Bu eser, acı çekip düşünen insanlıkla, düşünerek acı çeken insanlığa adanmıştır’ Karl MARKS

MARKS’I ANLAMAK, ANLAMAK İÇİN DE MASUM OKUMAK GEREKİR

Berlin Duvarı’nın yıkılmasından, Sovyet İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Marks ve Marksizm’de eski gücünü ve albenisini yitirdi. Bugün Batı’da veya Doğu’da ya da dünyanın başkaca yerlerinde, insanlar, Popperci, Kantçı, Platoncu, göstergebilimci, yapısalcı, çevreci, feminist, liberal, muhafazakar ya da varoluşçu olabiliyor, ama artık Marksist olmuyor.

Oysa Marks ve Marksizm, rahmetli Sovyetler Birliği’nin, Sovyetler Birliği’nde uygulanan ve sonu kötü biten, siyasal, sosyal ve ekonomik politikaların babası olmadığı gibi sorumlusu da değildir. Ama ne yazık ki, yapılan olumsuz propagandalar, manipülasyonlar sonucu oluşturulan genel algıya göre, bütün bunlardan dolayı sorumlu olan Marks ve Marksizm’dir.

Gerçekte Marks bu dünyadan ayrılıp giderken, yazdıklarını, yaptıklarını, söylediklerini, özetle ürettiklerini beraberinde götürmemiş, bütün bunları insanlığa armağan etmiştir. Onun armağan ettikleri, insanlara, ekonomistlere, ekonomi bilimine, sosyolojiye, sosyologlara, daha hala yol gösteren, rehberlik eden inanılmaz zenginlikte bir hazinedir. Onun ekonomi, felsefe, sosyoloji gibi alanlarda getirdiği çözümleme yöntemleri ve araçları, günümüzde daha hala kullanılmaktadır.

Örneğin günümüzde henüz aşılamamış olan en büyük eseri ‘Kapital’ ekonomi alanında hala bir başyapıttır. Her türlü övgüye değer ve insanın insanı sömürmesinin akılcı ve bilimsel bir anlatısı olan bu büyük eserinde Marks; Adam Smith ve David Ricardo’nun zenginliği yaratan değerin ‘iş değer’ olduğuna ilişkin görüşlerine, ‘işçi iş gücünü satar, onun iş gücünü kullanan da kar adı altında fazladan bir değer elde eder’ diyerek ‘artı değer’ kavramını eklemiştir.

Yine günümüzde sosyologlar, psikologlar ve ekonomistler tarafından işlenen ve geliştirilen ‘yabancılaşma’ kavramını ilk kez telaffuz eden de Marks’tır. Marks bu kavramla, insanın doğadan kopmak suretiyle kültürel ve toplumsal yönden kendisine ayrı bir doğa kurmak anlamında, doğaya yabancılaşmasını ve aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin, bu ilişkilerin oluşturduğu kapitalist pazar ekonomisinin ve toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmayı, yani insanın kendi doğasına yabancılaşmasını ifade eder.

Bu ikinci tür yabancılaşma, insanın kendi emeğine, kişiliğine, başka insanlara, hayata, dünyaya yabancılaşması olup, bu da ciddi psikolojik, sosyolojik, ekonomik sorunları beraberinde getirir. İnsan; makineleşir, maddeci, bencil ve çıkarcı olur, insani birtakım duygularından ve özelliklerinden uzaklaşır, kapitalist sistemin ve pazar ekonomisinin işleyen ya da işlemeyen çarklarından birisi haline gelir.

Günümüzde pek çok insanın yaşadığı psikolojik sıkıntıları, içinde bulunduğu bunalımı, kendisini kuşatan depresyonu aşmak için Prozac, Depreks, Fulsac, Florak, Zedprex, Cipram gibi zihni tatile çıkaran mutluluk haplarını kullanmasının nedeni, insanın, Marks’ın tanımladığı anlamda kendisine, çevresine, ilişkilerine, emeğine yabancılaşmasıdır.

Onun için Marks’ı yeniden okumak, Louis Althusser’in deyimiyle ‘masum okumak’, yani önyargılı okumamak gerekir.

Evet, sadece kendi zamanının tanığı değil, sonraki zamanların da en önemli ve etkili bir figürü olan Marks’ın, biyografisini yazan Fransız akademisyen Bernard Cottret’e göre ‘sanayi devriminin çağdaşı bir 19.yüzyıl hümanist burjuvası’, yani burjuvazinin çocuğu olan ve fakat burjuvazinin yarattığı kapitalizmi reddederek onun anti-tezi olan Marksist öğretiyi kuran, romantizm ile devrim arasında bir yaşam süren Marks, insan olarak, eş olarak, baba olarak nasıl bir kişidir?

