanların geldikleri nokta ile benim ve arkadaşlarımın geldiği nokta ortadadır. Kazanan Baro oldu, kazanan mesleğimiz oldu, meslektaşlarımız oldu, Demokratik Sol Avukatlar Grubu oldu. Önümüzdeki seçimlerde Demokratik Sol Avukatların en büyük seçim propagandası bizim yaptıklarımız olacaktır.

Bunu ben söylemiyorum. Barodaki sessiz çoğunluk söylüyor. Adliye koridorlarındaki insanlar söylüyor. Başarılarımızı, yaptıklarımızı onlar anlatıyorlar. Aday adayı olduğum süreçte, sizin önünüze vaatleri içeren bir programla, bu program içinde yer alan projelerle çıktım.

Bugün burada dağıtılan broşürü incelediğinizde göreceksiniz, ön seçim öncesinde benim vaat ettiklerimin, önseçimden sonra Demokratik Sol Avukatlar Grubu olarak vaat ettiklerimizin hemen hepsini, ben ve arkadaşlarım daha görev süremiz bitmeden büyük ölçüde gerçekleştirdik. Görevimizi hakkıyla yapmış olmanın, size, sizin verdiğiniz desteğe layık olmanın iç huzurunu ve mutluluğunu yaşıyoruz. Tek tesellimiz de budur.

Bize güvenenlere, bize destek olanlara, verdikleri destek ve gösterdikleri güvenle bizi başarıya ta­şıyanlara, kendi adıma, yönetim kurulu üyesi arkadaşlarım adına, kurullarımızda başkan olarak, üye olarak özveriyle görev yapan arkadaşlarım adına teşekkür ediyorum.

Beni ve yönetimimi daha seçim günü yalnız bırakanlara, seçildiğimiz günden itibaren bizi zora sokmaya çalışanlara söylüyorum. Benim hiç kimseyle kişisel kavgam yok. Ben bir şey olmak için değil, bir şeyler yapmak için Baro Başkanlığına talip oldum.

Yaşamım boyunca, geride bıraktığım hiçbir şeye, ama hiçbir şeye dönüp bakmadım. Hep önüme, hep geleceğe baktım. Yine önüme bakıyorum.

Görevim biter, yeniden yola çıkarım, önüme başkaca pozitif hedefler koyarım ve arkama bakmadan geleceğe doğru yürür giderim.

Bir şey yapmak için talip olduğumuz yönetim görevinde, ben ve arkadaşlarım, iyi niyetle bir şeyler yapmaya çalıştık. Yaptığımızı da sanıyorum. Yapılanların hepsi bir emek ürünüdür.

Bunlar için, kendi adıma, arkadaşlarım adına teşekkür istemiyorum. Zira görevimizi yaptık. Ama benim emeğime, arkadaşlarımın emeğine saygı duyulmasını istiyorum. Herhalde çok şey istemiyorum.

Eğer vicdan sahibi iseniz, eğer masum bakmasını biliyor iseniz, bizim emeğimize saygı duyarsınız. Takdir sizin.

Geldim gidiyorum. Benden sonra gelecek olanların üzerinde gölge olmayacağımdan emin olabilirsiniz. Benden hizmet istenildiğinde, hizmet vermeye hazır olacağımdan emin olabilirsiniz. Baronun içinde, yönetimin içinde, kurulların içinde adamlarımın olmayacağından emin olabilirsiniz.

Zira benim adamlarım değil, arkadaşlarım, dostlarım vardır. Arkadaşlarımın da, dostlarımın da, baronun emrinde olacağından emin olabilirsiniz.

Bir şeyden daha emin olabilirsiniz. Onu da Voltaire söylüyor: “Tahammül insan olmamızın getir­diği bir sonuç olarak ortaya çıkar. Hepimiz zaaf ürünüyüz. Hata yapma eğilimi taşırız. Hata yapabili­riz. Ve hatta yapmışızdır da. O halde birbirimizin saçmalıklarını karşılıklı olarak bağışlayalım. Zira insan haklarının birinci ilkesi budur.”

Hatalarım olmuştur. Yaptığım hatalardan dolayı kimseden beni bağışlanmasını talep etmiyorum. Ama ben, bana yapılanları, bana haksızlık yapanları bağışladım. Sadece bunu bilmenizi istiyorum.

YENİ BİR ÇEVİRİ – PRATİK ZİHİNSEL ETKİ VE ZİHİNSEL ÇEKİCİLİK –

Şimdilerde İngilizceden Türkçeye çevirmek için üzerinde çalıştığım kitabın ismi “Practical Mental Influence and Mental Fascination/Pratik Zihinsel Etki ve Zihinsel Çekicilik.

Kitap,  Amerikalı avukat, tüccar, yayıncı ve yazar William Walker Atkinson tarafından yazılmış. Okültist (doğaüstü uygulamalarda yetkin olduğu düşünülen kişi) ve Yeni Düşünce hareketinin öncüsü olan William Walker Atkinson, insan, toplum, kişisel gelişim kategorilerinde çok sayıda kitap yazmıştır ve aynı zamanda Aralık/1908’de yayımlanmış olan “Kybalion”un isimli eserin de yazarlarından birisidir.

Kybalion”, Eski Mısır ve Eski Yunanistan’daki hermetik felsefe üzerine yapılmış bir çalışma olup, kimilerine göre bir inisiye, kimilerine göre bir peygamber olan ve Antik Yunanca metinlerde simyanın, astronominin, tıbbın ve bilgeliğin kurucusu olarak gösterilen ve bu metinlerde “üç kere büyük Hermes” anlamına gelen “Hermes Trismegistus” olarak isimlendirilen Hermes-Thoth’un öğretilerini aktarmayı amaçlayan bir kitaptır.

Bu kitabın eski hermetizme dayandığı ifade edilmekle birlikte, birçok kişi bu kitapta yeni düşünce akımının nispeten modern olan söylemlerinden söz edildiğini ileri sürmektedir. Bu söylemler, “zihinsel simya” ya da “zihinsel simya sanatı” olarak da betimlenen zihinsel dönüşüm üzerinedir ve kişinin gerek kendisinin, gerekse başkalarının zihinsel durumunu ve halini iyileştirmek amacıyla uyguladığı teknikleri referans olarak almaktadır. William Walker Atkinson, “Zihinsel Dönüşüm” isimli eserinde bundan “Mistik Psikoloji” olarak söz etmektedir.  

William Walker Atkinson’un “Zihinsel Dönüşüm” isimli kitabı yedi prensip üzerine kuruludur ve bu yedi prensip: “Zihincilik Prensibi, Benzerlik Prensibi, Titreşim Prensibi, Kutupluk Prensibi, Ritim Prensibi,  Sebep ve Sonuç Prensibi, Cinsiyet Prensibi”nden oluşmaktadır.  

Bu prensiplerden Zihincilik Prensibine göre “Evren zihinden ibarettir.

Benzerlik Prensibine göre “hayatın ve varoluşun farklı boyutlarındaki olayların ve yasaların arasında daimi bir ilişki vardır. Buna göre bir şey gökte neyse yerde de odur; yine bir şey yerde nasılsa gökte de öyledir.” Bu prensip bağlamında  “Büyük Fiziksel Boyut, Büyük Zihinsel Boyut, Büyük Ruhsal Boyut” arasında da bir ahenk, bir anlaşma, bir ilişki ve bir benzerlik vardır.

Titreşim prensibine göre evrendeki her şey hareket halindedir, hiçbir şey durma halinde değildir, bu bağlamda her şey hareket etmekte, titremekte ve bir daire çizmektedir. Bu prensibe göre Madde, Enerji, Zihin ve hatta Ruhun farklı oluşumlarda olmalarının nedeni bunların farklı “titreşim“lere sahip bulunmalarından dolayıdır. Bir şeyin titreşimi ne kadar büyükse, ölçekteki konumu da o kadar büyüktür. Böylece “Her şey“in (Bütünlük’ün) sonsuz bir titreşim seviyesi vardır; bir tekerleğin çok büyük bir hızla döndürülmesinin tekerleği hareketsiz zannettirmesi gibi her şey neredeyse durur haldedir. Zihinsel dönüşüm bu prensibin uygulaması olarak betimlenmiştir. Buna göre, zihnin bir halini bir diğerine dönüştürmek onun titreşim seviyesini değiştirmekten geçer. Kişi bunu kendi iradesiyle ve bilinciyle istenilen şeye “dikkatini sabitleyerek” başarabilir.

Kutupluk prensibi her şeyin çift yönlü, çift kutuplu olduğunu ve dolayısıyla her şeyin tersinin de bulunduğunu söyler. Buna göre var olan her şeyin iki tarafı vardır. Her şey aynı zamanda hem “vardır” ve hem de “yoktur“, bütün doğruların yarısı doğru yarısı da yanlıştır, her şeyin iki yüzü vardır. Böylelikle, aslında zıt olan şeyler birbirinin aynısıdır, ama dereceleri farklıdır. Zıt kutuplar karşılaştığında bütün çelişkiler ortadan kalkabilir. Soğuğun ve sıcağın kesin bir tanımları yoktur, bunlar ancak birbirlerine kıyasla vardırlar. Soğuk da sıcak kadar yakabilir; zira aynı anda zıt iki kutup birbirine kaynaşmıştır. Aynı şekilde nefret aşka ve aşkta nefrete dönüşebilir. Zıt iki kutup birbirine dokunur ve birbirleri içinde kaybolur.

Ritim prensibine göre var olan her şeyin ölçülebilir bir hareketi vardır. Bu hareket, içeri ya da dışarı, arkaya ya da öne sallanma, ya da sarkaç hareketi şeklinde olabilir. Bu ritim Kutupluk Prensibinde anlatılan kutupların arasında oluşur. Ancak bu ritmin kutupların zıt tarafında kadar ulaştığı anlamına gelmez; esasen bu çok nadir bir olaydır.

Sebep ve Sonuç Prensibine göre her sonucun bir sebebi ve her sebebin bir sonucu vardır. Şans ya da rastlantı diye bir şey yoktur; bunlar ancak sebebi bilenemeyen ya da algılanamamış olayların sonuçlarıdır.

Cinsiyet prensibi var olan her şeyin cinsiyeti olduğunu söyler. Ancak Kybalion’un yazarları, bunun çoğu kez anladığımız cinsel cinsiyetten ziyade “oluşturmak, peyda etmek, yaratmak…” gibi genel anlamlarda kullanmaktadır. Cinsiyet, Erkek ve Kadın prensipleri olarak meydana gelmiştir ve kendisini bütün boyutlarda (Fiziksel, Zihinsel, Ruhsal) göstermektedir.

Zihinsel Cinsiyet, erkek ve kadın prensiplerine dayanan hermetik bir kavramdır ve bu birisinin fiziksel cinsiyetini ifade etmez. Bu kavrama göre bireyin fiziksel cinsiyeti ile zihinsel cinsiyetinin aynı olmaları gerekmemektir. İdeal olarak, birey dengeli bir zihinsel cinsiyete sahip olmak ister.

Kybalion’un öne sürdüğü kavram, cinsiyetin evrenin tüm boyutlarında var olduğu ve bunların farklı boyutlarda sahip oldukları farklı özellikleri göstermekte olduklarıdır. Aynı zamanda, var olan her şeyde ve herkeste bu iki özelliğin ve prensibin bulunduğu yazılmaktadır.

Kadın prensibi, daima izlenim alma konumundadır. Dolaysıyla bu prensip daima yeni fikirler üretmek için hayal gücüyle çalışır. Bu yönüyle kadının erkekten daha fazla faaliyet alanı vardır.

