AVUKATLIK MESLEĞİ VE MESLEK ETİĞİ ÜZERİNE BİR KONUŞMA –

İstanbul Barosu’nun Değerli Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyeleri,

İstanbul Barosu Staj Eğitim Merkezi Yürütme Kurulu’nun Sayın Başkanı ve Üyeleri,

Değerli Hocam Sayın Yasemin Işıktaş

İstanbul Barosu Staj Eğitim Merkezi Yürütme Kurulu Üyesi Sayın Recep Köse,

Değerli Meslektaşlarım,

Sevgili Stajyerler,

Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum.

Biz insanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğimiz aklımız ve vicdanımızdır. Aklımızla düşünür, neyin haklı, neyin haksız, neyin adaletli, neyin adaletsiz olduğuna aklımızla ve vicdanımızla karar verir, haksızlığın ve adaletsizliğin karşısında dururuz.

Aklımızın, vicdanımızın rehberliğinde hayatımızı sürdürmek, bilgimizle, deneyimlerimizle hareket etmek, hem insani özelliklerdir, hem de bağımsız, özgür ve özerk birey olmanın asgari şartlarıdır.

Esasen insan, akli yeteneğini kullanabildiği, vicdan, bilgi ve deneyim sahibi olduğu, kendi kararlarını bizzat kendisi verdiği, bu kararların sorumluluğunu kişisel olarak üstlendiği, bağımsız ve özgür bir şekilde yaşadığı, başkalarının yönlendirmesiyle hareket etmediği ölçüde birey olur.

Onun için birey olmak, her şeyden önce bağımsız olmak, özgür olmak, özerk olmak demektir.

Yurttaş, siyasi toplumun, yani devletin, bir dizi hak bahşedilmiş, ama aynı zamanda sorumluluk da yüklenmiş üyesidir. Onun için yurttaşlık, bireysel var oluşun kamusal yüzüdür.

Bireysel var oluş, yani birey olmak toplumsallaşmayı gerektirir. O nedenle, birey olma sürecini tamamlayamamış insanlar, toplumsallaşamayacakları gibi, özgür, özerk ve bağımsız da olamazlar.

Böyle insanlar kendilerini yönetemezler, yönetemedikleri için de başkalarının kendilerini yönetmesine izin verirler. Bu insanlar, ne yaratabilirler, ne sorumluluk üstlenebilirler, ne bir şeyleri değiştirebilirler ve ne de kendilerini örgütleyebilirler.

Bu insanlar, hem böyle oldukları, hem de iş ve hizmet odaklı olmadıkları, söylem odaklı, konuşma odaklı, slogan odaklı oldukları için, anonim her söylemi akıllarının ve vicdanlarının süzgecinden geçirmeden benimserler, kendi dillerinde yeniden üretirler ve tekrar ederler.

O nedenle, bu insanlar kendilerini, yaptıkları işle, ürettikleri ve yarattıkları değerlerle değil, ırk, inanç, köken, ideoloji gibi aidiyetlerle tanımlarlar.

Öyle oldukları için bu insanlar, ideoloji merkezli, sınıf merkezli, ırk merkezli, din merkezli, cemaat merkezli, grup merkezli, parti merkezli, iktidar merkezli, muhalefet merkezli düşüncenin ve söylemin marjlarına kolayca itilirler.

Toplum yaşamı sivil ve bireysel katılımı gerektirmekle, ancak birey olma sürecini tamamlamış olan insanlar; sahip oldukları haklar ve yetkiler ölçüsünde taşıdıkları sorumluluklar ve bu sorumlulukların gereğini yapabildikleri ölçüde, yaşadıkları toplumun hayatına katılabilirler, sağlıklı, dinamik bir sivil toplumun oluşmasına ve toplumlarının demokratikleşmesine katkı yapabilirler.

Özgür olmak, özerk olmak, bağımsız bir karaktere sahip bulunmak, elbette ve her insan için, her meslek sahibi için gerekli olan ve sahip olunması gereken özelliklerdir.

Ama bu özellik, en çok kamu görevi yapanlar veya kamusal yetki kullananlar için gerekli olan bir özelliktir. Yargıç, savcı, avukat olanlar veya olmak isteyenler için ise “olmaz ise olmaz”  olan bir özelliktir.

Sevgili Gençler,

Paris Barosu’nun önceki Başkanlarından Rousse’nun özlü ifadesiyle avukat; “Bütün memleketlerin yerlisi, bütün yüzyılların çağdaşıdır.

Rousse’nun son derece isabetli olan bu tespitinden hareketle demek gerekir ki; tüm insanların dünyevi güçlerden ve ülkelerden, özgürlük ve adalet konusunda doğru dürüst davranış standartları beklemeye, başta insan hakları olmak üzere, başkalarının haklarına ve özgürlüklerine saygılı olmalarını istemeye hakları vardır.

Bu standartların, hukukun ve insan haklarının kasti veya ihtiyari ya da gayri ihtiyari ihlallerine tanıklık etmek ve cesaretle karşı koymak, avukatların en önde gelen görevidir.

Onun için avukatlar, belli bir kamu için ve o kamu adına mesajı; görüşü, tavrı, felsefeyi ya da tanıyı temsil etme, cisimlendirme, ifade etme yetisine sahip bireyler olmak zorundadırlar.

Mesleklerinin yüklediği bu sorumluluk avukatlara; toplumun gündemine sıkıntı veren, unutulan, sümen altı edilen konuları ve sorunları getirmek, slogan, ortodoksi ve doğma üretmektense, bunlara karşı çıkmak, iktidarların, muhalefetin, kimi derneklerin ya da cemaatlerin adamı olmamak, hukuk ve insan hakları ihlallerine tanıklık ve bunlarla mücadele etmek görevlerini yükler.

Değerli Arkadaşlar,

Alkibiades I” isimli eserinde Platon, arkasında yazılı hiçbir şey bırakmadığı halde 2500 yıldır insanlığa yol gösteren bilge Sokrates’in, siyasal yaşamına henüz daha yeni başlamakta olan ve bunun için de iktidara odaklanan genç öğrencisi Alkibiades’i, gelecekteki siyasal yaşamının sorumluluklarına hazırlamak amacıyla ona “kendine dikkat etme/kendine özen gösterme” tekniğini öğretişini anlatır.

Çok uzun olan ve Sokrates’in “Genellikle kendimizle ilgilendiğimizi sanırız, ama gerçekte kendimizle ilgilenmediğimizi pek fark etmeyiz. Kendimizle ilgilenmek ne demektir? Bir insan kendisiyle ne zaman ilgilenmiş olur? İnsan kendisine ait şeylerle ilgilenirse, kendisiyle ilgilenmiş olur mu?’ sözleriyle başlayan bu diyalog, Sokrates’in “Alkibiades, mutlu olmak için, senin de, sitenin de edinmesi gereken şey, iktidar değil, erdemdir” sözleriyle sona erer.

Bildiğiniz üzere, erdem, ahlakın övdüğü, önem ve değer verdiği iyilikseverlik, alçak gönüllülük, hoşgörülülük, cömertlik, hak, adalet, vicdan, ahlak, doğruluk, hakikat gibi tüm iyi niteliklerin ve özelliklerin toplamıdır. Ve bu özellikler, aynı zamanda insan olmanın, olabilmenin de asgari gerekleridir.

