“YARGI ETİĞİ PERSPEKTİFİNDEN TÜRK YARGI SİSTEMİ” ÜZERİNE BİR KONUŞMA*

(…)

“Yargı Etiği Perspektifinden Türk Yargı Sistemi” konulu oturumumuza hoş geldiniz. Hepinizi kendi adıma, konuşmacı arkadaşlarım adına saygı ile selamlıyorum.

Değerli Konuklar,

Malumunuz olduğu üzere, Yunanca “kişilik, karakter” anlamına gelen “ethos” sözcüğünden türetilmiş olan “etik” kavramı, insanların bireysel ve toplumsal anlamda kurdukları ilişkilerin temelinde var olan kuralları, ilkeleri, doğru-yanlış, iyi-kötü gibi değerleri inceleyen, insanlara doğru yaşamanın, doğru hareket etmenin, doğru insan olmanın yollarını gösteren felsefi bir disiplindir.

Buna göre etik, insanın ve toplumun değerlerini, tutum ve davranışlarını ifade eden ve kabaca neyin doğru olarak kabul edildiği veya edilmesi gerektiği şeklinde tanımlanan bir yargı ve ilkeler sistemi olan ahlaktan farklıdır.

Alman akademisyen ve psikolog Annemarie Pieper’in “Etiğe Giriş” isimli özgün eserinde ifade ettiği üzere, günümüzde pek çok şey maddi olarak hesaplanabilir bir düzeye indirgenmiştir. Gerek insani ve toplumsal gerekse uluslararası alanda dayanışmaya olan heves ve buna hazır olma isteği azalmıştır. O nedenle, günümüzde pek çok şeyi ne yazık ki; para ve çıkar ilişkileri ile statü, makam ve iktidar gibi güç odakları belirlemektedir.

Çevremizde ve hatta aramızda arkadaş gibi, dost gibi, meslektaş gibi davranan, “her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen” bir dolu kinik insan dolaşmaktadır. Böyle bir çağda ve toplumda, felsefenin bir disiplini olan ve kendini ahlaki eylemin bilimi olarak tanımlayan etik, yaşamın tek yönlü kaygılarla rasyonalize edilmesine yönelik bireysel çıkar ve hesapların yıkıcı etkisini ve sonuçlarını eleştirel bir aynadan yansıtan önemli bir uyarıcı ve yol göstericidir.

Zira etik bize, kendisini sadece paraya, mala, mülke, kişisel çıkarları en üst düzeye çıkarma kaygılarına, makam ve iktidar hırslarına sabitlemiş niceliksel düşünce karşısında, bütün bunları aşan, her birisi pratik aklın ahlaksal yetkinliği ile doğrulanmış olan; özgürlük, eşitlik, adalet, hoşgörü gibi pozitif amaç ve hedefleri sunan bir nitelikler dünyasının olduğunu anlatır.

Bu niteliksel değerler, bireysel ve kolektif sorumluluklarının bilincinde olan, ahlaksal talepleri genel bağlayıcı talepler olarak benimseyen ve bunları kendilerine mal eden bireylerin, kendi kaderlerini tayin etme hakkını, bütün hakların en üstüne koyan bir yaşama biçiminin ahlakını sunar. İnsana, ahlaki eylemin anlamının sistematik biçimde aktarılması ise, ancak etik aracılığı ile olur. Ama etik, ahlaki eylemin yerini tutmaz, sadece bu türden eylemlerin bilgiye dayalı yapısını ortaya koyar.

Değerli Meslektaşlarım,

Gündelik hayat pratiğinde ahlak, insanın karşısına hem evrensel bir değer hem de genel ahlak bağlamı içinde ve sadece bir mesleğin mensupları için geçerli olan alanda, “özel/kısmi ahlak” biçiminde ortaya çıkar.

“Özel/kısmi ahlak” biçiminde ortaya çıkan ve “meslek ahlakı/meslek etiği” olarak isimlendirilen bu kuralları, o mesleğin kendisi ve mensupları üretir. Hükümleri, o mesleği seçen ve yürüten herkesi bağlayan bu nitelikteki kurallar, genel ahlaki ilkeye, yani mesleğinde olabildiğince iyi ve doğru olma ilkesine dayanır.