Erkek prensibi ise, daima izlenim verme ve izlenimleri ifade etme konumundadır. Erkek kendi iradesiyle, yeni fikirleri, kavramları işlemek ve meydana getirmek için harekete geçer.

Bu çerçevede, iki güç arasında bir denge olmalıdır. Kadın olmazsa erkek sınır, düzen ya da mantık olmadan hareket eder ve bu da kargaşaya neden olur. Erkek olmazsa kadın, sürekli düşünür konumda kalır ve harekete geçemez; bu da durgunluğa neden olur. Kadın ve Erkek beraber çalışırlarsa, düşünceli bir eylem meydana gelir; bu da Kadının ve Erkeğin birbirlerini tamamladıklarına işaret eder.

Benim çevirisini yaptığım kitap on iki dersten/kısımdan oluşmaktadır. Bu derslerin/kısımların başlıkları: “Titreşim Yasası – Düşünce Dalgaları – Zihinsel İndüksiyon – Zihinsel Konsantrasyon – Zihinsel İmaj – Zihinsel Çekicilik/Etkileyicilik – Hipnotize Edici Etki – Uzaktan Etkileme – Kitleleri Etkilemek – Bilgi İhtiyacı – Büyülü Siyah Ve Beyaz – Kendini Koruma” şeklindedir.

Bu derslerden/kısımlardan ilginç bulduğum “Titreşim Yasası” ve “Düşünce Dalgaları” başlıklı bölümleri aşağıda sizinle paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum. Saygılarımla.

TİTREŞİM YASASI

Tarih öğrencileri, bir insan zihninin diğerleri üzerindeki gizemli etkisine dair sürekli bir referans zinciri tespit etmişlerdir. En eski kayıtlarda, geleneklerde ve efsanelerde, bir bireyin diğer kişilerin zihinleri üzerinde tuhaf ve esrarengiz bir güç/iktidar kullanmasının ve bu gücün/iktidarın diğer kişileri iyi ya da kötü yönde etkilemesinin mümkün olduğuna dair genel inanca göndermeler bulunabilir. Daha da ötesi, herhangi bir öğrenci, bazı bireylerin, “şeyleri” ve koşulları dahi kendi gücüne/iktidarına göre bükebilen bazı zihinsel güce sahip olduklarına dair bir inanç bulacaktır.

Bu gezegendeki insan tarihinin karanlık geçmişinde bile bu inanç vardır ve bu inanç maddi biliminin şiddetli muhalefetine rağmen varlığını günümüze kadar istikrarlı bir şekilde sürdürmüştür. Geçen yıllar bu inancı etkilememiş ve bu inanç Yirminci Yüzyılın bu şafak vaktinde yeni bir güç ve canlılık kazanmıştır, çünkü bu inancın taraftarları cesur bir şekilde öne çıkmışlar, şüpheci materyalist düşünürlere karşı tavır almışlar, gerçeği savunmuşlar ve bunun kesin olarak hurafecilik, safdillik ve cahilce fantezi kategorisinin elinden alınması konusunda ısrar etmişler ve nihayetinde bu inanç “bilim” adını almıştır.”

Eğer olup bitenler bu kadar acınası olmasaydı, geçmiş çağların en bilge insanlarının çoğunun yaptığı şeyleri aptalca bir hayal olarak bir kenara iten ve bunları hakikat olarak kabul eden ve öğreten materyalist düşünürler okulunun küstah, kendini beğenmiş, ukala ve şımarık tutumuna bakmak eğlenceli olurdu. Bu durumda, “her şeyi bilen” modernler, binlerce akıllı insanın günlük yaşamlarında fiilen meydana geldiği bilinen ve insanlığın deneyiminin yüzyıllar boyunca tüm ülkelerde ve bütün ırklarda ortaya koyduğu hakikatleri küçümserlerdi.

Bu konularla ilgili bütün sorun, materyalist okulun “zihin” olarak bilinen şeyin sadece maddi beynin kendine özgü bir eylemi olduğu şeklindeki dogmatik varsayımında yatmaktadır; hatta bazı yazarlar “tıpkı karaciğerin safra salgılaması gibi beynin de düşünceyi salgıladığını” savunmaktadırlar. Yine bu görüşte olanlar, zihnin işleyişinin, elektrik, manyetizma, ışık, ısı, yerçekimi, uyum vs. olarak bilinen enerji türlerinden çok daha üstün bir enerji biçiminin tezahürü olduğunu kabullenmeyi reddetmektedirler. Çünkü zihinsel enerji, onların ellerindeki araçlara kaydedilmiş değildir. Dolayısıyla onlar, daha düşük enerji formlarının titreşimlerini yakalayıp kaydetmek için tasarlanan daha yüksek bir zihinsel enerjinin mevcut olmadığı sonucuna varmaktadırlar. O nedenle, onlar, kendi materyalist anlayışlarına uygun bir teori formüle ederek, kendi teorileriyle bağdaşmayan tüm gerçekleri göz ardı etmeye çalışmaktadırlar. Eğer onlar, kendi dar teorilerine sığmayacak bir gerçek bulurlarsa, bir yazarın söylediği gibi “gerçek için bu kadarı daha kötü” derler ve bunu hemen görmezden gelirler veya buna karşı çıkarlar.

Ama eğer aslına bakılırsa, araştırmacı, Zihinsel Etki olgusunu açıklamak için metafizik açıklamalara başvurmak zorunda değildir. Eğer fizik biliminin kendi olguları doğru şekilde yorumlanırsa, bu yorum, gizemin ipucunu verecek ve dürüst araştırmacıya kafa karıştırıcı bilmeceyi çözebileceği yolda ilerleyebileceği doğru adımları gösterecektir. Gerçek çözümün metafizik alanda bulunduğunu bilmemize rağmen, yine de fizik bilimi dahi metafizik kardeş biliminin olgularını desteklemek ve ikincisiyle çelişmek yerine metafizik olgulara ilişkin bir teori için bilim insanına bilgi vermeye hizmet edecek fiziksel temelli olan benzer olguları ve ilkeleri sağlama yönünde ilerleyecektir.

Öğrenci, fizik bilimi söz konusu olduğunda, bunun “Düşünce Aktarımı” olgusuyla başlaması gerektiğini hemen görecektir, çünkü konunun bu aşamasında, olgu biçiminde olan diğer birçok kanıt temel bir ilke olarak bulunabilir. Bu serinin sırasıyla “Zihin Okuma” ve “Psikomani” başlıklı önceki iki cildinde “Düşünce Aktarımı” ile ilgili pek çok örnek verdiğimiz için bunun aynısını burada tekrarlamamıza gerek bulunmamaktadır. Zira bu konudaki esas olgu, “Düşünce Aktarımının” var olduğu ve metafizik düşüncenin gerçeklerine başvurmadan tamamen bilimsel temellere dayanarak bunun açıklanabileceğidir. Bu bağlamda, biz, bunun güçlü bir ifade ve olumlu bir iddia olduğunu biliyoruz, yine aynı şeyin kanıtlanabileceğini de biliyoruz. Şimdi konunun bu evresini ele alalım.

İlk olarak fizik bilimi, madde ve enerjideki tüm formların, derecelerin ve görünen farklılıkların altında, “Titreşimler” olarak bilinen şeyde tezahür eden bazı temel enerjinin bir tezahürünün bulunabileceğini öğretir. Zira Maddi Dünyadaki her şey titreşim halindedir ve bu titreşim her zaman yüksek dereceli bir hareket ortaya koyar. Esasen titreşim olmasaydı maddi evren diye bir şey olmazdı. Bilimin atomu oluşturduğunu öğrettiği elektronik parçacıklardan, atom ve moleküle, maddenin en karmaşık formlarının ortaya çıkmasına kadar, her zaman mevcut olan bir titreşim vardır. Ve enerjinin, ışığın, ısının, elektriğin, manyetizmanın diğer tüm formlarında da her zaman bir titreşim mevcuttur. Aslında fizik biliminin kendisi, titreşimin sadece diğer kuvvetlerin ve çeşitli enerji türlerinin çeşitli biçimlerinin altında yatan temel kuvvet olduğunu, bunların sadece maddeden kaynaklandığını öğretmez, zira maddenin çeşitli formları arasındaki görünür farklar, değişen derecelerdeki titreşimler nedeniyle ortaya çıkarlar.

Bu, tıpkı insan kulağının ayırt edebildiği en alçak ses tonu ile aynı duyu organının ayırt edebildiği en yüksek ses tonu arasındaki farkın sadece titreşim hızı farkı olması veya spektrumun bir ucunda donuk kırmızı, diğer ucunda mor, çivit mavisi, mavi, yeşil, sarı ve turuncu olarak bilinen ara renkler ve bunlardan kaynaklanan tüm ton bileşimlerinin bulunması gibidir. Yine bilimin bildiği soğukluk derecesi ve düşünülebilecek en yüksek ısı derecesi – tıpkı bu büyük farkların sadece ve tamamen değişen titreşim oranlarından kaynaklanması gibi – maddenin veya kuvvetin herhangi bir veya bütün biçimleri arasındaki fark da basit bir titreşim meselesi hızıyla ilgilidir. Kısacası, tüm maddi ve fiziksel “şeyler” sadece farklı titreşim oranlarına ve yine görünürdeki farklılıklarına rağmen bunların hepsi sadece “her şeyin kendisinden çıktığı sonsuz ve ebedi enerjinin” tezahürleridir; bunların farklılıkları sadece titreşimin onlarda tezahür etmesi gibi farklı derecelerdeki titreşimlerden kaynaklanır. Unutmamak gerekir ki bu, “belirsiz felsefeden“, “boş metafizikten” veya “spiritüalist aşırılıklardan” (materyalist yazarlardan alıntı yapmak gerekirse) değil, çağın en büyük fizik bilimcilerinin resimlerinde ve eserlerinde referans aldıkları, ileri sürdükleri ve kabul ettikleri olgulardır. Metne ilişkin kitaplar bunu herkese kanıtlayacaktır.

Ve daha da ötesi, herhangi bir akıllı fizik bilimci size bilimin, titreşimlerini bilimin hassas araçlarının bile kaydedemeyeceği kadar yüksek olan ama yine de etkileri bulunan bir şeyi ortaya çıkaracaktır. Bilim dün sadece “x-ışınlarını” ve diğer yüksek Radyo Aktivite biçimlerini “yakalayabilmiştir“, oysa bu ışınlar ve kuvvetler her zaman mevcuttur. Ve yarın bilim, daha da yüksek enerji türlerini kaydedebilecek aletleri mükemmelleştirecek, mevcut aletlere güle güle diyecek, bazı bilim adamları düşüncenin ince titreşimlerini kaydedecek bir enstrümanı mükemmelleştirecek ve belki de zamanla birileri bu enstrümanı sadece bu tür düşünce titreşimlerini ve dalgalarını kaydetmekle kalmayacak, aynı zamanda fonograf gibi, tıpkı fonograftan gelen sesleri duydukları gibi, başkalarının düşüncelerini de hissedebilmesi için benzer titreşimleri yeniden üretip gönderebilecektir. Ancak böyle bir öngörü, yüz yıl önce telefonun, fonografın, kablosuz telgrafın ve diğer çeşitli keşif ve icatların öngörülmesinden daha fazla muhteşem değildir.