Alkibiades ile Sokrates arasındaki bu konuşmadan hareketle sözü getirmek istediğim konu, hukukçuların meslek etiği konusudur. Bu konuda işaret etmemiz gereken ilk husus: meslek etiği dediğimiz ilkeler toplamının, aslında yargıcın, savcının, avukatın kendisiyle ilgilenmesi, kendisine özen göstermesi, kendisine dikkat etmesidir.

Bunun için de avukatın, yargıcın ve savcının insan olarak önce – kendini bil – mesi gerekir. Zira kendisini bilmeyen avukat da, yargıç da, savcı da, kendisini iyi yapamayacağı gibi işini de, mesleğini de iyi yapamaz. O halde adaletin, yargının ve kamunun hizmetinde olan avukatın da, yargıcın da, savcının da öncelikle ve özellikle edinmesi gereken şey “erdemdir.

Bir kurallar sistemi olan ahlak, bağlayıcı olduğu kabul edilerek belirlenen normların ve değerlerin bir soyutlamasıdır. Gerek buyruklar, gerekse yasaklar aracılığıyla bize uyarıda ve çağrıda bulunan ahlakiliğin özünü, birey olarak bizim bu kurallara karşı duyduğumuz inanç, yüklediğimiz değer, gösterdiğimiz saygı ve bağlılık oluşturur.

Ait olduğumuz toplumun zaptı altında olan bizler, yaşadığımız toplumun ilkeleri, buyrukları, yasakları, kuralları olduğunu erken yaşta öğreniriz. Ama asıl ahlaki kavrayış, bu nitelikteki kuralları dışarıdan dayatılan kurallar olarak değil de, kendi içselleştirdiğimiz kurallar ve değerler olarak benimsememizle mümkün olur.

Gündelik hayat pratiğinde ahlak, insanın karşısına hem evrensel bir değer, hem de genel ahlak bağlamı içinde ve sadece bir mesleğin mensupları için geçerli olan alanda, “özel/kısmi ahlak” biçiminde ortaya çıkar.

Özel/kısmi ahlak” biçiminde ortaya çıkan ve “meslek ahlakı/meslek etiği” olarak isimlendirilen bu kuralları, o mesleğin kendisi ve mensupları üretir. Hükümleri, o mesleği seçen ve yürüten herkesi bağlayan bu nitelikteki kurallar, genel ahlaki ilkeye, yani mesleğinde olabildiğince iyi ve doğru olma ilkesine dayanır.

Bu ilke gereğince, çalışmanın ve emeğin kendisine ayrı bir değer verilir. O meslek mensubu tarafından yapılan iş, sadece eksiksiz ve hatasız bir çalışma sürecini olanaklı kılan teknik kurallar aracılığıyla değil; aynı zamanda ve özellikle, diğer insanları da doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren ahlaki kurallar temelinde icra edilebilecek bir faaliyet olarak tanımlanır.

Mesleğin onurunu korumak amacıyla konulan bu kuralları çiğneyen ve bu kuralların yerine, kendi kişisel çıkarlarını koyan meslek mensubu, sadece kendi kişisel, toplumsal ve mesleki saygınlığını yitirmekle kalmaz, aynı zamanda mensubu olduğu o mesleğe de zarar verir.

Aristoteles’in “Nicomachean Ethics” isimli özgün eserinde “Pratik, hem etiğin var olma koşulu, hem de onun hedefidir. O nedenle, soylu olan üzerine, adil olan üzerine, kısaca sitede, yani devlette bilim üzerine verilen dersten yararlanmak isteyen kişi, soylu bir temel alışkanlığa sahip olmalıdır’ diyerek vurgu yaptığı üzere, pratiğin bilimi olarak “etik”, bilgi adına değil, eylem adına harekete geçen ahlakiliktir.

Buna göre “etik”, kuram oluşturmak amacıyla geliştirilmiş olmadığı gibi, kimi entelektüel zevklere ve züppeliklere hizmet eden felsefi veya düşünsel bir uğraş da değildir. Bütün bunlardan uzak bir pratik olarak “etik”, varlığını uygulamada, yani eylemde gösterir. Bu yönüyle “fiiliyat üretici bilgi’ olan “etik”, düşünce ile eylemin bütünlüğü, birlikteliği ve tutarlılığıdır. Yani yüce Mevlana’nın “ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” dediği şeydir.

Bütün bunlardan hareketle demek gerekir ki, avukatlık, yargıçlık, savcılık gibi kamusal hizmetlerin meslek etiğinin özünü oluşturan pratik, bütün bu mesleklerin günlük yaşam pratiğidir. Onun için yargıcın da, savcının da, avukatın da, gerek kendi varlığının, gerekse mesleki yönden iyi olmasının koşulları hakkında aydınlatılmış bu günlük yaşam pratiğinin ahlakını iyi bilmesi, bunu içselleştirmesi, özümsemesi ve gerek özel, gerekse meslek hayatında hakkını vererek uygulaması gerekir.

Değil ise ne mi olur? Mesleğe ihanet edilmiş olur. Ve Sait Faik’in dediği gibi “Mesleğe ihanetle başlar her şey…” Sonra arkası gelir; kendinize, eşinize, dostlarınıza, arkadaşlarınıza, ülkenize, düşüncelerinize, başkaca şeylere ve değerlere ihanet edersiniz.

Sevgili Gençler,

Barolar, sadece avukatlık mesleğini geliştirmekle, meslek mensuplarının yararlarını korumak ve gereksinimlerini karşılamakla, meslek düzenini, mesleğin ahlakını, saygınlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmakla ve korumakla görevli olmayıp; toplumsal değişime ve dönüşüme de katkı yapmakla görevli ve yükümlü olan kuruluşlardır.

O nedenle, Barolar, kurulu olanı, alışılmış olanı, bilinen şeyleri, rahat şeyleri, insani ve toplumsal ilişkileri, becerileri sorgulamak; yeniliğin ve değişimin motoru olmak için “statüko bozucu” olmak zorundadırlar.  

Baroların ve Baro yönetimlerinin, bu yükümlülükleri yerine getirebilmeleri için; zihinlerinde kendilerini de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer vermeleri, çevrede dolaşmaları, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek kadar bağımsız, cesur, özgür ve özerk bir ruha sahip bulunmaları, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koyabilmeleri, hiç kimseye boyun eğmemeleri, kirlenen düşüncelerini değiştirebilecek kadar değişime açık olmaları ve yine yeni şeyleri keşfedebilecek kadar meraklı ve hevesli kalabilmenin yollarını bulmaları gerekir.

Barolar ve Baro yönetimleri, sadece bunları değil, hakikati temsil etmek, bir haminin veya vasinin ya da başkaca bir otoritenin yönlendirmesine izin vermemek, toplumsal değişime ve dönüşüme öncülük edebilmek için yeni diller ve ruhlar icat etmek zorundadırlar.