Mesleğin onurunu korumak amacıyla konulan bu kuralları çiğneyen ve bu kuralların yerine, kendi kişisel çıkarlarını koyan meslek mensubu, sadece kendi kişisel, toplumsal ve mesleki saygınlığını yitirmekle kalmaz, aynı zamanda mensubu olduğu o mesleğe de zarar verir.

Aristoteles’in “Nikomakhos’a Etik” isimli özgün eserinde “Pratik, hem etiğin var olma koşulu ve hem de onun hedefidir. O nedenle soylu olan üzerine, adil olan üzerine, kısaca sitede bilim üzerine verilen dersten yararlanmak isteyen kişi, soylu bir temel alışkanlığa sahip olmalıdır” diyerek vurgu yaptığı üzere, pratiğin bilimi olan “etik”, bilgi adına değil, eylem adına harekete geçen ahlakiliktir. Bu ahlakilik varlığını ve etkisini uygulamada, yani eylemde gösterir. Bu yönüyle “fiiliyat üretici bilgi” olan “etik”; düşüncenin, söylemin ve eylemin birlikteliği ile tutarlılığıdır. Yani bilge Mevlana’nın “Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol” dediği şeydir.  

Bütün bunlardan hareketle demek gerekir ki, avukatlık, yargıçlık, savcılık gibi kamusal hizmetlere ilişkin meslek etiğinin özünü oluşturan pratik, aslında bu mesleklerin günlük yaşam pratiğidir. Onun için yargıcın da, savcının da, avukatın da, gerek kendi varlığının, gerekse mesleki yönden iyi olmasının koşulları hakkında aydınlatılmış bu günlük yaşam pratiğinin ahlakını iyi bilmesi, bunu içselleştirmesi, özümsemesi ve gerek özel, gerekse meslek hayatında hakkını vererek uygulaması gerekir.

Sadece yargıçlık, avukatlık, savcılık meslekleri yönünden değil, hemen her meslek için geçerli olan bu etik ilkeler, o mesleğin mensuplarına sadece iş ve meslek hayatlarında değil, özel hayatlarında ve ilişkilerinde de doğruluğu, açık sözlülüğü, yasalara ve mesleki kurallara bağlı kalmayı, sorumluluk almayı, mesleğinde yetkin, yeterli, nitelikli ve güvenilir olmayı, mesleğin gerektirdiği ahlaki ilkelere uygun hareket etmeyi, mesleğe bağlılığı, mesleği sevmeyi, mesleki gelişime önem vermeyi, insan haklarına saygılı olmayı emreder.

Değerli Meslektaşlarım,

Her biri kendi alanında ve konusunda yetkin ve deneyimli olan konuşmacılarımız, az sonra yapacakları sunumlarıyla oturumumuzun konusu olan “Yargı Etiği Perspektifinden Türk Yargı Sistemi” konusunda bizi hem bilgilendirecekler hem de aydınlatacaklardır.

Değerli konuşmacılarımıza söz vermeden önce ve konuşmacılarımızın alanına girmeden yargı etiği ile ilgili ilkelerin ve düzenlemelerin gerek ulusal gerekse uluslararası boyutu üzerine bir şeyler söylemek istiyorum.

Malumunuz olduğu üzere, Türk yargı sistemi özelinde avukatlar yönünden geçerli ve uygulanmakta olan etik ilkeler, Türkiye Barolar Birliği’nin IV. Genel Kurul’unda kabul edilen ve 26 Ocak 1971 tarihinde yürürlüğe giren Meslek Kurallarından oluşmaktadır.

Çağdaşımız olan pek çok ülkenin de benimsediği ve uyguladığı bu meslek kurallarının bazı önemli hükümlerini kısaca; ‘İş sahibiyle avukat ilişkilerinin doğruluk kurallarına uygun olması, ‘Avukatın iş sahibini bilgilendirmesi’, ‘Meslek sırrı’, ‘Avukatın menfaati zıt olan tarafların vekaletini üstlenmemesi’, ‘Avukatın iş sahibine karşı olan yükümlülükleri’, ‘Mahkemeye, karşı tarafa ve karşı taraf vekillerine karşı dürüstlük’, ‘Mahkeme adabına uymak’, ‘Üçüncü kişilerin haklarına saygılı olmak’, ‘Reklam Yasağı’, ‘Görevi ihmal etmeme ve kötüye kullanmama’ şeklinde özetleyebiliriz.