Almanya’nın üzüm bağları ve şaraplarıyla ünlü Treves kentinde doğan Marks, her Treves’li gibi şarabı seven ve bu sevgisini ‘ben de biraz Luther gibiyim, şarap sevmeyen adamın büyük işler başaramayacağına inanırım’ sözcükleri ile son derece içten ve sıcak bir şekilde ifade eden bir insandır.

Sanata, destanlara özel ilgisi olan, antik çağa hayranlık duyan Marks, ‘Barut ve kurşun çağında Aşil olunabilir mi? Ya da günümüzün yayıncılık düzeniyle İlyada?’ diye sorar ve bu konudaki kişisel değerlendirmesini de şu şekilde yapar; ‘Zorluk, Yunan sanatı ve destanının toplumsal gelişmenin belirli biçimlerine bağlı olduğunu anlamak değildir. Zorluk şuradadır: Sanat ve destan bize estetik neşe sağlar, keyif verir, bazı yönleriyle de kural hükmünde olup, bizim için erişilmez örnekler oluşturur.

Demokritos ve Epikuros’da Doğa Felsefesi Farkı, MÖ III Yüzyıl’ isimli kitabında, ‘Felsefe, Prometheus’un inancını; tüm Tanrılardan nefret ediyorum deyişini kendisine mal etmiştir. Bu deyiş, inancın kendisi olup, insan tarafından ulaşılan kendi bilincinde olmayı en yüce Tanrısallık olarak kabullenmeyen yerdeki ve göklerdeki tüm Tanrılara karşıdır… Prometheus felsefi takvimin en asil ermişi ve şehididir’ diyen Marks, Prometheus’un kahraman kişiliğinde aslında kendisini tanımlar, kendisini Prometheus ile özdeşleştirir. Zira o da tıpkı Prometheus gibi felsefi takvimin en asil ermişi ve şehididir.

Damadı Paul Lafargue, ‘Prometheus; zincirlere vurulmuş, bağrı akbabalarca delik deşik edilen bu eğilip bükülmez, asla evcilleştirilmez Titan, o haliyle bile Zeus’u tehdit ediyordu, Gökyüzünden ateşi gizlice çalıp insanlara metal işlemesini öğrettiği için de eski ve yeni mitolojilerin ateşin bulunmasına ilişkin şiirsel ve kahraman kişiliği oldu’ diye yazarken, aslında kayınpederi Marks’a gönderme yapmakta, bu bağlamda Marks ile Prometheus arasındaki benzerliğe işaret etmektedir.

Bazen öfkeli, bazen neşeli, hemen her zaman aykırı, aksi ve asi olmasının yanı sıra son derece romantik olan Marks, eşi bulunmaz zenginlikte bir düş gücüne ve mizah duygusuna sahiptir.  Aynı zamanda çok da iyi bir şair olan Marks, gençliğinde son derece güzel edebi şiirler yazmıştır. Onun yazılarındaki akıcılık şairliğinden gelir. Ama herhalde kendi istediği ve kaderi de öyle geliştiği için şair olarak değil, filozof olarak ünlenmiş ve en güzel eserlerini de felsefe, ekonomi ve sosyoloji konularında vermiştir.

Peki, Marks eş olarak nasıl bir insandır? Marks, karısı Jenny ile bir aşk evliliği yapmış ve hayatı boyunca eşine olan sadakatini ve aşkını korumuştur. Alman romantizminin geleneğine bağlı kalarak, eşine şiirler yazmış, bu şiirlerde ‘gökleri, yeryüzünü, ormanları, fırtınaları, yıldızları, Schubert’in melodilerini terennüm ve bunları eşine armağan etmiştir.

Hepimizin bildiği üzere, Sigmund Freud’un kurucusu olduğu psikoanalitik kurama göre, ‘karşı cinsteki ebeveyni sahiplenme ve kendi cinsinden olan ebeveyni saf dışı etme konusunda, çocuğun beslediği duygu, düşünce, dürtü ve fantezilerin toplamına Oidipus kompleksi’ deniyor.

Bu komplekse göre kız çocuğu babaya, erkek çocuğu da anneye düşkündür. Bu sadece çocuklar için böyle değil, anne ve babalar için de böyledir. Yani babalar kız çocuklarına, anneler de erkek çocuklarına daha düşkündürler.