Bütün bunları yapabilmeleri için Baroların ve Baro yönetimlerinin, hem kendilerini, hem üyelerini, hem de toplumlarını Edward Said’in özlü ifadesiyle; “klişelerle, aşınmış metaforlarla, bayat kullanımlarla çürümüş bir dilin zihinlerini uyuşturup edilginleştirmesine, bilinçlerinin üzerini kaplayıp, onu basmakalıp düşünceleri incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan kabul etmeye ayartmasına izin vermemeleri” gerekir.

Sevgili Meslektaşlarım,

Biz avukatlar; köprüler ve kuleler inşa etmiyoruz, motor yapmıyoruz, resim boyamıyoruz… Yaptığımız bütün işlerde insan gözünün görebileceği pek az şey vardır. Ama avukat olarak biz, insanların sorunlarını çözüyoruz; toplumdaki gerginlikleri gideriyoruz; yapılan hukuki ve toplumsal haksızlıkları ve hataları düzeltiyoruz; insanların yükünü üstleniyor ve hafifletiyoruz; bu yöndeki çalışmalarımızla toplumsal barışın tesisine katkı yapıyoruz, devletin ve hukukun şemsiyesi altında yaşayan insanların huzur içinde, güven içinde adil bir yaşam sürmelerini mümkün kılıyoruz.

Bu sözler, 1924 yılında ABD Başkanlığı’na aday olan avukat John W.Davis’e ait. Davis, 16 Mart 1946’da New York Barosu’nun 75. Kuruluş Etkinlikleri kapsamında yaptığı konuşmada söylemiş bunları.

Bu sözlerin bir benzerini George Mason Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Amerikalı Prof. Dr. Ronald Rotunda’da söylüyor ve şöyle diyor; “Biz avukatlar, mühendisler gibi köprüler inşa etmeyiz; doktorlar gibi kırılan kemikleri onarmayız; mimarlar gibi bina tasarlamayız; ressamlar gibi resim yapmayız. Sadece insanların ellerinin bize dokunmasına imkan veririz. Eğer görevimizi profesyonelce, mesleğin onuruna ve ahlakına uygun biçimde yaparsak, başka kişilerin yüklerini taşırız; insanları streslerinden kurtarırız; adaletin takipçisi oluruz; uygarlığın yapıştırıcısı olur, adaleti ve uygarlığı daha da güçlendiririz.

Her iki değerli hukukçunun da söylediği gibi biz avukatlar; bina, köprü inşa etmiyoruz, araba, uçak yapmıyoruz, şiir ya da roman yazmıyoruz, resim boyamıyoruz, karikatür çizmiyoruz, ama en az bunlar kadar, hatta bunların bir kısmından daha önemli, daha değerli, daha anlamlı bir şey yapıyoruz.

En önemli sermayemiz olan zamanımızı ve bilgimizi, hayatın en önemli, en değerli hammaddesi olan, toplumdan gelen ve yine topluma giden insanlara tahsis ediyor, insanlara dokunuyor, onların bize dokunmalarına imkan veriyor, insanları dinliyor, onların sorunlarını paylaşıyor, yüklerini üstleniyor, başka insanlarla olan hukuki sorunlarını çözüyor, adaletin gerçekleşmesine, hukukun üstünlüğünün egemen kılınmasına, toplumda huzurun ve barışın sağlanmasına ve sürdürülmesine katkıda bulunuyoruz.

Değerli Meslektaşlarım,

İslam Hukukunun büyük bilginlerinden olan İmam Şafi diyor ki; “Bütün Kuran inmeseydi ve sadece – Vel Asr – suresi inseydi yeterdi.” Vel Asr suresinin anlamı şudur; “Zamanın üzerine yemin ederim ki, bütün insanlar hüsran içindedir. Şu üçü hariç: Hakka inananlar, Hakkı tavsiye edenler, iyi, güzel ve doğru olan şeyleri yapanlar ve sabredenler.”

Avukat olarak biz İmam Şafi’in dediği şey yapıyoruz. Yani hakka ve adalete inanıyoruz, hakkı ve adaleti tavsiye ediyoruz, iyi olanı, güzel olanı, doğru olanı yapmaya, sabırla yapmaya çalışıyoruz. Hukukun tanıdığı ve koruduğu yetki olan hakkı savunuyor, hakkın sahibini temsil ediyor, hakka ulaşmanın yolu ve aracı olan davaları mahkemelerin önüne biz getiriyor, adına karar denilen, içtihat denilen yargısal ürünlerin oluşmasını, bu yolla hukukun ilerlemesini, gelişmesini, hak sahibinin hakkı olanı elde etmesini, hakkına kavuşmasını biz sağlıyoruz.

Yani aslında çok şey yapıyoruz, çok hayati, çok değerli, çok anlamlı şeyler yapıyoruz. Dahası en önemli olan şeyi, yani “bu dünyada yaşama ayrıcalığı elde etmek için ödediğimiz bir kira olan insana hizmet etmek” edimini yerine getiriyoruz.

Shakespeare’in “Hamlet VI” isimli eserinin kahramanı Kasap Dick, “eline gücü geçirdiğinde ilk yapacağı şeyin bütün avukatları öldürmek” olduğunu söyler. Ahlaksız ve berbat bir kişilik olan Kasap Dick, kendi kötü devriminin başarılı olması için tek yolun hukuku yok etmek olduğunu bildiği, bunun da hukuku temsil eden, hukukun en önemli hedefi ve işlevi olan adaletin gerçekleşmesine katkı yapan avukatları öldürmekten geçtiğinin bilincinde olduğu için avukatları öldürmek ister.

Zira Kasap Dick’lerin, yani hukuku, adaleti ortadan kaldırarak kendi kötü devrimlerini gerçekleştirmek isteyenlerin önündeki en önemli engel avukatlardır.

Değerli Stajyerler,

Amerikalı stres yönetimi ustası Arthur Gordon “The Turn of the Tide/Gelgit Dönemeci” isimli kitabında şöyle yazıyor: “Kişinin motivasyonlarının yanlış olması durumunda, hiçbir şeyin doğru olamayacağını anladım bir anda. İster postacı, berber, sigortacı veya ev kadını olun, isterse başka bir iş yapın sonuç değişmez. İşinizi sadece başkalarına hizmet ettiğinizi hissettiğiniz sürece iyi yapabilirsiniz. Eğer başkalarına bir yararınız olmuyor ise, işinizi iyi yapmıyorsunuz demektir...”

Biz avukatlar da işimizi, mesleğimizi iyi yapmaya çalışıyoruz. Müvekkillerimize

hizmet ettiğimizi düşünerek yapıyoruz, onların acısını, duygularını hissederek yapıyoruz. Bu şevkle, bu dürtüyle, bu motivasyonla, bu empatiyle yapıyoruz, insana, insanlara yararımız olsun diye yapıyoruz.

Sadece bugün değil, şimdiki zamanda değil, geçmişteki bütün zamanlarda da avukat olarak işimizi iyi yapmışız. Sadece müvekkillerimizin işini değil, toplumun, insanlığın işlerini de kendi işimiz olarak görmüş, kişisel ve mesleki sorumluluğumuz kapsamında kabul etmiş ve öyle yapmışız.