Gözün göremediği ama hassas enstrümanların açıkça algılayabildiği renkler olduğunu hiç düşündünüz mü? Aslında güneşin yüzü yakan ve fotoğraf plakasına yansıyan ışınları gözle görülmez. Göz daha alt ışınları da görür, ancak daha üstteki ışınları sadece bu amaca uygun aletlerle tespit eder. Odanın içinden geçen X-Işınını gözleriniz göremez ama fotoğraf plakası o ışını yakalar ve onun ışığıyla bir fotoğraf yapılabilir. Gözle görülebilen ışınlar, sadece daha alttaki ışınlardır; yüksektekiler gözün kaydedemeyeceği kadar yüksektedir ve en hassas aletin menzilinin ötesinde dahi, kaydetme gücüne dahi meydan okuyacak kadar yüksek titreşim oranına sahip ışınlar ve ışık dalgaları mevcuttur. ​

İnsan kulağının duyamayacağı ama mikrofonun yakalayıp yükseltebileceği seslerin olduğunu biliyor muydunuz? Bilimsel hayal, akar (çn: Akarlar, tarihsel olarak Acari ya da Acarina, örümceğimsiler alt sınıfından küçük eklembacaklıları kapsayan, parafiletik bir grup.) ve benzeri böceklerin şarkılarını yakalayıp, onları ayırt edilinceye kadar büyütecek aletlerin hayalini inşa eder. Sizin tarafınızdan algılanmayan ama yine de makineleri çalıştırmaya veya elektrik ışıklarını yakmaya yetecek kadar güçlü olan elektrik dalgaları vücudunuzdan geçebilir. Bu konuyla ilgili olarak bazı seçkin bilim adamlarının sözlerine kulak verelim:

Ünlü bir bilim insanı ve akademisyen olan Prof. Elisha Gray bu konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Hiçbir insan kulağının duyamayacağı ses dalgalarının ve hiçbir gözün göremeyeceği renkli ışık dalgalarının var olduğuna ilişkin düşünce spekülasyonunun pek çok dayanağı vardır. Hareket halindeki evrende, saniyede 40.000 ila 400.000.000.000.000 titreşim arasında uzun, karanlık, sessiz bir alan ve saniyede 700.000.000.000.000 titreşimin ötesinde ışığın kesildiği sonsuzluk aralığı olduğu hususunda spekülasyon vardır.

Yine tanınmış bilim yazarı Prof. Williams bu konuyla ilgili olarak şunları ifade etmektedir: “Ses duyumlarımızı yaratan en hızlı dalgalanma veya titreme ile en hafif sıcaklık duyumumuzu doğuran en yavaş dalgalanma veya titreme arasında bir derecelendirme yoktur. Bunların aralarında, başka bir hareket dünyasını içine alacak kadar geniş, bizim ses dünyamız ile ısı ve ışık dünyamız arasında uzanan çok büyük bir boşluk vardır; maddenin böyle bir ara faaliyette bulunamayacağını veya bu tür bir faaliyetin ara duyulara yol açamayacağını varsaymak için hiçbir iyi neden de yoktur; yeter ki, onların hareketlerini duyulabilir hale getiren ve tespit eden organlar olsun.

Gördüğünüz üzere, titreşimlerin bilimsel teorisinde, fizik biliminin alanının dışına çıkmadan, Zihinsel Etki olgusunun taraftarlarınca iddia edilen her şeyin bilimsel açıklaması için metafizik düzlemi istila etmeden fazlaca yer bulunabilir. Yine aynı kaynakta, ilerledikçe değinebileceğimiz daha birçok delil ve ispat aracı vardır.

Tek bir hakikat vardır ve o hakikat de Ruhsal; Zihinsel; ve Fiziksel tüm düzlemlerde tezahür eder: – ve bu hakikatin tezahürleri de birbirleriyle uyuşur ve örtüşür. Dolayısıyla hiçbir Mentalistin, (çn: Düşünce ve davranışları yönlendirme uzmanı) Fizik Biliminin testinden korkmasına gerek yoktur, çünkü her plan kendisinin altındakilerin veya üstündekilerin olgularını ve fenomenlerini ortaya koyacaktır, zira Üç, Bir’in değişen aşamalarından başka bir şey değildir. Biz bu küçük çalışmamızda Fizik Biliminin düzlemine sıkı sıkıya sarılacağız, çünkü konuyu ancak böyle yaparak ve öğretiyi metafizik terimlerle ifade etmeye çalıştığımızdan çok daha fazla kişi için daha açık hale getirebiliriz. Sonuçta bir çelişki yoktur. Hakikatin her bir parçası diğer bir parçayla iç içe olmalıdır, çünkü bu parçaların hepsi bir bütünün parçalarıdır.

DÜŞÜNCE DALGALARI

Son kısımda, enerjinin ve diğer meselelerin bütün tezahürlerinin altında titreşimlerin yattığını gördük ve aynı zamanda, bilinen herhangi bir enerji formu tarafından doldurulmayan titreşimsel enerji alanları olduğunu gösteren iki seçkin bilim insanından da alıntı yaptık, bu alıntının çıkarımı doğanın süreçlerinde hiçbir boşluk olmadığı sürece, bu bilinmeyen alanların, bilinmeyen belirli enerji formları tarafından işgal edilmesi gerektiğinin henüz fizik bilimi tarafından bilinmediği şeklindeydi. Tüm ülkelerin ve çağların okültistleri (çn: Okültizm veya gizlicilik, genel anlamıyla, din ve bilimin kapsamı dışında kalan doğaüstü inançlar ve uygulamalar bütünüdür. Okültist de doğaüstü uygulamalarda yetkin olduğu düşünülen kişi demektir) ve aynı zamanda modern Zihinsel Bilimler öğretileri, zihnin, düşüncenin beyindeki tezahüründe, son derece yüksek titreşimli bir enerji türü ürettiğini göstermektedir, bu tezahür düşünürün beyninden titreşim dalgaları halinde yansımakta ve daha sonra kendi etki alanı içindeki diğer kişilerin beyinlerini etkilemektedir.

Tüm Zihinsel Etki öğrencileri, bir yanda elektriksel ve manyetik enerji fenomeni ile diğer yanda zihinsel enerji fenomeni arasında ortaya çıkan yakın benzerliğin farkına varmışlardır. Bu husustaki analoji o kadar yakındır ki, buradan hareketle, elektrik ve manyetik olaylarla ilgili bilimsel olarak kanıtlanmış olguları alıp, olaylar alanında çarpıcı derecede yakın bir benzerlik bulmanın kesinliğine doğru güvenle ilerleyebiliriz. Ve bu olgunun kabul edilmesi, zihinsel alandaki çalışanların, dikkat ettikleri çeşitli olguları bir araya toplamalarına ve zihinsel etkinin teorisini ve pratiğini geliştirmelerine yardımcı olur.

Her şeyden önce, düşüncenin üretilmesinin ve Zihinsel Durumların tezahürünün beyin maddesinin “yanmasına” ve bunun sonucunda yüksek titreşim gücüne sahip bir enerji biçiminin üretilmesine yol açtığı artık araştırmacılar tarafından iyi bilinen ve kabul edilen bir olgudur. Fizyologlar bu olgunun farkındadır ve ders kitapları da buna atıfta bulunmaktadır. Deneyler, duygu ve düşünce yoğunluğuna bağlı olarak beyin sıcaklığının arttığını, elektrik enerjisi üretim sürecine çok yakın benzerlik taşıyan bir enerji üretimi ve beyin maddesi tüketiminin de şüphesiz olduğunu göstermiştir. Ve bu kabul edildiğinde, bu enerjinin bir kez serbest bırakıldığında, bilinen diğer enerji türlerinin yayılmasına benzer bir şekilde, yani titreşim kuvveti “dalgaları” biçiminde beyinden bırakılması veya gönderilmesi gerektiği sonucu çıkar. Işık ve Isı bu şekilde hareket eder; elektrik ve manyetizma ile Radyo Aktivite güçleri de böyle hareket eder. Ve Zihinsel Etki araştırmacıları yaptıkları deneylerle Düşünce Dalgaları, Düşünce Radyasyonu, Düşünce İndüksiyonu gibi şeylerin ve elektrik ve manyetizmanın ortaya koyduğuna benzer tezahürlerin de diğer birçok aşamasının olduğunu göstermişlerdir.

Tanınmış seçkin Fransız bilim adamı Flammarion bu konu hakkında şunları söyler: “Dolayısıyla önceki gözlemlerimizi, bir zihnin, alışılagelmiş sözcükler ya da başka herhangi bir araç olmadan, belli bir mesafeden diğerine etki edebileceği görünür iletişim araçları sonucuyla özetliyoruz. Eğer olguları kabul edersek, bu sonucu reddetmek bize tamamen mantıksız görünür. Bu sonuç fazlasıyla kanıtlanacaktır. Bir fikrin uzaktan beyni etkileyebileceğini kabul etmenin bilimsel olmayan, romantik hiçbir yanı yoktur. Bir insanın uzaktan diğerine etki etmesi bilimsel bir gerçektir; bu, Paris’in, Napolyon’un, oksijenin ya da Sirius’un varlığı kadar kesindir. Aynı otorite şunu da belirtir; “Şüphe yok ki, fiziksel gücümüz, eterin içinde, tıpkı eterin tüm hareketleri gibi kendisini uzaklara ileten ve bizimkiyle uyum içinde olan beyinler tarafından algılanabilir hale gelen bir hareket yaratır. Psişik bir eylemin ruhani bir harekete dönüşmesi ve bunun tersi, telefonda meydana gelene benzer olabilir; burada diğer uçtaki plaka ile aynı olan alıcı plaka, iletilen sesli hareketi yeniden oluşturur, ancak burada ses aracıdır ama bu ses elektriktir. Ancak bunlar sadece karşılaştırmalardır.

Bir kişinin zihninde veya beyninde bir düşünce veya duygu üretildiğinde, üretilen enerji, zihinsel enerji dalgaları şeklinde kişinin beyninden dışarıya akar ve düşünürün yakın çevresinden, düşüncenin veya duygunun gücüyle orantılı bir mesafeye yayılır. Bu Düşünce Dalgaları, bir sonraki bölümde açıklanacak olan Zihinsel İndüksiyon yasalarına göre, kendi güç alanlarına giren diğer kişilerin zihinlerinde de benzer titreşimler uyandırma özelliğine sahiptir.

Sonraki bölümlerde Zihinsel Etki konusunu ele almaya devam ederken, Düşünce Dalgalarının çok ve çeşitli tezahür biçimlerini göreceğiz. Bu noktada olgulara sadece genel bir açıdan bakacağız.

Düşünce Dalgaları çeşitli formlarda ve aşamalarda tezahür eder. Bazıları, tüm düşünürlerin zihinlerinden, bilinçsizce ve amaçsızca yayılan, genellikle çok fazla kuvvet gerektirmeyen ve uzaklara seyahat eden, yansıtıldıkları kuvvetle orantılı bir etki derecesi sergileyen dalgalardır. Bazıları ise kasıtlı olarak belirli kişilere veya yerlere yönlendirilir ve yönlendirildikleri veya hedeflendikleri noktaya doğru düz bir çizgide hızla ilerlerler. Diğerleri ise büyük bir güç ve kudretle gönderilir, ancak bu dalgalar belirli bir kişiye veya yere yönlendirilmek yerine, kendi güç alanlarına giren herkesi etkileyen büyük enerji girdapları içinde dolaşacak şekilde tasarlanmıştır.

Boş olan ve bilinçsizce ve zihinsel etkinin altında yatan kanunlar hakkında bilgi sahibi olmadan gönderilen Düşünce Dalgaları ile fenomeni yöneten kanunların tam bilgisiyle yansıtılan ve güçlü bir kişi tarafından teşvik edilen ve yönlendirilen Düşünce Dalgaları ile gönderenin iradesi arasında büyük bir fark olduğu kolayca anlaşılacaktır. Burada güç aynıdır, ancak bu gücün derecesi ve etkisinin ölçüsü, gönderilme koşulları tarafından belirlenir.