Freud’un kuramı, insanlık tarihinin sadece belli bir dönemi için değil, tüm zamanlar için; belli toplumlar ve coğrafyalar için değil, tüm toplumlar ve insanlık coğrafyasının neredeyse tamamı için; bir kısım çocuklar için değil, hemen hemen tüm çocuklar için geçerli ve doğru olan bir kuramdır.

Ne Marks ne de kızları Freud’un kuramının istisnası değildirler. Bu bağlamda, Marks kızlarına son derece düşkün bir babadır, kızları da babaları Marks’a düşkündür. Bernard Cottret’e göre Marks’ın kızlarıyla olan ‘pater families / aile babası’ ilişkisi son derece hassas bir ilişkidir.

Hemen her babanın sahip olduğu bu hassasiyeti Marks, biraz hovarda ruhlu bulduğu damadı Lafargue’a, 1866 yılının Ağustos ayında yazdığı aşağıdaki mektubunda ifade eder. Bu mektupta yazılanlar, Marks’ın hem kızlarına olan düşkünlüğünü hem de yaşadığı zamanın değerlerine son derece bağlı, gerek kız babası olarak, gerekse kadın erkek ilişkilerinde ne kadar muhafazakar olduğunu göstermektedir.

Şimdi hep beraber bu mektubu okuyalım;

‘Sevgili Lafargue,

Şu saptamaları yapmama izin verin: Kızımla ilişkinizi sürdürmeye devam edecekseniz, sizin “kur yapma” yönteminizi tekrar gözden geçirmek gerekiyor. Bildiğiniz gibi henüz kararlaştırılmış bir durum söz konusu değil, her şey eğreti. Kızım her ne kadar nişanlınız konumundaysa da, bu tür işlerin uzun soluklu işler olduğu unutulmamalıdır. İki aşık aynı yerde uzun süre birlikte oturduklarında zorlu ve çetin sınavlara dayanmak zorunda kalırlar, tümüyle kendi aralarında kalması gereken yeni alışkanlıklar edinirler.

Bir hafta gibi kısa bir süre içerisinde tavırlarınızın bir günden diğerine değişmesini kaygıyla izliyorum. Bana göre gerçek aşk, bir aşığın sevdiğine karşı gösterdiği ılımlılıkla, hatta onun üzerine titremesiyle kendini gösterir. Gerçek aşkta yersiz teklifsizliklere, tutkunun olur olmaz biçimde sergilenmesine asla yer yoktur. “Ne yapayım, ben böyleyim”, diyorsanız, ben de kızımla aranızdaki ilişkide aklımı kullanmak durumunda kalırım. Kızımı eğer çevremize uygun biçimde sevmeyi bilmiyorsanız, kendi isteğinizle uzaktan sevmeyi becerin.

Laura’yla olan ilişkinize kesin bir çözüm getirmeden önce, sizin ekonomik durumunuzu bilmek zorundayım. Kızım sizin ne tür işlerle uğraştığınızı bildiğimi sanıyor. Ama yanılıyor. Bu meseleyi masaya yatırmadıysam, bunu sizin yapmanız gerektiğine inandığım için yapmadım.           

Tüm varımı devrimci mücadele uğruna harcadığımı biliyorsunuz. Buna pişman değilim. Her şeye yeniden başlama olanağına sahip olsam, yine aynı şeyleri yapardım. Ama evlenmezdim. Annesi gibi kayalıklara bindirmemesi için kızımla ilgili olarak elimden gelen her şeyi yapacağım. Bu ilişki onayım (bu da benim zaafım) ve kızıma karşı olan tutumunuza dostluğumun katkısı olmaksızın asla bir sona ulaşmayacağına göre, omuzlarımda ağır bir sorumluluk var demektir.

Sizin bugünkü durumunuza gelince; özel olarak peşlerinden koşmamama karşın bana ulaşan bilgilere göre hiç de iç açıcı değil. Ama bunun üzerinde duracak değilim. Genel durumunuza baktığımızda hala bir öğrenci olduğunuzu biliyorum. Fransa’daki geleceğinizin Liege olayı nedeniyle yarı yarıya engellendiğinin, İngiltere’ye alışmanız gerektiğinin, bu bağlamda bunun çok önemli olduğunun, ancak dilinizin hala yetersiz kaldığının, en iyi olasılıkla bile önünüzdeki şansların sorunlar içereceğinin de farkındayım.