Bunu ben söylemiyorum, tarih söylüyor. Ben sadece tarihe tanıklık ediyorum. Dünya siyasi tarihinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, başta Fransız İhtilali, Amerika’nın Bağımsızlığı, dünyanın ilk yazılı anayasası olan Amerikan Anayasasının yapımı olmak üzere, devrim niteliğindeki pek çok eylemde, dünya tarihini değiştiren ve dönüştüren tüm siyasi ve toplumsal olaylarda, gerek eylem, gerekse düşünce lideri olarak avukatlar vardır.

Sevgili Meslektaşlarım,

Hepinizin, hepimizin bildiği üzere, insanlık tarihinin ilk zamanlarında “zorbalıkla/kaba güçle” eş anlamlı olan ve o şekilde uygulanan “hak arama özgürlüğü”, günümüzde başta anayasalar olmak üzere, yasalarla, uluslararası sözleşmelerle tanınan, düzenlenen, kullanılan ve güvence altında olan bir özgürlüktür. Hak aramanın bağımsız ve tarafsız bir kurum olan yargı yolu ile elde edilmesi, aşama aşama gelişen ve gerçekleşen bir hukuksal aydınlanmanın sonucudur.

Hak arama özgürlüğünün kullanılmasında ve korunmasında hukuki yardımda bulunan, bu amaçla bireyin yanında yer alan, bilgisini ve zamanını hak arayan kişi veya kişilere tahsis edenler avukatlardır.

İnsanız. Her toplumda melekler olduğu kadar, şeytanlar da vardır. Birey olarak hepimizin sağlıklı, olumlu yanlarımız olduğu kadar, yanlış olan, eksik olan yanlarımız da vardır. Onun için Fransızlar “Herkesin dolabında bir ceset vardır” derler. Esasen, herkes melek olsa idi, hukuka, yasalara, avukatlara, yargıçlara ve savcılara gereksinme olmazdı.

Ama melek de olsak, suç denilen şey aslında hiçbirimizin uzağında değildir. Hiç

suç işlememiş olmamız, ileride de suç işlemeyeceğimiz anlamına gelmez. Hepimiz her an suç işleyebilir, bir suç isnadına veya bir iftiraya maruz kalabilir ya da hukuki bir ihtilafın tarafı olabiliriz. Bu gibi durumlarda, profesyonel bir desteğe, yani avukata gereksinmemiz olduğu açıktır. Esasen Charles Dickens’ının özlü deyişi ile “kötü insanlar olmasaydı, iyi avukatlar olmazdı.” Bütün bunları dikkate aldığımızda, savunma hakkının, bu hakkın takipçisi, koruyucusu ve onun uzmanı olan avukatın önemi ve değeri ortaya çıkar.

Bu bağlamda işaret etmek isterim ki, her ne kadar Avukatlık Yasasının 34.maddesinde avukatlık görevinin kutsal olduğu yazılı ve savunmanın kutsallığı da kimi üstatlarımızın kullanmayı çok sevdikleri bir sıfat ise de, kanımca bu doğru değildir. Değildir, zira kutsallık, geleneksel yapılardan, tutucu ve muhafazakar anlayışlardan tevarüs ettiğimiz ve benimsediğimiz bir anlayıştır.

Değerli meslektaşımız Halil İnanıcı’nın da vurgu yaptığı üzere, geleneksel dönemin örgütlenme biçimi olan lonca anlayışı, diğer meslekler gibi avukatlık mesleğini de kutsallık ikonu ile denetimi altında tutmaya çalışmıştır. Aydınlanmayla birlikte geleneksel koşullanmalardan ve baskıdan kurtularak özgürleşen insan aklı, kendi yaşamının, kendi işinin, kendi mesleğinin ve tercihlerinin sorumluluğunu bizzat kendisi üstlenmiştir.

Aydınlanma sonrası başlayan modernleşme süreciyle birlikte insanı kutsallık ikonu ile denetlemek ve baskı altında tutmak artık mümkün olmamakla, avukatlık mesleğini de kutsallık ikonu ile denetlemek ve baskı altında tutmak, hem mümkün, hem de doğru değildir.

Kaldı ki, kutsallık ve bundan türetilen kutsal devlet, kutsal adalet, kutsal savunma gibi kavramlar statükoyu koruyan, otoriteyi koruyan kavramlardır. Oysaki avukatlık mesleği her türden iktidarla, otoriteyle, statükoyla sorunu olan bir meslektir. Öyle olduğu için avukat, devlete karşı, iktidara karşı, otoriteye karşı insanı, bireyi, hakkı savunan kişidir. Savunma ise kutsanması gereken bir iş ve faaliyet olmayıp, yaşama hakkı gibi, mülkiyet hakkı gibi, özgürlük hakkı gibi, emek gibi, üretim gibi saygı duyulması, değer verilmesi ve korunması gereken, vazgeçilmesi mümkün olmayan üstün bir haktır, temel bir insan hakkıdır.

Değerli Stajyerler,

1136 Sayılı Avukatlık Kanunu hükmüne göre, avukatlık bir “kamu hizmeti” ve aynı zamanda “serbest” bir meslektir. Ama bu serbestlik her şeyi yapmak anlamında bir serbestlik değildir. Esasen avukatın böyle bir serbestliği de yoktur. Bu serbestlik, avukatın hiç kimseden emir almaması, bağımsızlığını zedeleyecek işleri ve görevleri kabul etmekten kaçınması anlamında bir serbestliktir.

Molierac’ın, “Görevimizi yaparken kimseye, ne müvekkile ne hakime, ne de iktidara tabiyiz. Bizim aşağımızda kişilerin varlığı iddiasında değiliz. Ama biz hiçbir hiyerarşik üst de tanımıyoruz. En kıdemsizin en kıdemliden veya isim yapmış olandan farkı yoktur. Avukatlar tarih boyunca köle kullanmamışlar ve     hiçbir zaman efendileri de olmamıştır!” demesi bundandır ve bundan dolayıdır

Bu niteliği ve özelliği itibariyle avukatlık mesleği, yargılama faaliyeti içinde “sine qua non” olan, yani “olmaz ise olmaz” olan bir meslektir ve hukuk güvenliğinin en önemli parçasıdır.

Avukatlık mesleği sadece bir bilgi mesleği değil, aynı zamanda bir cesaret mesleğidir. Özellikle siyasi davalarda avukat, cesur olmalı, tutuklanmak ve ceza almak da dahil, başına her şeyin geleceğini bilmelidir.

Size bu konu ile ilgili olarak yaşanmış iki örnek vermek isterim. Bu örneklerden birincisi Marie-Antoinette’in avukatı Chaveau-Lagarde, ikincisi ise, Napolyon’a suikasttan sanık Moreau’nun avukatı Bonnet’dir.

Yargılama aşamasında “Ben, konvansiyona iki şey sunuyorum: Gerçeği ve kafamı. Birincisini dinledikten sonra, ikincisi hakkında dilediğiniz gibi karar verebilirsiniz’ diyen Chaveau-Lagarde savunmasının sonunda tutuklanmış, Bonnet ise Napolyon tarafından sürgüne gönderilmiştir.