Ulusal düzeyde Türkiye Barolar Birliği’nin kabul ettiği bu meslek kurallarının dışında, uluslararası düzeyde kabul edilmiş olan avukatlık meslek kuralları, bu bağlamda 12 ülkenin Baro temsilcilerinin 28.10.1988 tarihinde Strazburg’da yaptıkları toplantıda oybirliği ile kabul ettikleri “Avrupa Birliği Barolar Konseyi Meslek Kurulları”, “Avrupa Birliği Bakanlar Komitesinin Avukatların Özgürlüğü Metni”, Sekizinci Birleşmiş Milletler Konferansı tarafından kabul edilen ve “Havana Kuralları” olarak bilinen “Avukatların İşlevlerine İlişkin Temel İlkeler” gibi uluslararası metinler de vardır.

Bu metinlerin tamamında; hukuka saygı ilkesi üzerine kurulmuş bir toplumda önemli bir role sahip olan avukatın görevinin, yasanın çizdiği sınırlar içinde sadece vekâlet görevini özenle yerine getirmekle sınırlı olmadığına, hem adalete hem de hak ve özgürlüklerini savunmakla yükümlü olduğu yargılamaya tabi kişiler için vazgeçilmez değerde bulunduğuna işaret edilmek suretiyle, avukatların ifade ve örgütleme özgürlükleri güvence altına alınmış, hükümetlere, yargı mercilerine, avukatların hiçbir baskı, ceza tehdidi, engelleme, taciz ve yolsuz müdahale ile karşılaşmadan her türlü mesleki faaliyetlerini yerine getirme konusunda ödevler yüklenmiş, özgür ve özerk savunmanın gereksinim duyduğu ve talep ettiği tüm kolaylıkların ve olanakların tamamının sağlanması gerektiğine işaret edilmiştir.

Değerli Konuklar,

Günümüzde yargıçlar yönünden yargı etiği ile ilgili olarak uluslararası alanda düzenlenmiş olan metin, yargıçlık mesleğinin icra edilmesine ilişkin davranış ve uygulama ilkelerini içeren ve Birleşmiş Milletlerin 2003/43 sayılı kararıyla kabul edilen “Bangolar Yargı Etiği”dir.

Savcılar yönünden uyulması gereken etik ilkeler ise, 2005 yılında Avrupa Savcıları Konferansı’nda kabul edilen “Savcılar İçin Etik ve Davranış Biçimlerine İlişkin Avrupa Esasları”, kısa adıyla “Budapeşte İlkeleri” ile benimsenmiş ve kabul edilmiştir.

Uluslararası nitelikteki bu metinlerin yanı sıra, ulusal düzeyde Hakimler Savcılar Kurulu tarafından kabul edilen ve 14 Mart 2019 tarih, 30714 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan “Türk Yargı Etiği Bildirgesi” vardır.

Bütün bu metinlerde yer alan ilkelere göre yargıçlar ve savcılar; “Bağımsız ve tarafsız olmak”, “Dürüst ve tutarlı davranmak”, “Herkese eşit muamelede bulunmak”, “Yargıya olan güveni temsil etmek ve korumak”, “Mesleğe yaraşır şekilde davranmak”, “Yetkin, ehliyetli ve özenli olmak”, “Masumiyet karinesi, silahların eşitliği, yasalara aykırı şekilde elde edilmiş kanıtlara itibar etmemek gibi evrensel ilkelere uymak”, “İnsan haklarına saygı göstermek” durumunda ve zorundadırlar.

Değerli Meslektaşlarım,

Ana hatlarını ifade ettiğim bu ulusal ve uluslararası nitelikteki düzenlemelere göre, yargı etiği konusunda Türkiye olarak bizim keşfedeceğimiz ve düzenleyeceğimiz herhangi bir şey yoktur. Yoktur, çünkü yargı etiğiyle ilgili olan ilkelerin hemen hepsi gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde vazedilmiştir.

O nedenle ve en son halkın iradesiyle milletvekili seçilmiş olan Can Atalay davasında verilmiş Anayasa Mahkemesi kararına ve yine Selahattin Demirtaş ile Osman Kavala davalarında verilmiş Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyulmamasında yaşanan hukuksuzluklarda görüldüğü üzere, ülkemizdeki sorun mevzuattan ve mevzuattaki eksikliklerden değil, uygulamadan kaynaklanmaktadır.