Bu Düşünce Dalgalarının titreşim gücü, dalganın gönderilmesiyle durmaz, gönderilmesinden sonra da uzun bir süre devam eder. Tıpkı bir odadaki sıcaklığın sobadaki yangın söndürüldükten sonra bile uzun süre devam etmesi gibi, tıpkı çiçeğin kokusunun çiçek odadan çıkarıldıktan uzun süre sonra da odada kalması gibi, tıpkı bir ışık ışınının uzayda milyonlarca kilometre yol alması ve yıldızın varlığı silindikten yüzyıllar sonra bile görünmesi gibi, tıpkı her türlü titreşim enerjisinin ilk dürtü geri çekildikten sonra tezahür etmeye devam etmesi gibi, düşüncenin titreşimleri de düşünceden çok sonra ve hatta onları gönderen beyin toza dönüştükten sonra bile uzunca bir süre devam eder.

Bugün bedenden çoktan çıkmış zihinlerin düşünce titreşimleriyle dolu olan birçok yer vardır. Oralarda çoktan sahnelenmiş trajedilerin güçlü titreşimleriyle dolu yerler mevcuttur. Her yerin, orada yaşayan veya orayı işgal eden çeşitli kişilerin harekete geçirdiği düşünce titreşimlerinden kaynaklanan kendine ait bir atmosferi vardır. Yine her kentin, o kente taşınan insanlar üzerinde etkisi olan kendi zihinsel atmosferi vardır. Bunların bazıları canlı, bazıları donuk, bazıları ilerici, bazıları eski, bazıları sisli, bazıları ahlaklı, bazıları ahlaksızdır; bu da ilk yerleşimcilerin ve bu yerlerin lider ruhlarının karakterinin bir sonucudur. Bu kentlere taşınan kişiler, bu kentlerin atmosferinden etkilenerek ya genel düzeye inerler, ya da eğer yeterince güçlülerse ortamın zihinsel tonunun değişmesine yardımcı olurlar. Bazen koşullardaki bir değişiklik, kente büyük bir yeni insan akınının gelmesine neden olur ve yeni gelenlerin zihinsel dalgaları yerel zihinsel atmosferde belirgin bir değişikliğe yol açma eğilimi taşır. Bütün bu olgular, belki de bu olayın altında yatan yasa ve ilkelere aşina olmayan birçok gözlemci tarafından fark edilmiştir.

Elbette pek çok kişi mağazaların, ofislerin ve diğer iş yerlerinin farklı atmosferlerini fark etmektedir. Bu tür mekanların bazıları insana güven ve güvenlik havası verir; diğer bir kısmı ise şüphe ve güvensizlik duygusu yaratır; bunların bazıları aktif, tamamen uyanık bir yönetim izlenimi verirken, diğerleri zamanın gerisinde kalmış uyanık ve aktif bir yönetimden muzdaripmiş gibi bir izlenim bırakır. Acaba bu farklı atmosferlerin bu mekanları yönetenlerin zihinsel tutumlarından kaynaklandığını hiç düşündünüz mü? İş yerlerinin yöneticileri kendilerine ait Düşünce Dalgalarını gönderirler ve çalışanları da doğal olarak kendileri için belirlenen tempoya göre benzer titreşimler gönderirler ve çok geçmeden her yer belli bir ölçekte titreşmeye başlar. Eğer bu yerlerdeki yönetimlerde bir değişiklik olmasına izin verirseniz,  kısa sürede nasıl bir değişimin kendini gösterdiğini de görürsünüz.

Ziyaret ettiğiniz evlerin zihinsel atmosferlerine hiç dikkat ettiniz mi? Eğer dikkat ettiyseniz o evlerin içinde bulunanların zihinsel skalasındaki çeşitli notaları deneyimleyebilir ve tanıyabilirsiniz. Buralardaki bazı eşiklerde ahenk kendini gösterirken, bazılarında eşiğe adım attığınız anda ahengi solumaya başlarsınız. Bunların bazıları zihinsel sıcaklığı yayar, bazıları ise buzdağı kadar soğuk görünür. Bir an için bunu düşünür, bu bağlamda ziyaret ettiğiniz çeşitli evleri veya yerleri hatırlarsanız, buralarda oturanların zihinsel titreşimlerinin ziyaretçilere nasıl yansıdığını görürsünüz.

Kentlerimizin daha düşük mahalleleri, kötülük yuvaları ve sefahat yuvaları, buralarda yaşayanların düşünce ve duygu karakteriyle titreşir. Ve zayıf iradeli ziyaretçi bu yerlerde böylece baştan çıkarılır. Ve aynı şekilde, belirli yerler, kendi etki çemberlerine girenleri yukarı kaldırma ve yükseltme eğiliminde olan güçlü, yardımcı, yükseltici titreşimlerle doludur. Düşünce ve duygu, titreşim yasası ve zihinsel indüksiyon nedeniyle bulaşıcıdır. Bu yasa anlaşıldığında bireyin kendini koruması ve geliştirmesi sağlanır. Böyle bir bilgi de güç getirir.

DEMOKRASİ, ANAYASACILIK, HUKUK DEVLETİ, LAİKLİK VE ÖZGÜRLÜK ÜZERİNE  –

Etimolojik kökeni itibarıyla demokrasi kelimesinin anlamı halkın egemenliğidir. Yani “self-government/kendi kendini yönetme”dir. Bu görüşe göre demokrasi, siyasi karar alma süreçlerine yurttaşların aktif katılımına dayanan bir yönetim biçimidir.

Günümüzün önde gelen demokrasi kuramcılarından Giovanni Sartori’ye göre liberal demokrasi; yönetilenleri, yani halkı özgürleştirmek ve bu suretle zorbalıktan korumak anlamına gelen “demo-protection” ve yine halkı yetkilendirmek suretiyle yönetime ortak etmek anlamına gelen “demo-power” öğelerinden oluşur.

Halkı zorbalıktan korumak ve özgürleştirmek ise, siyasi iktidarın kullanılmasını sınırlamayı, siyasi iktidarı denetlemeyi ve dengelemeyi, bu suretle yönetimde keyfiliği önlemeyi, bunun için de siyasi iktidarı hukukla bağlamayı, yani anayasacılığı ve yanı sıra malların ve hizmetlerin birbirleriyle serbestçe rekabet edebildikleri piyasa ekonomisinin ehlileştirilmiş ve vahşilikten arındırılmış türü olan insan merkezli sosyal politikaları, uluslararası standartlara ve sözleşmelere dayalı insan hakları hukukunu, tamamı ile şeffaf bir kamu maliyesini gerektirir.

George Sabine artık klasik hale gelen “Felsefi Siyasi Düşünceler Tarihi” isimli eserinde “Liberal bir yönetim biçiminin önemli bir karakteri, belki de en önemlisi, negatif niteliğidir, diğer bir deyişle totaliter olmayışıdır” diye yazar. Gerçekten liberal demokrasi anlayışı, toplumsal ve aynı zamanda ahlaki bir görüşü içinde barındırır. Bu bağlamda liberal demokrasi bir ideolojiyi, bir dünya görüşünü değil, barış içinde ve hep birlikte var olmanın ve yaşamanın, böyle bir yönetim biçiminin çerçevesini ifade eder.

Demokrasi kimseye hiç değer dayatmaz, hiç kimse için bir dünya görüşünü zorunlu kılmaz. Nasıl yaşamamız gerektiğini, yaşamımızı hangi değerler, hangi tercihler üzerine kurmamız gerektiğini söylemez. Demokrasi, sadece herkesin esasen kendisine ait olan ve kimseyi de ilgilendirmeyen yaşamını, kendi felsefi anlayışına ve tercihine göre özgürce yaşayabilmesinin barışçı ve ortak zeminini kurmakla ve sağlamakla yetinir. Bu bağlamda demokrasinin dayandığı iki temel değer vardır; bunlardan birincisi farklılığın kurucu unsur olarak benimsenmesi, yani farklı yaşam tarzlarının meşruluğunun kabul edilmesi, ikincisi ise birincisine bağlı olarak ortak barışçı toplumsal birlikteliğin ve bunun gerektirdiği ortamın sağlanmasıdır.

 “Laissez faire/Bırakınız yapsınlar” anlamındaki “ekonomik liberalizmi” bir tarafa bırakır ve Locke’un, Montesquieu’nun, Madison’ın savunduğu anlamda, yani hukuk devleti, anayasal devlet, siyasal özgürlükler demek olan “siyasal liberalizmi” sahiplendiğimizde ve benimsediğimizde, demokrasinin liberalizmin bir aracı değil, liberalizmin demokrasinin bir aracı olduğunu ifade ve kabul etmemiz gerekir. Bu çerçevede liberal demokrasi, özgürlük yoluyla, yani özgürlükleri kullanmak suretiyle eşitliği sağlamak demektir.

Bu çerçevede işaret etmek gerekir ki, terminolojik anlamda liberal sözcüğü ilericilik ve özgürlükçülük demektir. Sadece siyasal değil, aynı zamanda sosyal reformlardan yana olmak, açık fikirlilik, eleştirellik ve elbette seküler bir dünya görüşünü ve bilimi savunmak demektir.

Esasen hem sol tasavvurun hem de sağ tasavvurun çıkış noktası liberalizmdir. Bunların her ikisi de liberalizme tepki olarak ortaya çıkmış ve gelişmiş olsalar da, her iki tasavvurun da liberalizmi ıska geçmeye hakkı yoktur. Türkiye solunun ısrarla anlamamasına rağmen, özellikle siyasal liberalizm sağa bırakılacak bir argüman değildir.

Günümüzde ve özellikle ülkemizde çok tartışılan konuların başında laiklik ile demokrasi arasındaki ilişki gelmektedir. Peki, laiklik nedir? Laiklik, öncelikle din ve inanç konusunda özgür tercih demektir. Laiklik din olmadığı gibi dini de yok saymaz. Laik devlet, her türlü inanca karşı aynı mesafede duran devlettir. Onun için laik bir devlette, sosyal yaşamın, eğitim, aile, ekonomi, hukuk, görgü kuralları, kıyafet vb. gibi yönleri din kurallarından ayrılarak, zamana, yaşamın gerçeklerine ve gereklerine göre belirlenmesi gerekir.

Kamu düzenin sağlıklı biçimde işleyebilmesi, demokrasinin ve özgürlüklerin tesisi ve korunması amacıyla, insanlığın geliştirdiği en uygar ve barışçıl yöntem olan laikliği, dini devlete karşı koruyan, aynı şekilde devleti de, yani kamu düzenini ve yaşamını da, dine karşı koruyan bir sistem olarak kabul etmek ve gerek laikliğin ve gerekse ortak değerimiz olan devletin meşruiyeti ile egemenliğinin, ancak, din dışındaki diğer meşruiyet ve egemenlik alanlarına taşınarak korunabileceğine inanmak ve bu ilkelere sahip çıkmak gerekir.

Bu bağlamda işaret etmek gerekir ki, her laik demokrat değildir belki ama her demokrat laiktir, laik olmak zorundadır. Zira laiklik demokrasiye mündemiçtir.

Gerek özgürlüklerin korunmasında, gerekse eşitliğin sağlanması ile adaletin gerçekleştirilmesinde, kuşkusuz iktidar temerküzünü ve iktidarın sahip olduğu yetkileri istismar etmesini önlemek için biçimlendirilmiş bir dengeleme ve denetleme sistemi olan anayasacılığa gereksinim vardır.

Gerçekte, anayasa kavramının dayandığı, devlet iktidarının kurallarla sınırlanması ve bu yolla siyasal alanda keyfiliğin önlenmesi düşüncesi modern bir düşüncedir. Avrupa’da mutlakiyetçi yönetimlerin gerilemesi ile birlikte, devlet gücünün denetlenmesi için yararlanılabilecek teknikleri arama sonucunda doğan bu düşünce anayasa kavramını yaratmış olmakla, anayasa kavramı ve kurumu modern çağın ürünüdür.