Sevgili Stajyerler,

Hepinizin çok iyi bildiği üzere, avukatlık mesleği tarihin yazımladığı en eski mesleklerden birisidir. Mevcut bilgilere ve kayıtlara göre avukatlık mesleğinin başlangıcı kadim Yunan’a, oradan da eski Roma’ya kadar gitmektedir. Nitekim avukat sözcüğü Yunancada “üstün, ayrıcalıklı ve güzel konuşan” anlamlarına gelen “AdvoCatus” sözcüğünden türetilmiştir.

Avukatlık mesleğinin gelişme süreci incelendiğinde görüleceği üzere, avukatlık mesleği, daha ziyade demokratik toplumlarda gelişme göstermiş, buna karşın demokratik olmayan toplumlarda herhangi bir gelişme gösterememiştir. Zira avukatlık mesleği demokratik toplumların, diğer bir deyişle burjuva toplumunun, yani kent toplumunun mesleğidir. Zira avukatın sermayesini oluşturan bilgi ve zaman kent toplumunda değer ifade etmektedir.  

Yine yargılama faaliyetini demokratikleştiren en önemli unsur, yargılama faaliyetinin de asli/kurucu unsuru olan avukatın varlığıdır. O nedenle, avukat olmadan yapılan yargılama, demokratik olmayacağı gibi adil de olmaz.

Bütün bu nedenlerle demokratik hukuk devletlerinde avukat, yargılama faaliyetinin ve adil yargılanma hakkının olmaz ise olmaz öznesidir.

Değerli Stajyerler,

Okuldan mezun olduktan ve avukatlık mesleğini fiilen icra etmeden önceki en önemli aşama staj aşamasıdır. O nedenle ve meslekte iyi bir kariyer sahibi olabilmek için mutlaka, ama mutlaka iyi bir staj yapmak gerekir. Zira fakültede öğrendiğimiz teorik bilgileri pratiğe nasıl uygulayacağımızı, bu bilgileri pratikte nasıl kullanacağımızı staj aşamasında öğreniriz.

İyi avukat, iyi hukukçu olmak demek her şeyi bilmek demek değildir. Esasen pek çok disiplinden oluşan hukukun tamamını bilmek de mümkün değildir. Nihayetinde hepimiz sadece kendi pratiğimizden geçen şeyleri biliyoruz. O nedenle, iyi avukat, iyi yargıç, iyi hukukçu demek neyi nerede bulacağını bilmek, bulduğu şeyi somut olaya uygulayabilmek ve o meseleyi çözmek demektir. Bu ise ancak araştırmakla, incelemekle mümkündür.

İtalyan Marksist, sendikacı, gazeteci, olağanüstü bir siyaset felsefecisi olan ve Mussolini tarafından uzun yıllar hapishanede tutulan Antonio Gramsci “Hapishane Defterleri” isimli eserinde, “toplumda herkes entelektüeldir, ama çok az insan entelektüel işlevini yerine getirir” diye yazar. Meslek örgütümüz olan baronun organlarında, komisyonlarında, kurullarında görev üstlenmek, tam da Gramsci’nin ifade ettiği gibi “entelektüel bir işlevi yerine getirmektir”. O nedenle, üyesi olduğunuz baronun organlarında görev üstlenmek ve “baro bizim için ne yapıyor” demeden önce “ben baro için ne yapıyorum” diye kendinize sormak ve baronuz için, mesleğimiz için, ülkemiz için sizin de bir şeyler yapmanız gerekir.

Avukatlık bir güven mesleği olmakla, avukat güvenilir kişi olmalıdır. Avukat, kamunun, müvekkilinin, yargıcın kendisine olan güvenini ve inancını sarsmamalı, mesleğini özenle yerine getirmeli, sır saklamasını bilmeli, gerek adalet hizmetinin, gerekse mesleğin onurunu ve itibarını her şeyin üzerinde tutmalıdır.

Esasen objektifliğini yitiren, müvekkili ile bütünleşen avukat, bağımsızlığını yitireceği ve taraf olacağı için müvekkilinin hakkını yeterince koruyamaz. Onun için yargıcın tarafsızlığı, yargının bağımsızlığı kadar savunmanın bağımsızlığı da önemli olmakla, görevini ifa ederken avukat objektif olmalı, bu bağlamda müvekkili ile bütünleşmemelidir.

Avukat üslupta yumuşak, eylemde sert olmalıdır. Bu bağlamda avukat, gerek yazarken, gerekse konuşurken düşüncelerini ve argümanlarını nezaketle ortaya koymalı, hukuk dışı açıklamalardan kaçınmalı, savunma sınırını aşmamalı, mesleki düzeyini düşürmemeli, vücut dilini ölçülü ve dengeli kullanmalı, her koşulda nezaketini korumalıdır. Böylesi bir davranış, böylesi bir üslup avukata hem daha çok yakışacak, hem de avukatı mahkeme nezdinde daha etkili ve saygın yapacaktır.

Bu konuda son iki söz, birincisini Mevlana söylüyor: “Sesini değil, sözünü yükseltmeli insan. Çünkü gök gürültüleri değil, yağmurlardır yaprakları yeşerten ve yaşatan.

İyi avukatlar da böyle yaparlar, yani seslerini değil, sözlerini yükseltirler. Lütfen siz de böyle yapın!

İkinci söz kıyafet üzerinedir. Lütfen kıyafet deyip geçmeyin ve asla unutmayın; “kıyafetinizle karşılanır, bilginiz ve bilgeliğinizle ağırlanır, nezaketiniz ve ahlakınızla uğurlanırsınız.”    

Değerli Stajyerler,

Amerikalı şair Robert Frost, insanoğlunun ironik veya trajikomik bir teslimiyete

eğilimli olduğunu ifade ettiği “Gidilmeyen Yol” isimli şiirinde insanın böyle bir teslimiyete boyun eğmemesi gerektiğine vurgu yapar ve bunu da “Ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben daha az kullanılan yolu seçtim. Hayatımdaki tüm farkı da bu yarattı.” dizeleriyle ifade eder.

Bu dizelerin kıssadan hissesi şudur; Ya herkesin gittiği yoldan gideceksiniz ya da hayatınızda başkalarıyla aranızda bir fark yaratmak için Frank Sinatra’nın o güzel şarkısında söylediği gibi “I did it my way” diyeceksiniz ve kendi yolunuzu kendiniz yapacak ve seçeceksiniz. Tercih sizin!

Başarılarla, başarısızlıklarla, umutlu, umutsuz anlarla, mutlu, mutsuz anılarla, sevinçli, acılı günlerle, inişli, çıkışlı yıllarla, bir gelecek inşa etmek için yapılan mücadeleler ve çabalarla dolu olan kırk sekiz yıllık meslek hayatını geride bırakan bir avukat olarak, benim size söyleyeceklerim ve tavsiyelerim bunlardır.

Hepinizi bir kez daha sevgi ve saygıyla selamlıyor, beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ediyor, size hayatınızda ve mesleğinizde yol açıklığı ve başarılar diliyorum. Hoşça kalın.

ANILARIMDAN BİR SAYFA: ÖZDEMİR ÖZOK –

Tedavi için gittiği Amerika Birleşik Devletleri’nde vefat eden Özdemir Özok’u, 25 Nisan 2010 günü Türkiye Barolar Birliği’nde düzenlenen törenle uğurladık.