O nedenle, bu konuda bizim yapacağımız şey, sadece ve sadece ulusal ve uluslararası düzeyde yapılmış olan düzenlemelere ve konulmuş olan ilkelere uymaktan, bu ilkeleri hayata geçirmekten, bunları titizlikle ve amasız bir şekilde uygulamaktan ibarettir.

Bunu yapabilmek ise, genel anlamda insan malzemesinin, özel anlamda yargıç, avukat ve savcı malzemesinin iyi olmasına, bu meslek mensuplarının iyi yetiştirilmelerine, hukukun siyasallaştırılmamasına, hukuk devleti ilkesinin egemen olmasına ve hakkıyla uygulanmasına, en başta iktidar mensupları ve siyasiler olmak üzere, toplumda bir hukuka aidiyet bilincinin yerleştirilmiş olmasına bağlıdır.

Genel anlamda insan malzemesini, özel anlamda yargıç, avukat ve savcı malzemesini iyi yapabilmenin yolu ise eğitimden geçmektedir. O nedenle, bu konuda yapılması gereken ilk iş, iyiden bozulmuş ve evrensel ilkeler ile değerlerden uzaklaşmış olan eğitim sistemimizi gözden geçirmek ve iyileştirmektir. Esasen eğitimin amacı da insanı eğitmek ve insanı düzeltmektir.

Toplumdaki en önemli hammadde, toplumdan gelen ve yine topluma giden insandır. İnsanın, bir mesleğin “eni”, yani en profesör, en yargıç, en avukat, en savcı, en doktor, en mühendis vs. olmasının hiçbir önemi ve değeri yoktur. Çünkü kişilik, bilgiden, meslekten, unvandan, makamdan, iktidar sahibi olmaktan önce gelir. Yani eğer bir insanın kişiliği yok ise, o insanın bilmem ne olmasının hiçbir anlamı ve değeri yoktur. O nedenle, hangi mesleği icra ederse etsin, insanın önce özgür, özerk ve bağımsız bir kişilik sahibi olması gerekir. Zira tahsil insanı meslek sahibi, makam sahibi yapar ama kişilik sahibi yapmaz. Kişilik sahibi olmak için insanın kendisine emek vermesi, kendisini oldurması gerekir. Kişilik sahibi olan insan, özgür, özerk ve bağımsız olan insan, onun bunun adamı olmaz, işinin, mesleğinin sahibi olur ve işini, mesleğini adam gibi yapar, hakkıyla yapar, iyi bir şekilde yapar.

Değerli Konuklar,

Her insan iki tür eğitime sahiptir; birincisi başta aile, okul, yakın ve uzak çevre olmak üzere başkalarının o insana verdiği eğitim, ikincisi ise insanın kendisine verdiği eğitimdir. İnsanın kendisini eğitmesi için mevcut rolleri, verili haritaları, koşullanmaları, kafasının ve yüreğinin içine yalan yanlış doldurulan ne varsa bunların hepsini unutması, yaşamın bütün zenginliği karşısında, sağlıklı diyebileceğimiz bir kuşku, bir kavrama, bir öğrenme, bir anlama merakı ile kendisini oldurması, bu amaçla demokrasiyi, hukuku, hukukun üstünlüğünü, adalet, vicdan ve hak duygusunu içselleştirmesi, bunları kendisine rehber edinmesi gerekir.

Son bir husus. O da insanın mı, yoksa sistemin mi daha önemli ve etkili olduğu hususudur. Kuşkusuz ideal olan hem insanın hem de sistemin iyi olmasıdır. İnsanın iyi olmasının yolunun eğitimden geçtiğini yukarıda ifade ettik. Sistemi iyileştirmek ve iyi çalıştırmak için eğitimin dışında yapılması gereken elbette pek çok şey vardır ama en önce yapılması gereken şey yargının bağımsızlığı ile yargıç tarafsızlığını sağlamak, anayasası olan bir devlet olmak değil, anayasal bir devlet olmaktır. Bu ise önce anayasal devlet olmanın asgari koşulu olan kuvvetler ayrılığı ilkesinin tesis edilmesini ve egemen kılınmasını, Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun sadece yargıçlar, avukatlar ve savcılardan oluşan bir yapıya dönüştürülmesini, bu amaçla Adalet Bakanı ile Yardımcısı’nın Hakimler ve Savcılar Kurulu’ndan çıkarılmasını ve böylece yargının siyasal iktidarın egemenliğinden kurtarılmasını gerektirir.