Anayasa kavramının ortaya çıktığı modern çağa egemen olan düşünce, insanların, aklın keşfettiği ve bizzat o aklın da tabi olduğu doğal yasalarca yönetilen bir dünyaya ait olduğuna vurgu yapar, insanı tarihsel dünya içinde konumlandırır, bu amaçla siyasal itaat yükümlülüğünün kaynağını Tanrısal bir vahiye dayandırarak meşrulaştırmaya çalışan örgütlenme ve egemenlik biçimlerine karşı çıkar.

Devlet iktidarının birey hak ve özgürlükleri lehine sınırlandırılması çabası olarak, az yukarıda çerçevesi çizilen düşünce ikliminin egemen olduğu modern çağda anayasacılık, “sınırlı devlet/limited government” anlayışını gerçekleştirecek bir kurumsal düzenleme arayışı içindeki liberal siyasal düşünceyle, kuvvetler ayrılığı, doğal hukuk ve sosyal sözleşme teorileriyle birlikte ortaya çıkmış ve gelişmiştir.

Nitekim dünyanın ilk yazılı anayasası olan 1787 tarihli Amerikan Anayasası’nın hazırlanma sürecindeki tartışma ve görüşler ile Amerikan Anayasası’nın kurucu babalarına egemen olan siyasi felsefeyi yansıtan en temel belge olan Federalist Külliyat’ta yer alan bilgiler, Amerikan Anayasası’nın temel referansının doğal hukuk öğretisi, kuvvetler ayrılığı ilkesi, özellikle Locke’un sosyal sözleşme kuramı ile bunlardan türetilen siyasi iktidarın sınırlandırılması düşüncesi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

O nedenle, Amerikan Anayasası’nı hazırlayanlar, birey hak ve özgürlükleri yönünden en büyük tehlike olarak gördükleri iktidar temerküzünü, bu bağlamda iktidarın bir kişi veya kurulda toplanmasını, yani güç temerküzünü önlemek amacı ile “denetleme ve dengeleme/check and balance” olarak isimlendirilen, birbirinden bağımsız ve birbirini denetleyip dengeleyen bir model olarak kuvvetler ayrılığı ilkesini, çift meclis ile başkanlık sistemini, daha da ötesi federal bir devlet biçimini tercih etmişlerdir.

Amerikan Anayasası’nı izleyen Fransız Anayasası’nı hazırlayanların anayasa kavramından anladıkları da, kralın iktidarını sınırlayan hukuki ve siyasi bir metindir. Nitekim iktidar temerküzünün önüne geçilebilmesi, siyasal iktidarın kullanımının paylaşılmasının ve bu yolla iktidarın sınırlandırılmasının bir aracı olarak, Fransız Anayasası’ndan önce hazırlanan 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 16.maddesi “Hakların güvence altına alınmasının sağlanmadığı, kuvvetler ayrılığı ilkesinin benimsenmediği toplumlar asla anayasaya sahip değildirler” hükmünü ortaya koymuş ve Fransızlar 1791, 1795, 1848 tarihli ve daha sonraki anayasalarında bu ilkeye bağlı kalmışlardır.

Bu bağlamda işaret etmek gerekir ki, hak ve özgürlükler anayasada düzenlenir, hakların ve özgürlüklerin düzenlenmediği, tanınmadığı ve korunmadığı bir siyasi ve hukuki metni, anayasa olarak kabul etmek elbette mümkün değildir. Ama anayasalar sadece bir haklar ve özgürlükler listesi hazırlanarak yapılmaz, yapılamaz. Haklar ve özgürlükler listesinin yanı sıra, bu hakların ve özgürlüklerin güvence altına alındığı,  iktidarların bu hakları ve özgürlükleri çiğneyemeyeceği, bu hakların ve özgürlüklerin özellikle siyasi iktidarlara karşı korunacağı bir sistem inşa ederek yapılabilir. Bu yapılmadığında insanlar, anayasaları önemli bir farklılık ve güvence yaratmayacak sıradan metinler, yazılı kâğıt parçaları olarak görmeye başlarlar. Dolayısıyla bu tür anayasalara değer vermezler, güvenmezler. Bunun yaşanmış en trajik örneği, Almanya’nın özenle yaptığı ve fakat Hitler faşizmini bertaraf etmekte başarısız olan ve o nedenle “Weimar Sendromu” olarak adlandırılan Alman Anayasasıdır.

Siyasi iktidarların, bireysel hak ve özgürlükleri çiğneyemeyeceği bir sistemin inşasında ve yürütülmesinde, buna bağlı olarak demokrasinin yerleşmesinde ve pekişmesinde en önemli etken, bağımsız ve tarafsız bir yargının varlığıdır. Yargı bağımsızlığının ve tarafsızlığının sağlanamaması durumunda, ne ya da neler olabileceğini Weimar Sendromu bize göstermiştir.

Liberal demokrasi, yarışmaya, yani halkın tercihine dayanmakla, farklı düşünce ve inançları kurucu unsur olarak kabullenmeyi, yani siyasi çoğulculuğu, yani fikirlerin birbirleriyle serbestçe rekabet etmesini, bütün bunlara bağlı olarak karşı siyasi düşüncelerin ve felsefelerin kendilerini ifade etmelerini, bir siyasi parti içinde ve başkaca meşru kurum ve kuruluşlar olarak örgütlenmelerini, siyasi eşitlik temelinde gerçekleştirilen düzenli seçimleri gerektirir. Bütün bunlar, halkı hem yönetime ortak etmenin hem de halkı yetkilendirmenin meşru yolları ve araçlarıdır.

Aslında hukuki olmaktan daha çok, siyasi bir kavram ve hatta siyasi bir ideal olan “hukuk devleti”, devlet iktidarının ve bu iktidarın kullanılmasının sınırlanmasını öngörür. Bu yönüyle modernizmin ürünü olan ve özünde birey hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla siyasi iktidarın sınırlandırılması ilkesine dayanan anayasacılık kavramı ile de örtüşen hukuk devleti “polis devleti” ile “kanun devleti” ve “totaliter/otoriter devlet” anlayışının tam zıddıdır.

Siyaset biliminin dilinde 18.yüzyılın sonlarından itibaren yer bulmaya başlayan ve Anglo-Amerikalıların “supremacy of law/hukukun üstünlüğü” ile “rule of law/hukukun egemenliği” kavramlarının kıta Avrupa’sındaki karşılığı olan hukuk devleti kavramı, temel bir hukuk metnine ilk kez 1946 tarihli Bavyera Anayasası ile girmiştir.

Amerikalıların, İngiliz “common law/ortak hukuk”undan miras aldıkları hukukun üstünlüğü ve hukukun egemenliği ilkeleri, özü itibariyle liberal-demokratik ilkelerdir ve anayasacılık ile sınırlı devlet kavramlarının bir anlamda somutlaştırılmış biçimidir.

ABD uygulamasında, kökleri doğal hukuka dayandırılan ve oradan da Manga Carta’ya geçtiği ileri sürülen ve sınırlama getireceği düşüncesiyle İngiliz ve Amerikan hukukçuları tarafından özellikle tanımlanmasında kaçınılan “due process of law/hukuka uygun usul” ilkesiyle ilişkilendirilen hukukun üstünlüğü ve hukukun egemenliği ilkeleri, anayasanın bir ülkedeki en yüksek yasa/norm olduğunun kabulüne ve bu kabule bağlı olarak ülkeyi insanların değil, kurumların ve en başta da hukukun yönetmesi gerektiği anlayışına dayanır.

Hukuk devleti, hukuka dayandığı için, hukuk sayesinde var olan devlet demektir. Hukuk devleti ilkesi, devletin hukukla bağlanmasını, yönetimde keyfiliğin yerine hukuk kurallarının egemen olmasını zorunlu kılar. İster kıta Avrupa’sındaki isimlendiriliş biçimi ile hukuk devleti, isterse Anglo-Amerikan siyasi ve hukuki geleneğinde yer etmiş biçimiyle hukukun üstünlüğü ve hukukun egemenliği diyelim sonuç itibariyle kastettiğimiz “hukuku olan devlet” değil, “hukukun egemen olduğu/hukukun yönettiği devlettir.” Esasen her devletin öyle veya böyle bir hukuku, bir hukuk sistemi vardır. Burada önemli olan hem bu sistemin hukukun evrensel ilkelerine sahip olması ve hem de işler olmasıdır.

1974 Nobel İktisat Ödülü sahibi ve geçen yüzyılın en önemli liberal bilgelerinden ve iktisatçı olmasına karşın hukuk konusunda da yetkin olan Hayek’in sosyal kuramına göre hukuk devleti, biçimsel anlamda, yani tüm eylem ve işlemlerinde önceden ilan edilmiş kurallara göre hareket eden devlettir. Hayek’in, hukuk devletinin olmazsa olmazı olarak sunduğu en temel argüman, temeli Roma Hukuku’na kadar dayanan “yasaların geçmişe etkili olmaması” ilkesidir. Geçmişe etkili kılınan yasalar, hukuk sistemini güvenilir olmaktan çıkarmakta, sistemi belirsiz kılmakta, bireylerin öngörebilme olanağını ortadan kaldırmakta ve sonuç olarak hukuki istikrarı aşındırmaktadır.

O nedenle bu kurallar, vatandaşlar tarafından önceden bilinmeli ve öngörülebilir nitelikte olmalıdır. Hukuk devletinin asgari koşulu olarak, sadece siyasal iktidarın, yani yürütme erkinin değil, aynı zamanda yasama organın da hukukla sınırlandırılması gerekir. Yine Hayek’e göre, yasaların somut olarak değil, genel ve soyut olarak yapılması ve yanı sıra belli kişi veya grupların lehine veya aleyhine olacak biçimde yapılmaması gerekir.

Değerli akademisyen Sayın Sururi Aktaş’ın, “Hayek’in Hukuk ve Adalet Teorisi” isimli kitabında vurgu yaptığı üzere, Hayek’e göre, yasaların genel ve soyut olması, bireysel özgürlükler yönünden de önem taşımaktadır. Aslında Kant’a ait olan genel ve soyut kurallar kavramının altında özgürlük düşüncesi vardır. Bu düşünce Hayek’i özgül amaçlara dönük emir ve buyruk niteliğindeki talimatların gerçek anlamda yasa olmadığı, dahası bunların özgürlükler için de son derece tehlikeli olduğu sonucuna götürür.

Genel ve soyut nitelikteki düzenlemelerin, bireylere belli kalıplar içinde davranabilme özgürlüğünü sağladığını söyleyen Hayek’e göre, bireyler genel yasaların egemenliği altında kendi yaşam tarzlarını diledikleri gibi belirleyebilirler.

Yasaların genelliği ve soyutluğu ile önceden öngörülebilir olması ilkelerini, devletin müdahalelerinin önüne geçilmesi ve bu yolla bireysel hakların, özgürlüklerin ve girişimlerin engellenmemesi bağlamında önemli, gerekli ve işlevsel gören Hayek’e göre, devletin sosyal ve ekonomik yaşama müdahalesi hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı gibi, kolektivist  ekonomi ve komuta ekonomisi de hukuk devletiyle bağdaşmaz.