Özdemir Özok, sert görünümünün aksine son derece duygulu, duyarlı bir insandı. Çok zeki, çok hazırcevap, çok esprili, çok keyifli bir insan olan Özdemir Özok, kendisiyle dalga geçmesini de çok iyi bilir, çevresindekilere neşe verir, onlardan neşe alır, meclisinde bulunanlara her zaman pozitif enerji verirdi. Avukatlara, barolara, Türkiye Barolar Birliği’ne çok değerli ve önemli hizmetler yapan Özdemir Özok, yeri gerçekten doldurulmaz bir insandı ve nitekim doldurulamadı da. Arkasında eserler bıraktı, güzel anılar bıraktı, onu her zaman sevgiyle, saygıyla, şükranla yad eden dostlar bıraktı.

Özel bir sohbetimizde, benim mor külhani abiler diye isimlendirdiğim abilerin bir kısmıyla ilgili olarak bana;  ‘beni bunlar kanser etti’ demiş, bu arkadaşların Türkiye Barolar Birliği’nin 2001 yılında Diyarbakır’da yapılan genel kurulu öncesinde, genel kurulda ve sonrasında kendisine yaptıklarını anlatmıştı.

Şimdi bunları yazarken onu çok özlediğimi, çok aradığımı hissediyorum. ‘Neler gördük neler bu güne kadar/Daha gidilecek yerlerimiz var/Bizi buralarda unutamazlar/Kalacak bir türkü söyler gideriz’ diyor Özdemir Asaf.  Özdemir Özok da arkasında daima kalacak çok türkü söyledi ve gitti. Onun için onu unutamayız. Allah gani gani rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.

Özdemir Özok’un cenaze töreninde arkadaşı, dostu ve Ankara Barosu Başkanı olarak ben de konuştum. Ve şunları söyledim

(…)

Sevgisi ve acısı bizi bugün burada bir araya getiren Özdemir Özok’un, ülkemiz için, Türkiye Baroları için, Ankara Barosu için, biz Avukatlar için, hukuk camiamız için anlamı ve değeri olmasının yanı sıra, benim gibi kendisine yakın olanlar için de ayrı ve özel bir anlamı ve değeri vardır.

Özdemir Özok’un ülkemiz için anlamı ve değeri vardır, zira O Türkiye sevdalısı bir yurtseverdir. Cumhuriyetimizin aşığıdır. Büyük Atatürk’e ve O’nun ilkelerine yürekten bağlı bir Atatürk sevdalısıdır. Kendi deyimiyle “eksiksiz demokrasi” için mücadele eden bir demokrasi askeridir. İnsan hakları savunucusudur. Yaşamını hukukun üstünlüğüne, yargının bağımsızlığı ile tarafsızlığına adamış bir hukuk adamıdır.

Öyle olduğu için, bu değerleri paylaşan bizlerin arkasından gittiği bir önder, söylediklerine itibar ettiği güvenilir bir ses olmuştur.

Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak, sadece biz Avukatların, Türkiye Baroları’nın değil, hukuk camiamızın sözcüsü olmuş, Türkiye Barolarına, üyesi olduğu, Başkanlığını yaptığı Ankara Barosu’na, Avukatlık mesleğine büyük ve unutulmaz hizmetler yapmış, değerler katmıştır. Onun için kaybımız ve acımız büyüktür.

‘Çokları pek geç ölürler, kimi de pek erken ölür’ diyor filozof ve ekliyor ‘doğru zamanda öl.’ Her ölüm erken ölümdür, ama Özdemir Özok’un ölümü pek erken oldu. Doğru zamanda olmadı. O’na en çok ihtiyacımız olan bir zamanda oldu.

‘Sizin hiç babanız öldü mü? Benim ki öldü, kör oldum’ diyor şair. Özdemir Özok öldü. Biz de öyle olduk, kör olduk.

Sevgili Özdemir Özok Dostları,

Eski Mısır inancına göre, ölümden sonra gidilecek mekânı belirlemek için melekler iki sorunun yanıtını ararlarmış: Birincisi ölenin çevresindekilere neşe verip vermediği, ikincisi, etrafındakilerden neşe alıp almadığı.

Özdemir Özok, yaydığı pozitif enerjisiyle, sevgisiyle, arkadaşlığıyla, dostluğuyla etrafındakilere neşe veren ve onlardan neşe alan bir insandı.

Onun için acımız ve kaybımız büyüktür.

Yaşam, yalnız başınıza asla gerçekleştiremeyeceğiniz bir şeyi yapmak, yaşamınızı başka insanların kalbine dokundurabilmek ise eğer – ki öyledir- Özdemir Özok da bunu yapıp gitmiştir aramızdan.

Onun için acımız ve kaybımız büyüktür.

İyi bir insan olmasının ötesinde, çok iyi bir eş, çok iyi bir baba, hayatımda tanıdığım en iyi evlattı Özdemir Özok.

Annesi evladını, eşi sevgilisini, çocukları sevgili babalarını kaybetti. Ben ve benim gibi ona yakın olanlar ise sevgili ağabeyimizi, arkadaşımızı, dostumuzu yitirdik.

Onun için acımız ve kaybımız büyüktür.

Şairden esinlenerek demek gerekir ki: ‘Sizin hiç ağabeyiniz öldü mü? Benim ki öldü, kör oldum.’ Özdemir Özok öldü. Biz de öyle olduk, kör olduk.

Işıklar içinde yatsın, mekânı cennet olsun.

BİR ETKİNLİK VE BİR KONUŞMA –

08 Nisan 2023 günü Ankara Avukat Hakları Grubu’nun, Ankara’daki Hukuk Fakülteleri öğrencilerinin katılımıyla düzenlediği “Gelecek Sizsiniz” konulu etkinliğe açış konuşması yapmak üzere davetli idim.  

Aşağıda bu etkinlikte yaptığım açış konuşmasını sizinle paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum.   

….

 
Avukat Hakları Grubu’nun Değerli Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyeleri,

Sevgili Gençler,

Değerli Meslektaşlarım,

Herkese günaydın. Hepiniz hoş geldiniz.

Dinleyecek birilerini bulan herkesin, söyleyecek bir şeyleri mutlaka vardır. Benim de var.

Ama söyleyeceklerim pek o kadar önemli şeyler olmayacak, aksine sizin de bildiğiniz şeyler olacak. O nedenle, şairin “Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma” dediği gibi, beni dinleyince, lütfen “kırk sekiz yıllık meslek hayatınızda biriktirdiklerinizin hepsi bu mu”  diye düşünmeyin ve dahi şaşırmayın.

Biriktirdiklerimin hepsi bugün burada size söyleyeceklerimden ibaret değil elbette. Söylenecek başka şeyler de var, ama bu platform bunları söylemeye uygun değil. O nedenle, benim bugün size söyleyeceğim şeyler, daha ziyade bu etkinliğin konseptine uygun şeyler olacak.

Sevgili Gençler,

Gerek hayatta, gerekse meslekte yol almış olan ben ve benim gibilerin, henüz yolun başında, çok başında olan sizinle paylaşacakları şeyler, daha ziyade anılarına ve deneyimlerine ilişkin şeylerdir.