Sizinle ilgili gözlemim, çok istemenize ve uğraşmanıza karşın sizin doğuştan bir emekçi olmadığınızı ortaya koyuyor. Bu koşullar altında, kızımla bir yaşamı sürdürebilmeniz için dışarıdan destek almanız gerekmektedir.

Ailenize gelince; bu konuda herhangi bir bilgi sahibi değilim. Yardımcı olmak konusunda birtakım kolaylıklara sahip olduklarını varsaysak bile, bu durum size gerçekten yardımcı olacaklarını kanıtlamaz. Kaldı ki, nişanlanmanızı nasıl değerlendirdiklerini de bilmiyorum.

Tekrarlıyorum; tüm bu konularda aydınlatılmaya ihtiyaç duymaktayım. Öte yandan, gerçekçi bir insan olarak siz de kızım için zorlu bir yaşam isteyemezsiniz. Olumlu bir insan olarak duygusal hareket etmek istemeyecek iseniz, kızımın aleyhine lütfen duygusallık yapmayın oğlum.

Bu mektupla ilgili olarak her türlü yanlış anlamayı önlemek üzere, eğer hemen bugünden bir evlilik kararı almak niyetindeyseniz, bunun gerçekleşmeyeceğini bildirmek isterim. Kızım teklifinizi reddedecektir. Zaten ben de böyle bir karara karşı çıkarım. Evlilik kararı almadan önce adam olmak durumundasınız, sizin ve kızımın önünde bunu görebileceğimiz uzun bir zaman var.

Bu mektubun ikimiz arasında bir sır olarak kalmasını dilerim. Yanıtınızı bekliyorum. Sevgiyle.

SİYASAL BİR TEORİ OLARAK LİBERALİZM* –

On Yedinci ve On Sekizinci Yüzyıllarda siyasal bir teori olarak gelişen, merkezine bireyciliği, özgürlüğü, hoşgörüyü, aklı, rızaya bağlılığı, ahlaki eşitlik ile kanun önünde eşitliği koyan, ama esas itibarı ile doğal hukuka, insan haklarına, John Locke’un sosyal sözleşme teorisine, kuvvetler ayrılığı ilkesi ile sınırlı devlet anlayışı üzerine kurulu olan anayasacılığa dayanan liberalizm esas itibariyle entelektüel bir birikimin adıdır.

Daha sonraki süreçte siyasal ve toplumsal bir öğreti olarak ortaya çıkan muhafazakarlık ile sol olarak kendisini ifade eden siyasi ve felsefi görüşler, liberalizme karşı tepki olarak gelişmiş olmakla birlikte, liberalizmin kimi değerlerini kendilerine esas almışlardır. Buna göre demokrasi uygarlığımızın özünü siyasal liberalizmin değerleri oluşturmaktadır.

Günümüzde hem sağ hem de sol tahayyüller tarafından siyasi argüman olarak kullanılan hukuk, hukuk devleti veya bununla eş anlamlı olan hukukun üstünlüğü, hukukun egemenliği, özgürlük, anayasacılık, anayasal devlet, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, doğal hukuk gibi kavramlar, kurumlar ve ilkeler, ilk kez liberalizm tarafından ortaya atılmış ve savunulmuş olmakla, bunların hepsi esas itibariyle siyasal liberalizmin değerleridir.

Ülkemizde gerek sağ gerekse sol ideolojiler tarafından yapılan siyasetin merkezinde siyasal liberalizme ait olan bu değerler, kurumlar ve ilkeler olmasına, bu argümanlar referans alınarak ve kullanılarak siyaset yapılmasına rağmen, siyasal liberalizm ve liberaller, özellikle kimi sözde solcular tarafından, liboş, ikinci cumhuriyetçi vs. gibi hiç de hoş ve doğru olmayan bir şekilde isimlendirilmekte, deyim yerinde ise ötekileştirilmekte, aşağılanmakta ve hor görülmektedir.

Oysa sosyal demokrasi, solun eşitlik ilkesiyle siyasal liberalizmin temel ilkelerinden olan özgürlük ilkesinin bir bileşkesidir. Esasen sol siyasi tahayyülün savunduğu ve dayandığı ilkeler arasında yer alan insan sevgisi ve sevecenliği, siyasal liberalizmin hoşgörü ilkesinin bir çeşitlemesidir. Yine siyasal liberalizmin merkezine aldığı birey ve bireycilik, solun merkezine koyduğu en önemli hammadde olan ve toplumdan gelip yine topluma giden insan unsurundan çok farklı bir değer değildir. Kaldı ki, birey olma sürecini tamamlayamayanlar toplumsallaşamazlar. Dolayısıyla birey, insan ve toplum üçlüsü arasında organik bir bağ ve ilişki vardır.