Bireylerin ve yurttaşların gelecekle ilgili tasavvurları yönünden öngörülebilirlik sağlayan yasaların belirli ve kesin olma özelliği, diğer bir deyişle “hukuk güvenliği” ilkesi, hukuk devleti ideali için varlığı zorunlu olan bir diğer önemli koşuldur. Hukuki güvenlik ilkesi, devlet/iktidar yetkisi kullananlarla olan ilişkilerinde, bireylerin, gelecekleri ve gelecekteki tasavvurları konusunda güven duymaları anlamına gelir. Gerek hukuki güvenlik ilkesi, gerekse bireylerin gelecekle ilgili meşru ve masum tasavvurlarının korunmasının aracı olan hukuki öngörülebilirlik ilkesi, yönetimde istikrarın sağlanmasının güvencesidir ve bu amaca hizmet eder.

Hukuki istikrar ilkesi gereğince ve yine kişilerin gelecekle ilgili öngörüde bulunabilme imkânına ve dolayısıyla hukuki güvenliğe sahip olabilmeleri için, hukukta ve özellikle idare hukukunda yeni statüler yaratılmaması, var olan statülere uyulması, hukuk kurallarının sık sık ve keyfi olarak değiştirilmemesi gerekir.

Devletin tüm eylem ve işlemlerinin önceden belirlenmiş hukuk kuralları çerçevesinde gerçekleştiği hukuk devletinde, bireylerin temel hak ve özgürlükleri güvence altındadır. Hukuk devletinde, kamusal yetki kullanan hiçbir kişi veya kurumun, yasal dayanağı olmaksızın yetki kullanması, bireylerin temel hak ve özgürlüklerini keyfi biçimde kısıtlamaya kalkışması mümkün değildir. Zira hukuk, hem yurttaşları, yani yönetilenleri ve hem de yönetenleri bağlar. Çağdaş devlet olmanın asgari koşulu da budur. Yani yönetilenlerde ve özellikle yönetenlerde bir hukuk kültürünün, hukuk terbiyesinin, hukuka saygı terbiyesinin, özetle hukuka aidiyet bilincinin olmasıdır.

En temel yasa ve bir ülkedeki en üstün hukuk normu olan anayasada, devletin hukuk devleti olduğunun ifade ve kabul edilmiş olması ve hatta yasaların genel ve soyut biçimde düzenlenmeleri, geçmişe etkili kılınmamaları, hukuk kurallarının önceden belirlenmiş olması, elbette o devletin hukuk devleti olduğunun kabulünü gerektirmez.

Gerçek anlamda bir hukuk devletinin varlığından söz edebilmek için, her şeyden önce kuvvetler ayrılığı ilkesinin de gereği olarak yasama, yürütme, yargı organlarının faaliyet alanlarının çok açık biçimde tanımlanmış, sınırlarının çizilmiş olması ve devletin bu üç temel organının çizilen bu sınırların içinde kalmalarının sağlanması gerekir.

Sadece bizim ülkemizde değil, dünyanın başkaca ülkelerinde de görülüp yaşandığı üzere, faaliyet alanları önceden çok açık biçimde tanımlanmış, iş yapma alanlarının sınırları önceden kesin olarak çizilmiş de olsa, yürütme organının ve hatta yasama organının çizilen sınırların, tanımlanan faaliyet alanının dışına çıktıkları bir olgudur.

O halde, hukuk devletinden söz edebilmek için, bu gibi durumlarda da, yani yasama ve yürütme organının önceden belirlenmiş kurallara aykırı davranmaları, kendilerine tanınan yetkinin dışına çıkmaları durumunda, onları denetleyecek ve dengeleyecek bir mekanizmanın kurulmuş ve işliyor olması gerekir.

Bu mekanizma, hem yürütme ve hem de yasama organının, gerek yargı dışı yollarla, gerekse bağımsız ve tarafsız bir yargı organı tarafından, yani yargısal yoldan denetlenmesidir. Yasama organı üyelerine tanınmış olan; siyasal iktidara veya idareye yönelik olarak yazılı veya sözlü soru sorma, gensoru, meclis araştırması, meclis soruşturması, genel görüşme, bağımsız ve tarafsız kuruluşlar eliyle kamu kurum ve kuruluşlarının mali yönden denetlenmesi, yine her bir kamu otoritesinin kendi teşkilatı içinde oluşturduğu müfettişlik birimiyle kendi kendini denetlemesi, doğrudan devlet başkanının veya cumhurbaşkanının emrinde görev yapan denetleme kurulunun olması, yani yargı dışı tüm denetim mekanizmalarının kurulmuş ve çalışıyor bulunması önemli olmakla birlikte, esas olması gereken, gerek yasamanın, gerekse yürütmenin yargısal yönden denetlenmesidir. Nitekim bizim ülkemizde, idarenin yargısal denetiminin sağlanması amacıyla idari yargı birimi, yasama organının yargısal denetiminin sağlanması amacıyla da anayasa mahkemesi modeli öngörülmüştür.

Hukuk devletinin, hiç kuşkusuz en başta gelen koşullarından birisi, devlet gücünün anayasa ile meşrulaştırılmış olması, yani devletin anayasal bir devlet olmasıdır. Hukuk devletinin bir diğer koşulu, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin, özel alanlarının, yani insan haklarının güvence altına alınmasıdır.

İnsan hakları, insanların salt insan olmalarından dolayı sahip oldukları ahlaki haklardır. Kaynağını doğal hukuktan alan, kökleri eski Yunanda Stoacı felsefeye kadar dayanan ve oradan da Cicero zamanında Roma Hukuk felsefesine aktarılan insan hakları, bir devletin yurttaşı olmayı, bir ırkın veya dinin mensubu olmayı aramaksızın, tüm insanların sahip oldukları evrensel nitelikteki haklardır. Temel ve aynı zamanda devir edilemez nitelikte olan, sivil ve siyasal haklar gibi, sadece yurttaşlara ve belli statülere sahip olan kişilere değil, tüm insanlara ait bulunan insan haklarının tanınması, bu hakların korunması, bu haklara saygılı olunması hukuk devlet olmanın bir diğer koşuludur.

Hukuk devletinin bir diğer asli unsuru, “hukuk önünde eşitlik” ilkesidir. Hukuk önünde eşitlik ilkesi, devlet adına yetki kullananların hiçbir ayrım gözetmeksizin herkese aynı davranmasını, eşit muamele etmesini gerektirir. Hukuk önünde eşitlik ilkesi, “insanların onurlarının eşitliği” olarak ifade edilen ahlaki bir ilkedir. Bu ilke, hukuk önünde herkese eşit saygıyı ve eşit korumayı, yani hukuki tarafsızlığı sağlamayı öngörür.

Hukuk devletinde, var olması gereken bir diğer mekanizma, hak arama yollarının açık olmasıdır. Başta temel hak ve özgürlükler olmak üzere, diğer sivil ve siyasi hakların güvence altına alınabilmesinin asgari koşulu olan hak arama yollarının açık olması, haklarının çiğnendiği iddiasında bulunan kişilere, meşru yol ve araçlardan yararlanmak suretiyle haklarını arama olanağını verir. Dava açmak, açılan bir davada kendini savunmak, şikâyet etmek, ihtiyat-i tedbir, ihtiyat-i haciz gibi koruyucu mekanizmalardan yararlanmak, hak aramanın meşru yolları ve araçlarıdır. Bireylerin hiçbir korku duymadan ve kısıtlamayla karşılaşmadan, devlet aleyhinde dava açmak da dahil olmak üzere hak arama araçlarından özgürce yararlanmaları gerekir.

Masumiyet karinesi”, kanunsuz suç ve ceza olmamasını öngören “suç ve cezaların yasallığı” ilkesi, “suç ve cezaların geçmişe etkili olmaması” ilkesi, “adil yargı(n)lama” ilkesi, savcılar tarafından gelişigüzel dava açılmamasıyla ilgili önemli bir insan hakkı olan “lekelenmeme hakkı”, hak arama özgürlüğünün en önde gelen güvenceleridir.

Gerek hukuk önünde eşitlik ilkesinin, gerekse hak arama özgürlüğünün işlevselliği, hiç kuşkusuz tarafsız ve bağımsız bir yargı organının varlığı ile mümkündür. O nedenle, hukuk devletinin olmazsa olmazlarının başında, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, yargıç güvencesi ve bu kurumların sadece şeklen kurulmuş olması değil, işlevsel olarak çalışıyor olması gelir.

Hak arama özgürlüğünün özellikle ceza yargılamasındaki en önemli güvencelerinden birisi “tabii hakim/doğal yargıç” ilkesidir. Bu ilke gereğince, suçun işlendiği tarihte o suça bakmakla görevli mah­keme tarafından yargılama faaliyetinin yapılması, suçun işlenmesinden sonra yargılama faaliyetini yapmak üzere yeni bir mahkeme ve asla olağanüstü mahkemeler kurulmaması gerekir.

Kazanılmış haklara saygı, hakların kötüye kullanılmaması, iyi niyet, sözleşmeye bağlılık, kusura dayalı sorumluluk, savunmanın bağımsızlığı ve tarafsızlığı, savunma haklarına saygı gibi evrensel nitelikteki hukuk ilkelerine uyulması da hukuk devleti olabilmenin diğer gereklilikleridir.

Siyasi bir kavram olan, çoğu zaman ve pek çoğumuz tarafından, söylenmesindeki cazibeye kapılarak kullanılan özgürlük, açıklanması gerçekten güç bir kavramdır. Eşitlikçi liberal felsefeciler, bireysel özgürlükleri çok fazla önemli ve değerli bulurken, özgürlük kavramına daha bağımsız yaklaşan kimi çağdaş siyaset felsefecileri; benlik, rasyonalite anlayışları, ahlak sistemleri, siyasal tercihler, farklı hayat tarzları arasında ayrım yapmaksızın, özgürlüğü sadece kavram olarak ele alarak açıklarlar.

Marx’ın geliştirdiği felsefe bağlamında özgürlük, edinilmiş haklar toplamı olmayıp, bir süreçtir. Özgürlüğü insani faaliyetin evrenselliği olarak tanımlayan Marx’a göre, insan, kendisini aşan, kendi sınırlarını sürekli olarak genişleten yaratıcı bir varlıktır. Onun için Alman İdeolojisi’nde Marx, özgürlüğü “tüm yönlerde yeteneklerini geliştirme olanağına sahip olma” olarak tanımlar, Komünist Manifesto’da ise “herkesin kendisini özgür bir biçimde geliştirmesi” gerektiğine vurgu yapar.

Sade insanlar olarak, felsefi tartışma ve tanımlamaların dışında kalan bizler, özgürlüğü, toplumsal ilişkilerimizde ortaya çıkan kimi sınırlamalar bağlamında düşünür ve o nedenle gündelik konuşmalarımızda, özgürlüğü, sınırlamaların ya da engellerin olmaması olarak tanımlarız.

Ama gerçek öyle değildir. Jean-Jacques Rousseau’nun, “İnsan özgür doğdu, ama her yerde zincirler vardı” derken kast ettiği gibi, sınırlamalar vardır ve de bunlar çok çeşitlidir.

Esasen, özgürlükle ilgili her türlü önerme, belirli yasakları ve sınırlamaları göstermedikçe ve düzenlemedikçe, ciddi olmadığı gibi, eksiktir de. Aynı biçimde, siyasi düşünce bağlamında, sadece özgürlüğü, özgür bir toplumu talep edenler, hangi sınırlamaların kaldırılmasının gerekli olduğunu ortaya koymadıkça, tutarlı davranıyor sayılamazlar.

Tüm toplumlarda ve bütün zamanlarda, değişik türden kısıtlamalar mevcut olmakla, toplum içinde ve başkaları ile birlikte yaşamaktan vazgeçmeyi ve tamamen kendi kendisine yeten bir hayat yaşamayı seçen bir münzevinin çığlığından söz etmiyorsak, ya da Turgenyev’in hiçbir kural ve değer tanımayan nihilist Bazarov’unu kendimize rehber olarak almıyorsak, sınırsız ve engel tanımayan bir özgürlük anlayışını savunmak ve bunu talep etmek mümkün ve doğru değildir.