Ama ben, şairin dediği gibi “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik/Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik” diye sözlerime başlayacak, size anılarımı anlatacak ve sizinle deneyimlerimi paylaşacak değilim. Zira böyle bir konuşmanın sizi sıkacağının bilincindeyim.

O nedenle, sizinle sadece bu etkinliğin temasını ve ana fikrini oluşturan, gelecek üzerine olan bazı görüşlerimi paylaşacağım.

Değerli Arkadaşlar,

Gelecek bir plandan ibarettir ve bu planı da biz yaparız. Yani geleceği, geleceğimizi planlamak bizim elinizdedir. Uzun bir yolculuk olan gelecekte, her şey ve bütün işler, kuşkusuz düz bir çizgide, bizim planladığımız, istediğimiz ve hedeflediğimiz yönde gitmez. Yol kazaları olur, iş kazaları olur, sapmalar olur, inişler, çıkışlar olur, başarılar, başarısızlıklar olur.

Ama hayat dediğimiz şey böyle bir şeydir, sürprizlerle, bilinmezlerle dolu olan bir yolculuktur. Bazı yolculuklardan geri dönebiliriz ama hayat yolculuğundan geri dönemeyiz. Zira hayatın geri dönüş yolu yoktur, hayatın yolu ve yönü ileriye doğrudur, bilinmeyen ve her an sürprizlere gebe olan geleceğe doğrudur. Bir deneme ve yanılma süreci olan hayat, aslında çok da iyi bir öğretmendir ve eğer biz öğrenmek istersek, bu öğretmen bize çok şey öğretebilir.

Onun için hayat yolculuğunuzda ve başarılı olduğunuz zamanlarda, ne “ben neymişim be abi” diye göklerde uçun, ne de başarısız olduğunuzda, “ben mahvoldum, ben kaybettim, ben yenildim” diyerek başarısızlığınızın altında ezilin.

Her koşulda geçmişi, geçmişte bırakın, önünüze bakın, sadece geleceği düşünün ve yolunuza devam edin.  Başarılarınızdan daha çok başarısızlıklarınızdan dersler çıkarın, kariyer eğrinizi daha yukarılara çekmek, mevcut artılarınızı ve donanımlarınızı daha da çoğaltmak için düne göre daha hızlı koşun.

Düne göre daha hızlı koşmak” bir Afrika anekdotunun bize tavsiye ettiği bir hayat felsefesidir. Bu felsefeye göre, Afrika’da yeni bir güne uyanan bir aslanın hedefinde tek bir şey vardır, düne göre daha hızlı koşmak. Çünkü o aslan, düne göre daha hızlı koşmadığı takdirde, aç kalacağını bilir. Yine Afrika’da sabah uyanan bir ceylanın kafasında da tek bir düşünce vardır, düne göre daha hızlı koşmak. Çünkü o ceylan da, düne göre daha hızlı koşmadığı takdirde, bir aslana ya da bir kaplana yem olacağını bilir.

O halde, başladığınız her yeni günde, aklınızda ve hedefinizde tek bir şey olsun, o da düne göre daha hızlı koşmak olsun.

Başkalarıyla yarışmak için değil, kendinizle yarışmak için, bir önceki gündeki kendinizi aşmak, kendinizi oldurmak ve geleceğe hazırlanmak için, bir önceki günden daha hızlı koşun.

Ama bir önceki günden daha hızlı koşarken, kendinizi de ihmal etmeyin ve tekrarı olmayan hayatınızın, hayatın güzelliklerini de ıska geçmeyin, geçmeyin ki bir gün hüsrana uğramayın.

Zira “hayat”, bilge Çetin Altan’ın ifade ettiği gibi “yaşandığı kadar vardır, gerisi ya hafızalardaki hatıralar ya da hayallerdeki umutlardır. Hüsran ise tek bir yer de vardır ve o yer de, yaşanması mümkün olduğu halde gerektiği kadar yaşanmayan yerdir.” 

O nedenle, bir gelecek inşa etmek üzere yola çıkan ve her gün bir önceki güne göre daha hızlı koşmak zorunda olan size tavsiyem şudur: “Hayat bisiklete binmeye benzer. Eğer pedalları çevirmez ve bir denge sağlayamazsanız düşersiniz.” Düşmemek için pedalları çevirin, yaşamınızda, işlerinizde ve ilişkilerinizde bir denge sağlayın ve pedalları düne göre daha hızlı çevirin.

Bütün umudum gençliktedir” diyen Büyük Atatürk, bu sözleri boşuna söylememiştir. Zira bütün umudumuz sizdedir, çünkü gelecek sizsiniz, gelecek de sizinledir.

Geleceğin sizinle olması için mükemmel olmayı değil, sadece başarılı olmayı ve işinizi iyi yapmayı hedefleyin.

Başarılı olabilmek için ise, her gelen gün, bir önceki günden daha hızlı koşun ve unutmayın “Okulda anladıkça başaracaksın. Hayatta başardıkça anlayacaksın. Gelecek mutlu mutsuz, inanmasan da; gözlerin yaşardıkça anlayacaksın.

Beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyor, yolunuzun ve şansınızın daima  açık olmasını diliyor, size en içten sevgilerimi, ve saygılarımı sunuyorum.

“Hayatlarımızı bazen yakaladığımız fırsatlar belirler. Bazen de kaçırdığımız.” F.Scott Fitzgerald

MUHTEŞEM GATSBY

Okuyanların bildikleri üzere “Muhteşem Gatsby”, Amerikalı yazar F.Scott Fitzgerald’ın yazdığı bir romandır. Bu roman aynı zamanda sinemaya da aktarılmış ve filmde Muhteşem Gatsby rolünü, popüler kültürün en ünlü – ve anlaşılması güç – karakterlerinden biri olan  Robert Redford oynamıştır.

Benim kitapla tanışmam 1967 yılında Konya Maarif Koleji’nde son sınıfta okurken İngiliz Dili ve Edebiyatı öğretmenimiz Charles Lee sayesinde olmuştur. Charles Lee bana bir ders çıkışında F.Scott Fitzgerald’ın ‘Muhteşem Gatsby’ isimli kitabını okuyup okumadığımı sormuş, okumadım demem üzerine bana kitabın İngilizcesini hediye etmiş, hediye ederken de şunları söylemişti: “Amerika şimdi Fitzgerald’ın anlattığı 1920’lerin Amerika’sı değil. O yılların bunalımları, sorunları şimdilerde yok. Başka sorunlar var. Caz müziği hala sevilerek dinleniyor olsa da Amerika şimdi o yıllarda olduğu gibi Caz Devri’ni yaşamıyor. Ama  Amerika’da hala Muşteşem Gatsby’ler yaşıyor.

Kitabı ilgiyle okuduğumu, o yıllarda pek çok arkadaşım gibi, tutku haline getirmemekle, çok sık görmemekle, ara sıra görmekle birlikte, benim de görmek ve hatta yaşamak istediğim bir rüya olan Amerikan Rüyasının çok da güzel bir rüya olmadığı sonucuna vardığımı hatırlıyorum.

Bu sonuca varmamda, o sıralar yeni yeni tanışmaya başladığım sol fikirlerin, buna bağlı olarak gelişen – Amerikan düşmanlığı demeyeyim, zira hayatımın hiçbir döneminde hiçbir devletin ve fikrin düşmanı olmadım – Amerikan karşıtlığının etkisi de mutlaka olmuştur.