Bu çerçeveden yaklaşıldığında, tarihsel olarak siyasal liberalizmin gerçek mirasçısı soldur, sol olması gerekir. Nitekim İsrailli tarihçi Zeev Stemhell “La Liberation” gazetesinde yayımlanan röportajında şunları söyler; “1789 Fransız Devrimi liberal bir devrimdi. Ondan önceki Amerikan ve İngiliz devrimleri de liberal devrimlerdi. Tarihsel olarak sol, liberal değerlerin mirasçısıdır. Sosyal demokrasi, solun eşitlikçi değerleriyle liberalizmin özgürlükçü değerlerini birleştiren harekettir. Liberalizme karşı çıkmak sola yapılan en büyük kötülüktür. Çünkü bu, özgürlüğe, demokrasiye karşı çıkmakla eş anlamlıdır. Dahası liberal değerleri sağa bırakmaktır.

Solun büyük abisi Sovyetler Birliği’nin rahmetli olmasından sonra Avrupa solu, siyasal liberalizmi böyle anladığı, yorumladığı ve uyguladığı için ayakta kalmış ve pek çok ülkede iktidar olmuştur. Türkiye’de solun bocalamasının temel nedeni ise, siyasal liberalizmin değerlerini ıska geçmiş, sol ile siyasal liberalizm arasındaki temel ve birleştirici değerlere sahip çıkmak suretiyle özgürlükler alanını genişletmekten yana tavır koymamış olmasıdır. Ne yazık ki, bizim pek çok solcumuz ne solu, ne sosyal demokrasiyi, ne de siyasal liberalizmi bilmemektedir. Esasen Türkiye solunun temel sorunlarından birisi de budur.

Aynı durum ve yanılgı muhafazakar düşünce ve tercih yönünden de böyledir. Nitekim demokrat olduğunu ifade eden ve kendisini mühafazakar demokrat olarak tanımlayan ve takdim eden anlayış da muhafazakar özelliğini demokrat olma özelliğinin arkasına koymakta, buna bağlı olarak liberal bir değer olan demokrasiyi ötelemektedir. Kanımızca bu durum ve yaklaşımda, Türk muhafazakarlığının en büyük zaafı ve eksikliğidir.

Liberalizmin kurucu babası On Yedinci yüzyılda yaşamış olan İngiliz düşünürü, hukukçusu ve siyaset felsefecisi John Locke’dur. Ne var ki, bu dünya görüşü, Aydınlanma Çağı ile birlikte ve belirgin bir siyasi hareket olarak On Sekizinci Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Amerikan Devrimi’nin, Fransız Devrimi’nin düşünsel temelini oluşturan bu dünya görüşü; siyasal yönden merkezine bireyciliği, özgürlüğü, aklı, eşitliği, hoşgörüyü, rızayı, anayasacılığı, en başta ifade, inanç, basın özgürlüğü olmak üzere diğer sivil hak ve özgürlükleri, seküler devleti, anayasal demokrasiyi, ekonomik ve siyasi özgürlüğü, hukukun üstünlüğünü, özel mülkiyeti koyar; ekonomik yönden ise, serbest ticareti, “laissez faire/bırakınız yapsınlar”anlayışını, devletin ekonomiye müdahale etmemesini, makul bir vergilendirmeyi, dengeli bir bütçeyi ve piyasa ekonomisini savunur.

Birey, herhangi bir sosyal gruba veya kolektif bütüne karşı olan liberalizmin en önemli değeri ve merkezi kavramıdır.

Yine liberalizmin bir diğer önemli değeri ve merkezi ilkesi özgürlüktür. Bu bağlamda, özgürlük kavramı ahlaki eşitlik ilkesine, adalet kavramına ve otoriteye karşı olma anlayışına takaddüm eder.

Liberalizm insan aklının en yüksek akıl olduğuna inanır ve insanı en akli/rasyonel varlık olarak görür. 

Liberalizm, ahlaki eşitliği savunur. Bu anlayışın temelinde insanların eşit doğdukları inancı ve kabulü vardır. O nedenle, liberalizm, kanun önünde eşitlik ve siyasi eşitlik fikrinden yanadır.