O halde, özgürlük, sınır ve kural tanımamayı değil, toplumları izin verdikleri toplam özgürlük miktarı bakımından karşılaştırmak ve eleştirmek koşuluyla, sınırları ve kuralları hukukla belirlemeyi gerektirir.

Her ne kadar, İngiliz hukukçusu ve düşünürü Bentham, “yürürlüğe konulan her yasa bir özgürlük ihlalidir’ diyerek, yasa ile özgürlüğü birbirinin düşmanı olarak göstermekte ve özgürlükle, özgürlüğünün sınırlanması arasındaki zorunlu dengeye, ancak toplumsal yarara ve duyacağımız hazza yapacağı katkıyla ulaşılabileceğini savunmakta ise de, elimizde hazları derecelendirebilecek, ortak faydayı ölçebilecek bir alet olmamakla, değişik türden sınırlanmaların fayda bağlamında karşılaştırılması mümkün değildir.

Sanırım bu konudaki doğru yaklaşım, kendisini büyük İngiliz düşünürü Locke’la ifade eden liberal gelenekçi yaklaşımdır. Locke’un meşhur ifadesi ile “Hukukun amacı, özgürlükleri kaldırmak veya kısıtlamak değil, aksine bunları korumak ve alanını genişletmektir.

Öyle sanıyorum ki, buradaki doğru yaklaşım, Locke’un, daha genel bir ifade ile liberal geleneğin izini süren Hayek’in ifadesi ile her kanunun kötü olmadığını, hukuki çerçevenin özgürlük için akılcı bir zorunluluk olduğunu, bir bütün olarak özgürlüğün ve onun bir parçası olarak özgür eylemin, ancak önceden bilinen kurallardan oluşan hukuki bir çerçeve içinde mümkün olabileceğini kabul etmek ve özgürlüğü bu çerçevede tanımlamak ve savunmaktır.

Son bir söz. O da ülkemizde son günlerde fazlaca dile getirilen “sivil anayasa/darbe anayasası” üzerine. Hemen ifade etmek gerekir ki; anayasacılık literatüründe “sivil anayasa/darbe anayasası” diye bir kavram, bir ayrım veya bir sınıflandırma yoktur. “İyi anayasalar, kötü anayasalar, anayasacılık felsefesine uygun anayasalar, sahte veya sözde anayasalar” vardır. Kaldı ki, siviller ya da askerler tarafından yapılan, hem iyi hem de kötü, hem anayasacılık felsefesine uygun olan, hem de uygun olmayan, sahte olan, sözde olan anayasalar vardır.

Anayasacılığın özü birey hak ve özgürlükleri lehine siyasi iktidarın sınırlandırılması olmakla, anayasanın birey hak ve özgürlüklerini güvence altına alması, hem bunun için hem de siyasi iktidarı sınırlandırmak için kuvvetler ayrılığı ilkesini öngörmesi gerekir.

Değil ise “anayasal devletten” söz etmek mümkün değildir. Bu durumda, olsa olsa sadece “anayasası olan bir devletten” söz edilebilir.   

SEVCAN SÖNMEZ’İN “FİLMLERLE HATIRLAMAK/TOPLUMSAL TRAVMALARIN SİNEMADA TEMSİL EDİLİŞİ” İSİMLİ KİTAbI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME –

En son okuduğum kitabın ismi: “Filmlerle Hatırlamak/Toplumsal Travmaların Sinemada Temsil Edilişi.” Kitap, Yaşar Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi/Film Tasarımı Bölümü öğretim üyesi Doç.Dr.Sayın Sevcan Sönmez tarafından yazılmış.

Gerçekten okunmaya değer nitelikteki ve içerikteki kitabı bana, Ankara Barosu’nun entelektüel başkanı, değerli meslektaşım Sayın Mustafa Köroğlu hediye etti. Bir solukta okuduğum kitabın ilk sayfasına Sevgili Köroğlu “Sevgili Ahsen Başkan’a, Yazdığı kitaplarla hatırlamayı başka bir eylemselliğe dökmesinin kıymeti için teşekkürlerimle…” diye yazmış.

Hatırlanmak, unutulmamak demektir. Unutulmamak ve hatırlanmak, unutmayanlar ve hatırlayanlar için vefalı bir duygu ve davranış, hatırlananlar için de hoş bir duygudur. Hele güzel hatırlanmak daha keyifli bir şeydir, daha hoş bir şeydir. Öyle olduğu için olsa gerek Orhan Veli o güzel şiirinde “Beni güzel hatırla!/Bunlar son satırlar./Farzet ki bir rüzgardım, esip geçtim hayatından./Ya da bir yağmur, sel oldum sokağında./Sonra toprak çekti suyu, kaybolup gittim./Belki de bir rüyaydım senin için, uyandın ve ben bittim. Beni güzel hatırla…” demiştir.

Hem kitap için hem de “beni hatırladığı, güzel hatırladığı için” Sayın Başkan’a en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Sağ olsun, var olsun. Unutanların da, hatırlamayanların da canları sağ olsun, onlar da var olsunlar…!   

Gelelim  kitaba.   Her ülkenin olduğu gibi Türkiye’nin de yaşadığı zor zamanlar olmuştur. Zor zamanlar, gerek siyaseten, gerekse hukuken evrensel normların ve standartların uygulanmadığı, ülkenin ve toplumun kendisini sorguladığı, içinde bulunulan zihni atmosferin sağlıklı düşünmeye ve kararlar almaya imkân vermediği zamanlardır.

Zor zamanlar, Anayasa Mahkemesi’nin değerli başkanı Sayın Zühtü Aslan’ın bir makalesinde ifade ettiği gibi, “…hukuk literatüründe yer aldığı biçimiyle olağanüstü hal, sıkıyönetim veya savaş gibi gerçekten sıra dışı durumları ve zamanları karşılamak için kullanılmaktan daha çok, devletin gerçek veya hayali bir düşmana karşı teyakkuza geçtiği, bu düşmanla baş edebilmek için temel hak ve özgürlükleri kısıtladığı, hukukun sağladığı güvenceleri yok saydığı, bütün bunları yapabilmek için sivil veya resmi başkaca güçleri kullandığı ve hatta yargı organlarıyla kimi zaman ittifak ve işbirliği yaptığı zamanlardır…

Zor zamanlar, gerçekte var olmayan, var olsa da abartılan, kimi zaman da hayali olarak yaratılan bir düşmandan kaynaklanan korkunun egemen olduğu, giderek paranoyaya ve siyaseten bir yönetme tekniğine dönüştüğü zamanlardır. Bu korku, kimi zaman 1940’lı ve 1950’li yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan ve dönemin Amerikalı siyasetçisi McCharty ile özdeşleşen “Kızıl Korkusudur”. Kimi zaman 11 Eylül’den sonra yine Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşanan “Yeşil Korkusudur”. Kızıl Korkusu, Amerikalı siyasetçileri gerektiğinde şiddet ve zor kullanmak suretiyle iktidarı ele geçirmeye çalışan güçleri ceza-landırmayı ve siyasi muhalifleri bastırmayı öngören “Smith Kanunu”nu yürürlüğe koymaya, Amerikan Yüksek Mahkemesi’ne ise “Dennis Davasında” 1919 yılında Baş Yargıç Holmes tarafından dile getirilen açık ve mevcut tehlike ölçütümü kullanmak suretiyle Smith Kanunu ve bu Kanuna dayanılarak Komünist Partisi üyesi 11 kişi hakkında verilen mahkûmiyet kararını Anayasa’ya uygun bulan kararı vermeye yöneltmiştir.

Aynı şekilde Türkiye’de Tek Parti döneminde salınan komünizm korkusu veya 1960 ve 1980 Askeri Darbeleri, 1971 Askeri Müdahalesi ile 28 Şubat’taki post-modern darbe öncesinde ve sonrasında ve yine şimdilerde kimi konularda yaratılan diğer korkulardır.

Türkiye’nin bu zor zamanlarında 1938 Harp Okulu Olayları ve buna dayalı olarak açılan dava sonunda Nazım Hikmet mahkum olup hapis yatmış, 1960 Darbesi sonrasında “doğal yargıç” ilkesine aykırı biçimde oluşturulan Yassıada Mahkemesi tarafından verilen karar sonrasında Başbakan Menderes, Maliye Bakanı Polatkan, Dışişleri Bakanı Zorlu idam edilmiş, 1971 Askeri Müdahalesi sonrasında Sıkıyönetim Mahkemelerinde yapılan yargılamaları sonunda Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan idam edilmiş, 1980 Askeri Darbesi sonrasında dönemin Başbakanı rahmetli Süleyman Demirel ile eski Başbakanlardan rahmetli Bülent Ecevit ve diğer parti liderleri gözaltına alınmış, Bülent Ecevit ve başkaca siyasiler hapis yatmış, idam edilenler olmuş, 28 Şubat post-modern darbesiyle demokratik yaşama müdahalede bulunulmuştur.

Korkunun egemen olduğu böyle dönemlerde, sadece devletin karar alma mekanizmaları değil, toplumun hemen her kesimi korkunun ve onun arkasındaki tehdidin esiri haline gelir ve bu suretle her türlü baskıcı politikanın uygulanması, özgürlüklerin kısıtlanması ve hatta ihlâl edilmesi hem kolaylaştırılır hem de haklılaştırılır. Korkunun egemen olduğu veya egemen kılındığı ya da egemen kılınmaya çalışıldığı böyle dönemlerde yükselen milliyetçi dalga ile birlikte bir yandan yerli ve yabancı düşmanlar yaratılır, diğer yandan ülkeyi ve toplumu bu düşmanlardan koruma görevini üstlenen siyasiler, partiler, dernekler ve insanlar ortaya çıkar. Böylece seferber edilen korku ve buna bağlı olarak yaratılan baskıyla toplumun sağduyusu köreltilir. İnsanların iradeleri saptırılır, düşüncenin özgür bir biçimde ifade edilmesi engellenir. Basın özgürlüğü kısıtlanır, bazen de tamamen ortadan kaldırılır, iktidarın güdümündeki sarı basın eliyle halkın zihni iğfal edilerek kirletilir, toplumun ve insanların bilgi edinme hakkı yok sayılır.

Oysa başta ifade özgürlüğü olmak üzere, diğer bütün hak ve özgürlükler, aslında bizden daha çok, bizim gibi düşünmeyen, bizim gibi yaşamayan, bizden farklı inançları olanların, yani bize göre öteki olanın, olanların hak ve özgürlükleridir. Amerikalı siyaset bilimci William Conelly, kimliklerin oluşum sürecini araştırıp incelediği, “Identity Difference: Democratic Negations of Political Paradox” isimli kitabında, her kimliğin bir dizi farklılıkla bağlantılı olarak ve bu farklılıklardan bazılarının da yanlış, kötü, çirkin, akıldışı özetle, “öteki” olarak tanımlanması üzerine kurulu olduğunu, ötekinin tarih boyunca ve sürekli olarak doğru kimliği benimsemeye davet edildiğini, kabul etmeyenlerin fethedilip zorla dönüştürüldüğünü ya da susturulduğunu, dönüştüremeyenlerin veya susturulamayanların ise yok edildiğini ileri sürer.