Okuyanların ve filmi sinemalarda seyredenlerin hatırlayacağı üzere romanın/filmin konusu olan olaylar, daha sonra New York’un önemli yerleşim ve ticari bölgesi haline gelen Long Island’da geçer. Olayların yaşandığı dönemde Amerika’da, Birinci Dünya Savaşı’nın getirdiği ekonomik sorunlar önemli ölçüde aşılmış, ekonomik ve toplumsal hayatta ciddi anlamda iyileşmeler başlamıştır. Amerikan toplumu hüznün, acının müziği olan cazla bu dönemde yakınlaşmış, bu müziği sevmeye başlamıştır. Onun için Fitzgerald kitabında bu dönemi “Caz Devri”, savaş dönemini yaşayan kendi kuşağını ise “Kayıp Kuşak” olarak isimlendirir, .

Muhteşem Gatsby” çok basit ve yalın  bir anlatımla, romanın asıl kahramanı olan Gatsby’nin Daisy’e karşı duyduğu derin ve tutkulu aşkın şiirsel bir dille yazılmış hikayesidir. Ama bu hikaye aynı zamanda o dönemin Amerikan toplumuna yönelik bir eleştiridir. Dahası “savaş sonrası dönemin açgözlü insanlarıyla, hiçbir kahramanı olmayan bu dönemin nesliyle dalgasını geçen” bir romandır. Amerikalı edebiyat eleştirmeni Lionel Trllling’e göre kitap “Amerika’nın üstün bir metaforu”dur.

Romanda Orta Batılı, romantik ve tutkulu bir insan olan Jimmy Gatz’ın, yani Gatsby’nin çok daha önceden tanıdığı, güzel ama boş, bomboş bir kadın olan Daisy’i elde etmek için Long Island’a gelmesi, Daisy’e komşu olması, onunla tutkulu bir aşk yaşaması, Daisy’nin kocası Tom Buchanan’ın da içinde olduğu bir olay sonucu öldürülmesi akıcı bir üslupla anlatılır.

Kitabın kahramanı olan Jay Gatsby’i, çevresindeki insanları, Long Island’da yaşananları Orta Batılı Nick Carraway anlatır. Gatsby’nin komşusu olan Carraway romanın hem anlatıcısı, hem de kahramanlarından birisisidir. Asıl adı Jimmy Gatz olan Gatsby varlıklı, ama bu varlığı nasıl elde ettiği çok fazla bilinmeyen, hem serveti, hem de geçmişi karanlık bir adamdır. Onun bir savaş kahramanı mı, yoksa içki kaçakçısı mı olduğu belli değildir. Amerikan gerçekçiliğine uygun bir tarzda yazılmış olmasına rağmen,  bütün bunlar romanda tam olarak anlatılmaz. Gerçek hayatta olduğu gibi insanların duygu dünyaları, kimi sırları açıkça ortaya konmaz. Bütün bunlar okuyucuya, okuyucunun merakına bırakılır.

Anlaşılması güç bir karakter olan, yaşadıkça sahip olduğu zenginliğin ona doğuştan zengin olan insanların sahip oldukları ayrıcalıkları vermediğini gören Gatsby, zaman içinde bir şeyi daha görür ve anlar: her şeyi satın alamayacağını, para ile sahip olamayacağı pek çok şey olduğunu. Bu aslında sonradan görme zenginlerin yaşadıkları ortak bir trajedidir.

Gatsby’nin yaşadığı hayat, içinde bulunduğu zengin insanlardan oluşan sosyal ortam aslında ona uygun değildir.  Zira o hayatta her şey sahtedir. Göz kamaştıran, ışıltılı bir hayat süren bu insanlar aslında derin bir yalnızlığın içindedirler. Bu yalnızlığı, yaşadıkları sahte hayatın yalanları ve gösterişi ile bastırmaya ve unutmaya çalışmaktadırlar. Gatsby’nin yanında, yakınında dışı süslü, içi boş, bomboş bir dolu insan vardır. Bütün bunların farkında olan Gatsby aslında çok da mutlu değildir. Komşusu, arkadaşı Carraway’in nitelemesiyle Gatsby “tüm bu insanları bir hiçlikten diğer bir hiçliğe götüren bu yılışık kader hakkında dehşete düşmüştür.” Ama yine de o hayattan kaçıp kurtulamaz. Dahası bunu istemez de. Carraway’in ona “bu toplulukta olanlar kokuşmuş bir topluluktan başka bir şey değiller, sen hepsinden daha değerlisin” demesi, bu insanlardan uzak durmasını tavsiye etmesi bile Gatsby’i ikna etmeye yetmez.

Ve ne yazık ki Gatsby’nin ölümü de, her şeyiyle kokuşmuş olan o topluluğun insanlarının elinden olur.

Sonuç itibariyle “Muhteşem Gatsby”, günübirlik yaşayanların, boş beleş işlerle uğraşanların, önlerine olumlu hiçbir hedef koymayanların, anlamlı bir hayat yaşamayanların, kendilerini oldurma konusunda çaba göstermeyenlerin  mutlu olamayacaklarını, bir boşluktan, başka bir boşluğa yuvarlanacaklarını ve sonunda hüsrana uğrayacaklarını anlatan bir roman.  Edebi bir eser, önemli ve okunmaya değer bir roman. Başka bazı eserler gibi, örneğin “Suç ve Ceza”, “Venedik Taciri”, “Antigone”, “Yargıç ve Celladı”, “The Reader/Okuyucu’” vd. gibi hukukla ilgisi olan, hukuki yönden okunmaya ve incelenmeye değer olan bir kitap değil elbette. Ama hukuk ve edebiyat birbirlerini besleyen iki iyi arkadaştır ve her hukukçunun edebiyattan öğreneceği çok şey vardır. Çünkü edebiyat da, hukuk da hayata dairdir ve her ikisi de bize çok şey öğretir. Murathan Mungan’ın ifadesiyle “hepimizin tek bir hayatı vardır. Ne öğreniyorsak o hayatta yaşadıklarımızdan öğreniyoruz. Oysa romanlar, hikayeler bize başkalarının yaşadıklarını anlatırlar, biz o romanları, hikayeleri okuyarak başka hayatları öğrenir ve bu yolla kendimizi oldurabiliriz.”  Benzer bir şeyi Nietzsche’de söylüyor ve anımsadığım kadarıyla şöyle diyor “Hepimizin tek bir hayatımız vardır. Bütün öğrendiklerimiz o hayat da deneyimlediklerimizden ibarettir.

Hukuka ve edebiyata dair bir şey daha var, onu da değerli hukukçu, akademisyen, yazar ve şair Yalçın Tosun söylüyor: “Hukuk da hikâyeleri sever; tıpkı edebiyat gibi. Ne de olsa ikisi de sözcüklerden oluşur. Gerçektir ya da değildir, sözcükler ise çok tehlikeli bir güç taşırlar içlerinde.

Sözcüklerin gücünü, tehlikeli gücünü görmek ve göstermek için okumak gerekir, esasen “insan okur.