Liberal görüşün temelinde hoşgörü vardır. O nedenle, liberalizm her türlü görüşe karşı hoşgörülüdür. Nitekim John Locke, ‘Hoşgörü Üzerine Bir Mektup’ isimli eserinde: hoşgörünün, toplumların kalıcı bir barış içinde, huzur ve güven ortamında yaşayabilmelerinin vazgeçilmez şartı olduğunu ifade eder. Voltaire, o nedenle, “sizin görüşlerinizin hiçbirisini paylaşmıyorum ama sizin görüşlerinizi özgürce ifade etme hakkınızın her zaman yanındayım” der.

Liberalizm, otoritenin, yani yönetimin, yani siyasi iktidarın meşru olabilmesi için “yönetilenlerin rızasına” dayanması gerektiğini savunur. Dahası hukuken sonuç doğurması için sözleşmelerin ve yine her türlü sosyal ilişkinin tarafların rızası üzerine kurulması gerektiği fikrini savunur.

Liberalizm, birey hak ve özgürlüklerinin korunması için güç temerküzüne, yani gücün tek bir kişinin elinde veya bir grupta ya da bir organda toplanmasına karşıdır. O nedenle, liberalizm siyasi iktidarın sınırlandırılmasından, yani sınırlı devletten, yani anayasacılıktan yanadır.  

Liberalizmin birisi klasik liberalizm, diğeri modern liberalizm olmak üzere iki ayrı türü daha vardır.

Bunlardan klasik liberalizm, aşırı bireycidir, negatif özgürlükten yanadır, devlete, devletin ekonomik alana müdahalesine karşıdır, devletin minimal bir devlet olması gerektiği fikrindedir ve daha ziyade iktisadi liberalizmi savunur.

Modern liberalizm, devlet müdahalesine daha sempatik yaklaşır, nitekim ABD’de liberal kavramı minimal hükümeti değil, büyük hükümeti ve devletin ekonomiye müdahale etmesini destekleyenler için kullanılır.  (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 64) Bunun nedeni, sanayi kapitalizminin adaletsizlik üretmesi ve halk kitlelerini piyasanın istismar etmesine mahkum etmesi ve sömürmesidir. (Andrew Heywood, Siyaset, Liberte Yayınları, Şubat 2006, sayfa 64) O nedenle, modern liberalizmin savunucuları “bırakınız yapsınlar” anlayışındaki iktisadi liberalizme karşıdırlar ve daha geniş pozitif özgürlükten, bu bağlamda, bireyin korunması, sosyal adaletin ve refahın sağlanması için devletin piyasaya müdahale etmesinden yanadırlar.

Bu görüşün ABD’deki en önemli temsilcisi ve sözcüsü siyaset bilimci ve hukukçu John Rawls’dur. Bu bağlamda, Rawls, 1970 yılında yazdığı “Bir Adalet Teorisi” isimli eserinde, toplumdaki eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için sosyal adaleti, eşitsizliklerin giderilmesi ve sosyal adaletin sağlanması için “hakkaniyet olarak adalet” ve “fark” ilkelerinin tesisi gerektiğini savunur.