Esasen Conelly’nin anılan kitabının tanıtımında ve takdiminde ifade edildiği üzere; “farklılıkların bir tehdit unsuru olarak algılanması sonucunda ortaya çıkan süreç, kişinin ya da grupların diğerini ötekileştirmesi sonucunu doğurur. Zira ötekileştirme ‘ben’ ve ‘biz’ dışındakilerin olumsuz olarak algılanması demektir. Ötekileştirme sadece egemen grup tarafından başkalarına yönelik olarak yapılmaz, aynı zamanda egemen olmayan gruplar tarafından güçlü gruba karşı da yapılabilir. Bu nedenle insanlık tarihi boyunca öteki ya da diğeri şeklindeki tasavvur varlığını sürekli olarak sürdürür. Dahası, bu tasavvur, öteki ile olan ilişkinin temel belirleyicisi olur. Ancak bir arada yaşamanın ve ötekini ötekileştirmemenin ön koşulu, herkesin kimliklerine saygı gösteren, onların temel hak ve özgürlüklerini tanıyan ve bu konudaki taleplerini ciddiye alan bir anlayışa sahip olmakla ve bunu uygulamakla mümkün olabilir…

Conelly’nin tarihi, siyasi ve felsefi bağlam içinde ele alarak reel siyaset alanına taşıdığı bu olguyu Amin Maalouf, “Ölümcül Kimlikler” isimli incelemesinde şiirsel bir dille şöyle anlatır; “…seçmek durumunda bırakılıyorlar, zorlanıyorlar dedim, kim tarafından mı? Sadece her çeşidinden fanatikler ve yabancı düşmanları değil, sizin ve benim tarafımdan da, aramızdaki herkes tarafından, gerçekten de hepimizin içinde kök salmış bu düşünce ve ifade alışkanlıkları yüzünden bütün bir kimliği öfke ile ilân edilen tek bir aidiyete indirgeyen o dar, o sığ, o yobaz kolaycı yaklaşım yüzünden, içinden katiller böyle imal ediliyor diye haykırmak geliyor…

Hemen herkesin ortak söylemi, aklının süzgecinden geçirmeden benimsediği, kendi dilinde yeniden ürettiği, kendini yaptığı iş ile değil irk, inanç, köken, ideoloji gibi aidiyetlerle tanımladığı ötekinin filozofu olan Emanuel Levinas’ın nitelemesiyle “söylemeyi, tali, söylediğini daha önemli gören toplumlarda insanlar ulusal, etnik kimlikler, sınıfsal kimlikler, dinsel kimlikler, laik kimlikler, cinsel kimlikler, grup kimlikleri, parti kimlikleri, cemaat kimlikleri gibi her türden ve düzeyden kimliklerin kuşatması altındadırlar…” Onun için bu konumdaki insanlar, ideoloji merkezli, sınıf merkezli, din merkezli, grup merkezli, parti merkezli, iktidar merkezli, cemaat merkezli, devlet merkezli düşüncenin ve söylemin marjlarına çok kolay bir şekilde itilirler.

Birey olarak hepimizin günlük, ortak yaşama olan sevgi bağını tehlikeye atan, bizleri disiplin altına almaya çalışan, bize göre öteki olan diğerinin ontolojik statüsünü ve farklılığını, farklı olma hakkını, seçme özgürlüğünü tanımayan, bizi kendisine çağıran, çağırmakla da yetinmeyip kendisini bize doğru diye dayatan bu anlayış, dünyanın başkaca yerlerinde olduğu gibi bizim ülkemizde de ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü başta olmak üzere diğer bütün hak ve özgürlükler üzerinde yaşanan krizin en önemli nedenidir.

Hukuk devleti üzerine açtığı tartışmalarla Hitler’in nasyonal devlet teorisinin oluşmasına önemli katkılar yapan Alman Hukukçu Carl Smith’in ifade ettiği biçimiyle “dost, düşman”, günümüz Türkiye’sindeki uyarlanış biçimiyle, “bizden, sizden”, “aydınlık, karanlık”, “sağcı, solcu”, “laik, anti-laik”, “yurtsever, vatan haini”, “cumhuriyetçi, ikinci cumhuriyetçi”, “çağdaş, yobaz”, “Kürt-Türk”, “Türk-Ermeni”, günümüz Amerikan yönetimine uyarlanış biçimiyle “Hıristiyan-Müslüman”, “Yahudi-Filistinli”, “Batılı-Doğulu”, “Beyaz-Siyah” ve bu gibi ayrımlara dayanan ve kategorik zıtlaşmalar üzerine kurulu bulunan bu anlayış, karşılıklı suçlamalara, gerginliğe, itişe kakışa, gürültüye, giderek kavgaya ve zorbalığa, ötekini yok etmeye yönelik politikalara işlerlik kazandırmakta, bundan geçinenleri beslemekte, başta siyasi iktidarlar olmak üzere diğer güç odaklarının ve siyasi otoritelerin kişisel ve sübjektif yanılmazlıklarını ve yanlış olan kendi doğrularını mutlaklaştırmalarına, haklılaştırmalarına ve böylece yanlış ve tehlikeli buldukları diğer görüşleri yasaklamalarına imkan vermektedir.

Zor zamanların yarattığı bu türden krizleri aşabilmek için Conelly, yasaklayıcı değil tartışmacı, kapalı değil açık, otoriter değil demokratik bir kimlik siyaseti izlemeyi önerir ve bize hem kendimizin ve hem de dünyanın belirsizliğinin farkında olmayı, hoşgörüyü, çoğulculuğu, bir arada yaşama niyetini öne çıkarmayı, kendimize ironi ile ve belli bir mesafeden bakmayı, ötekine özen göstermeyi içeren etik bir yol haritası verir.

Bu yol haritasına uygun davranmadığımız, kendi benliğimizin ötesine geçip ötekini tüm farklılığı ile kabul etmediğimiz takdirde özgürlüğümüzü, sadece özgürlüğümüzü değil, vicdanımızı, aklımızı ve giderek insanlığımızı eksiltir ve hiç farkına varmadan bir tahakkümden bir başka tahakkümün kucağına itiliriz. Ötekini yok etmekle, ötekine göre tanımladığımız kendimizi de yok ederiz. Bütün bunların bedelini ise sevgiden, aşktan, barıştan, içtenlikten, güvenden, güvenlikten, hukuktan, adaletten, demokrasiden, özgürlüklerden, şarkıdan, şiirden, neşeden yoksun iğreti hayatları yaşayarak öderiz.

İşte, Sayın Sevcan Sönmez, “Filmlerle Hatırlamak/Toplumsal Travmaların Sinemada Temsil Edilişi” isimli bu değerli eserinde, “travma temsili hakkındaki kuramsal literatürden yararlanarak son dönem Türkiye sinemasında bu yöndeki çabaları tek tek filmler üzerinden irdeliyor, travmalarla toplumsal olarak yüzleşebilmek için sinemadan ne bekleyebileceğimizi araştırıyor” ve şu isabetli tespiti yapıyor “Bir toplumda siyasal baskı ve şiddet yaygınlaşmışsa, korku ve ötekileştirme toplumda belirgin bir biçimde ön plandaysa, çoğunluk bunu normalleştirmiş ve iktidar bunu meşrulaştırmışsa, bunun kaynağı hemen her zaman, ciddi travmaların yaşandığı kirli bir geçmiştir. Bu geçmişin hayaletleri her an her yerde geziniyor; kalabalık meydanlarda, bayram günlerinde, büyük toplantılarda ya da sıradan günlük karşılaşmalarda…”    

Sayın Sönmez, kitabında, “Toplumsal Travmaların Sinemada Temsil Edilişi” konusunda, Türkiye’nin zor zamanları olan 6-7 Eylül olaylarını, Varlık Vergisi Kanunu, mübadele süreci ve sonrasında yaşananları, darbelerle yoğrulmuş ve yorulmuş bu topraklarda yaşanan 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü, Çorum Katliamını, Maraş Katliamını, Gazi Mahallesi olaylarını, Dersim’i, Sivas Katliamını, işkence edilerek öldürülen gazetecileri, Gezi Parkı olaylarını, Güneydoğu’da yıllardır yaşanan binlerce faili meçhul cinayetleri, işkence edilip sokaklara terk edilen insanları, kaybolan ve yıllarca ne ölüsü ne dirisi bulanabilen ailelerin çektiği acıları, bu bağlamda Cumartesi Annelerinin çığlıklarını, etnik kökeni, dini kimlikleri, ya da cinsel yönelimleri nedeniyle baskıya ve zulme uğrayan insanların hikayelerini ele alıyor ve Sayın Mithat Sancar Hocadan ödünç alarak adını “geçmişle hesaplaşma filmleri” olarak koyduğu Reis Çelik’in “Işıklar Sönmesin”, Tomris Girtitlioğlu’nun “Salkım Hanım’ın Taneleri” ile “Güz Sancısı”, Uğur Yücel’in “Yazı Tura”, Ömer Uğur’un “Eve Dönüş”, Özcan Alper’in “Sonbahar”, Levent Semerci’nin “Nefes”, Sedat Yılmaz’ın “Press”, Özcan Alper’in “Gelecek Uzun Sürer” isimli filmlerini tek tek ele alarak, bu filmleri toplumsal bellek ve travma literatüründen yararlanarak inceliyor ve bu filmlerde sinematografik olarak meselelerin ve zor zamanların nasıl temsil edildiğini ve anlamlandırıldığını hem araştırıyor hem de sorguluyor. Dahası bu filmlerden yola çıkarak, travmaların sinemada temsili ile toplumsal belleğin yeniden kurgulanmasında temsil stratejilerinin nasıl bir işlev gördüğünü, travmanın psikolojik süreçlerini ve toplumsal boyutunu, toplumsal belleğin iktidar ve ideolojiyle olan ilişkisini, sinemanın travma anlatısında hangi temsil biçimlerini kullandığını, bu filmlerde söylemin nasıl inşa edildiğini irdeliyor.         

Sayın Sevcan Sönmez ifadesiyle bellek, “insanın en önemli zihinsel işlevlerini yerine getirebilmesi için, anıları, bilgiyi, her çeşit yaşantıyı ve deneyimi kaydeden ve gerekli olduğunda bunları ortaya çıkaran bir depodur.

Kişinin kendisine ait olan ve kişiyi zaman zaman rahatsız eden kişisel bir bellek olduğu gibi, toplumunda bir belleği, bu bağlamda toplumsal bir bellek de vardır. Esasen bir toplumda ne kadar çok kimlik, grup ve kurum varsa, o kadar da kolektif ve toplumsal bir bellek vardır. Toplumsal veya kolektif bellek, toplumdaki kimliklerin, grupların ortak anılarını, geçmiş deneyimlerini, yaşantılarını, acılarını, sevinçlerini, mutlu, mutsuz anlarını kapsar. Toplumun geçmişte yaşadığı acıları bir daha yaşamaması, bu acılardan ders çıkarması için, yaşananların unutulmaması ve unutturulmaması, bu bağlamda toplumsal ve kolektif belleğin diri kalması gerekir. Bunun sağlanmasında en iyi ve en yararlı araç hiç kuşkusuz kitaplardır, romanlardır, hikayelerdir, filmlerdir.

Sayın Sönmez, bu araçlardan filmleri, yukarıda tek tek isimlerini verdiğim 1996-2011 yılları arasında yapılmış Türk filmlerini ele alıyor ve bize, hem kendimizi hem de bizi yönetenlerin yönetme biçimlerini anlatıyor.   

Sonuç itibariyle Sayın Sevcan Sönmez’in, Türkiye’de bir ilk olan bu değerli eseri, gerçekten okunmayı hak eden, birçok yönüyle eğitici ve öğretici olan, “travmalarla toplumsal olarak yüzleşebilmek için sinemadan ne bekleyebileceğimizi araştıran” sıra dışı bir eserdir. Okumanızı öneririm.