Saygı ile arz ettim.

* İstanbul Barosu’nun 09 Aralık 2023 Tarihinde Düzenlediği “Yargı Etiği” Konulu Sempozyomda “Yargı Etiği Perspektifinden Türk Yargı Sistemi” Konulu Oturumda, Oturum Başkanı Olarak Yaptığım Konuşma

ANILARIMDAN BİR SAYFA – SARIKAMIŞ HAREKATI ÜZERİNE BİR ETKİNLİK

2009 yılının Eylül ayı sonlarına doğru tanınmış Kalp ve Damar Cerrahı Prof. Dr. Bingür Sönmez beni aradı. İsmen tanıdığım Bingür Hoca, sadece iyi bir kalp cerrahı değil, aynı zamanda bir Sarıkamış sevdalısıdır. Tarihimizin fazla konuşulmayan Sarıkamış Harekâtının gün yüzüne çıkmasını sağlayan, tek bir kurşun atmadan Allahuekber Dağları’nda donarak ölen şehitlerimizi unutmanın ayıbını çoğumuza hatırlatan Bingür Hoca’dır. Bingür Hoca Soroptomist Derneği ile birlikte Sarıkamış Harekâtı ile ilgili bir etkinlik yapmayı düşündüklerini, bunu Ankara Barosu ile birlikte yapıp yapamayacağımızı sordu bana. Bunu görev kabul edeceğimizi söyledim. 03 Kasım 2009 tarihinde Baromuzun konferans salonunda yapılan etkinlik, Bingür Hoca’nın konuşması, Sarıkamış ile ilgili görseller gerçekten son derece etkileyici ve dramatikti. Hemen herkes etkinliği gözü yaşlı bir şekilde izledi. Etkinliğin açılışında yaptığım konuşmada şunları söyledim;

(…)

‘Tarih 10 Temmuz 1908. Yani İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği gün. Yer, Makedonya’daki Köprülü Hükümet Konağı’nın önü. Meşrutiyeti ilan eden kürsüdeki adam o tarihlerde 27 yaşında olan Binbaşı Enver Bey’dir.

Köprülüden bir gün sonra, yani 11 Temmuz 1908 günü Selanik İstasyonu’nda Talat Paşa tarafından bir vagonun kapısından çevreyi tıka basa dolduran binlerce insana “Hürriyet Kahramanı” olarak tak­dim edilen yine Binbaşı Enver Bey’dir.

Tarih 5 Ağustos 1922. Kurban Bayramı’nın ikinci günü. Yer, Himalaya Dağları’nın kuzeydeki de­vamını oluşturan Pamir eteklerindeki Ceğan Tepesi. 25 kadar süvarisi ile Rus askerlerinin birliklerine elinde kılıcı ile yaptığı saldırı sonucu mitralyözlerin saçtığı kurşun yağmuru altında aldığı 7 kurşunla ölen ve Abiderya Suyu kenarındaki Abiderya Köyü’nde bir pınarın başındaki ceviz ağacının altına gömülen, ölümünden 11 gün önce eşine yazdığı son mektubunda “Karaağaca çakımla ismini yazdım” diyen 42 yaşında bir kumandan. Adı Enver Paşa.

Enver Paşa, sadece eşine karşı değil, bir asker, bir komutan ve bir siyasetçi olarak da romantik­tir. Öyle olduğu için hazırladığı ve amcası Halil Paşa eli ile uygulamaya koyduğu plan gereği; İstan­bul’da hazırlanan bir tümeni trenle Ulukışla’ya kadar götürmeyi, karayoluyla Halep, Urfa, Mardin ve daha sonra İran’a varmayı, oradan Kafkas Azerbaycan’ına girmeyi, daha sonra Kafkas Dağlarına ve Dağıstan illerine doğru yürümeyi, Kaf Dağları geçitlerini keserek Rusların Kuzey Kafkasya ile bağını koparmayı, böylece Kafkasya’daki Rus hâkimiyetine son vermeyi ve orada yeni devletler kurmayı, yeni Şeyh Şamiller yaratmayı hayal eder.