Bu bağlamda, Rawls, adı geçen eserinde şunları ifade eder: “… Zira benim tanımlamak için esas aldığım adalet kavramı, hakların ve ödevlerin tahsis edilmesindeki ilkelerin rolünü ve sosyal adalet ayrımının uygunluğunu temel alan bir anlayıştır… Bu adalet anlayışı, bu rolün bir yorumlanmasıdır… Her insan, kendisini doğumla birlikte herhangi bir toplumda, herhangi bir yere yerleştirilmiş olarak bulur ve bu pozisyonun doğası, o insanın hayat beklentilerini maddi yönden etkiler. Hakkaniyet olarak adalet ilkelerini tatmin eden bir toplum, adil durumlar altında bu ilkeleri kabul edecek olan eşit ve özgür insanların gönüllü projesini karşılamaya olabildiğince yaklaşmış olan bir toplumdur. Bu bağlamda, bu toplumun üyeleri özerktir ve bu üyelerin üstlendikleri yükümlülükler de sadece kendilerini bağlar… Birilerinin zengin olmaları için, birilerinin daha aza sahip olmaları belki bir yol olabilir ama bu yol adil olmaz. Yine büyük menfaatler elde eden birkaç kişinin, insanların durumunu iyileştirmelerini sağlamaları konusunda çok fazla bir şansları olmasa da, bu bir adaletsizlik de olmaz… Zira avantajların bölüşülmesini belirleyen değişik sosyal düzenlemeler arasında bir tercih/seçim yapılabilmesi ve payların orantılı olarak dağıtıldığı bir anlaşmanın imzalanması için bir dizi ilkeye ihtiyaç vardır. Bu ilkeler sosyal adalet ilkeleridir. Esasen bu ilkeler, sosyal işbirliğinin getirdiği yüklerdir ve bunlar menfaatlerin uygun biçimde dağıtılmasını tanımlarlar ve yine bu ilkeler toplumdaki temel kurumlar içindeki hakların ve ödevlerin tahsis edilmesinin yolunu sağlarlar… O nedenle, konumuz sosyal adalettir. Bize göre adaletin birincil konusu ve koşulu toplumun temel yapısıdır. Daha kesin olarak söylemek gerekir ise, büyük kurumların temel hakları ve ödevleri dağıtmada ve yine sosyal işbirliğinden doğan avantajların bölünmesinin belirlenmesinde takip ettiği yolun adalet üzerine kurulu olması gerekir…. Mademki temel yapının dağıtıcı yönleri dikkate alınacak ve değerlendirilecek, o halde, sosyal adalet anlayışı da ilk aşamada bir standart sağlayıcı olarak dikkate alınmalı ve değerlendirilmelidir… Zira benim tanımlamak için esas aldığım adalet kavramı, hakların ve ödevlerin tahsis edilmesindeki ilkelerin rolünü ve sosyal adalet ayrımının uygunluğunu temel alan bir anlayıştır. Bu adalet anlayışı, bu rolün bir yorumlanmasıdır…Onun için sosyal adalet, grubun/toplumun refahı kavramının kötüleşmesine karşı uygulanan rasyonel bir sağduyu ilkesidir… fark ilkesi bir adalet ilkesidir… Fark ilkesi çok özel bir ölçüttür. Bu ölçüt esas olarak, beklentileri birincil değerler indeksi tarafından tahmin edilen temsilci bireyler üzerinden toplumun temel yapısına uygulanır… O nedenle, fark ilkesi bizim refah yargımızın daha azını talep eder. Biz asla temel alınan ölçünün dahil olduğu avantajlar toplamının hesaplanmasına sahip değilizdir. En alttaki pozisyonu bulabilmek için niceliksel kişilerarası mukayeseler yaparken, bu konuda geriye kalan bir tek temsilci insanın temel yargıları bizim için yeterlidir… Fark ilkesi, gerçekte, bazı konularda ortak varlık gibi doğal yeteneklerin dağılımını dikkate alan ve bu dağılımı tamamlayıcılarıyla mümkün kılan büyük sosyal ve ekonomik menfaatleri paylaşan bir anlaşmayı temsil eder. Her kim olursa olsun doğa tarafından şanslı kılınan kimileri, kendi iyi talihlerini kaybedenlerin durumunu birlikte iyileştirerek hep birlikte kazanabilirler… Elbette kardeşlik fikrinin diğer yönleri de unutulmamalıdır; zira fark ilkesi bunun sosyal adalet açısından temel anlamını ifade etmektedir… Adaletin bu iki ilkesi tatmin edildiğinde, her bir kişinin temel özgürlükleri güvence altında olacak ve fark ilkesi tarafından tanımlanan sosyal işbirliği içinde olmanın herkesin yararına olacağı bir duygu oluşacaktır… (Çevirenin notu: Fark ilkesi Rawls’un toplumsal adalet ve eşitlik konusu temelinde tartışmaya açtığı ama klasik faydacı görüşe ters düşen bir yaklaşımdır. Buna göre, toplumdaki bir eşitsizliğin haklı görülebilmesi için, toplumun en dezavantajlı üyelerinin alternatif uygulamalara oranla daha iyi durumda olması gerekir. Bu ilke, eşitsizliğin herkese yarar sağlamadığı durumlarda eşitliği uygun görür. Böylece, bir grubun çıkarının bir başka grubunkine bağımlı olmasına izin vermez. Faydacı bakışa göre, bir yöntem net faydayı artırıyorsa iyidir. Dolayısıyla bir yöntem bir azınlığa çok büyük bir fayda sağlayacaksa, çoğunluğun çıkarları feda edilebilir ya da çoğunluğa yeterli kazanç sağlayacaksa, bir azınlık için olan çok büyük miktardaki bir kayıp hakkaniyetli kabul edilebilir. Rawls’a göre bu ihtimallerin her ikisi de fark ilkesiyle ortadan kaldırılacaktır; çünkü fark ilkesi en az dezavantajlı durumdakilerin çıkarlarının bir şekilde feda edilmesini yasaklar. Diğer taraftan faydacı görüş herkesin çıkarlarını ayrı ayrı gözetmeyi kendisine dert edinmez ve herkesin çıkarlarını bir havuzda toplayıp toplamda en fazla fayda sağlayan yolu tercih ve o yolu takip ederken, Rawls bireye önem ve değer verir. O nedenle, fark ilkesi, insanın gelecekte sahip olacağı konumu bilmemesi olgusuna karşı bir güvence sağlar.” (John Rawls, Bir Adalet Teorisi, Phoenix Yayınevi, 2022)