Bugünkü konferansın konusunu oluşturan Sarıkamış Harekâtı da, sadece Rusların elinde olan Kars’ın, Ardahan’ın, Iğdır’ın kurtarılması ve 1878 Berlin Antlaşmasında kaybedilen toprakların geri alınması amacına yönelik bir harekât değil, aynı zamanda bütün Güney Kafkasya’yı fethetmeye, Rusya Müslümanlarını isyan ettirmeye, bütün Türk-Tatarlarını, yani Hazar, Volga, Batı Sibirya, Türkistan ve İran’ı, peşi sıra Hindistan ve Afganistan’ı Halife’nin nüfuzu altında toplamayı amaçlayan romantik, dahası hayale dayalı planın bir parçasıdır.

Bu amaçla Enver Paşa, 1914 Aralığı’nın 18’inde, eksi 30 derecedeki Sarıkamış’ta 2500-3000 metre yükseklikteki Allahuekber Dağlarında Rusları imha ve planını icra etmek için çevirme ve kuşatma emri verir.

Kendisine “bu karda kışta böyle bir harekâtın başarı şansı yoktur” diye karşı çıkan Harp Okulu’ndan hocası Ordu Kumandanı Hasan İzzet Paşa’yı “eğer hocam olmasaydınız, sizi idam ettirirdim” diyerek komutanlıktan alır ve komutayı bizzat üstlenir.

Sonuç, soğuktan donarak, tifüsten hastalanarak şehit olan 90.000 vatan evladıdır.

Özgeçmişini yazan Şevket Süreyya Aydemir’in yaklaşımı ile “Hem kaderci, hem de kendi kade­rini kendi yaratabileceğine inanan adam” olan Enver Paşa’nın, Makedonya’dan Orta Asya’ya uzanan serüveninin en trajik aşaması olan Sarıkamış Muharebeleri’nin arkasından herhalde söylenmesi gere­ken şey, Cemal Paşa’nın Selanik İstasyonunda İkinci Meşrutiyet’in ilan edilmesinin hemen arkasından söylediğidir: “Enver, sen artık Napolyon oldun.”

Kendi kaderini yaratabileceğine inanan adam olan ve bu inancı doğrultusunda koskoca bir impara­torluğun kaderi ile oynayan Enver Paşa, kader, silah ve dava arkadaşı Cemal Paşa’nın ironik ifadesiyle ‘Napolyon’ olamamıştır belki, amma tıpkı Napolyon’un soğuk ve kar nedeniyle ağır yenilg­isiyle sonuçlanan Rusya Seferinde olduğu gibi, Sarıkamış’ta uğradığı hezimetle Napolyon’un kaderini paylaşmıştır.

“Sofya’dan İstanbul’a geldiğimizde, Enver Paşa’da Sarıkamış Harekâtı’ndan İstanbul’a dönmüş bu­lunuyordu. Kendisini ziyaret için makamına gittim. Haber gönderdim. Gelecek cevabı kapıda bekli­yordum. Az sonra Enver Paşa ile karşı karşıyaydık. Biraz zayıf düşmüştü. Rengi solgundu. Söze ben başladım:

“Biraz yoruldunuz.

Yok, o kadar değil.

Ne oldu?

Çarpıştık. O kadar.

Şimdilik vaziyet nedir?

Çok iyidir.

Enver’i fazla üzmek istemedim.”

Yukarıdaki konuşma Enver Paşa ile o tarihlerde Sofya’da askeri ataşe olan Yarbay Mustafa Kemal arasında geçer. Mustafa Kemal, Enver’i fazla üzmek istemez, zira Mustafa Kemal asker olarak, siyasetçi olarak ro­mantik değil, hayalci hiç değil, gerçekçidir. Onun için vaziyetin çok iyi olmadığını iyi bilir. İkisinin arasındaki fark da esasen budur.

Mustafa Kemal Paşa gerçekçi olduğu için, asker ve siyasetçi olarak vizyon sahibi olduğu için, Kazım Karabekir komutasındaki ordu ile Kars’ın, Ardahan’ın, Iğdır’ın 43 yıllık esaretine son vermiş, bir dev­let, bir Cumhuriyet inşa etmiştir.

Enver Paşa ise, kendi yaşadığı yüzyılın akımlarını sağlıklı olarak kavrayamadığı, jeopolitik konu­mu gerçekçi biçimde değerlendiremediği için, koskoca bir imparatorluğun dünya tarihinden silinme­sinde pay sahibi olmuştur.’

(…)