*Vedat Ahsen Coşar, “Siyaset ve Siyasi Tarih”, Yetkin Yayınları, 2023.

FELSEFE NEDİR, NEDEN GEREKLİDİR? *

Felsefenin ne olduğunu açıklamaya, ne olmadığını açıklamakla başlayalım ve bu konuda şu espirili hikayeyi örnek alalım: İlgi duyduğu kız arkadaşıyla ilk kez buluşacak olan, yani kadınlar konusunda pek deneyimli olmayan İrlandalı bir genç, kadınlar konusunda deneyimli ve fena halde çapkın geçinen abisine kız arkadaşıyla buluşacağını, kız arkadaşıyla buluştuğunda ne yapması, ne konuşması gerektiği konusunda akıl danışır, bu bağlamda, “Nasıl konuşmam gerekir, nelere dikkat etmem, neler söylemem gerekir?” diye sorar.

Deneyimli abi “İşin sırrı şu” diye sözlerine başlar ve şöyle devam eder: “İrlandalı kızlar şu üç konuya bayılırlar; yiyecek, aile ve felsefe. İrlandalı bir kıza hangi yemekleri sevdiğini sormak, o kıza olan ilgini gösterir. Ailesini sorarsan, niyetinin iyi olduğunu, ciddi olduğunu göstermiş olursun. Felsefeden konuşman ise, kızın aklına güvendiğini, ona entelektüel yönden değer verdiğini gösterir.

İşin sırrını abisinden kapan, raconunu öğrenen acemi çapkın, kız arkadaşını arar ve onu akşam yemeğine davet eder. Yemeğe başlarken kız arkadaşına “Lahana sever misin?” diye sorar. Kız şaşkınlıkla “Ne? Hayır” der. Arkasından ikinci konuya geçer ve “Kardeşin var mı?” diye sorar. Kız “Yok” der. Hiç ara vermeden üçüncü soruyu patlatır: “Peki, bir kardeşin olsaydı lahana sever miydi?

Felsefe, elbette bu değildir. Bu, sadece bir ironidir.

O halde, felsefe nedir?

En yalın, en sade, en ayaküstü tanımıyla felsefe, insanın; dünyanın ve hayatın sayısız olgu ve olayları, kendi varlığı, kendi varlığının anlamı, yapısı, hikmeti, işlevi, yaradılışı üzerine düşünmesi ve bunları merak etmesidir.

Felsefe, insanın, merakla ve öğrenmek amacıyla sorular sorması, sorduğu sorulara cevap aramasıdır.

Felsefe, insanın kendisini araması, kendisini tanıması, “kendini bil-mesi”dir.

Felsefe, ben kimim, evren nedir, ben nasıl meydana geldim, evren nasıl oluştu, beni kim yarattı, dünyayı kim yarattı gibi konuları merak etmek, bunlarla ilgili sorular sormak, bu soruların cevaplarını aramak ve bulmaya çalışmaktır.

Bütün bu nedenlerle ve kısaca felsefe, filozofların, düşünen, merak eden insanların, hakikati arama, bulma, öğrenme çabası ve uğraşıdır.

Esasen öğrenmeyi tetikleyen ve sağlayan en önemli olgu meraktır. Diğer bir deyişle merak, en önemli, en etkili, en yararlı öğretmendir. Nitekim çocuklar merak ettikleri ve öğrenmek istedikleri için soru sorarlar ve öylece öğrenirler. O nedenle, çocuklar ve filozoflar bu yönleri itibariyle birbirlerine çok benzerler.

Jostein Gaarder’in “Sofi’nin Dünyası” isimli kitabında yazdığı gibi “filozofların hakikati bulma çabasını dedektif romanlarına benzetebiliriz. Katil kimdir? Katil, kimine göre Anderson, kimine göre Nielsen, ya da Japsen’dir.” Dedektif, hakikati bulur veya bulamaz. Ama bulsa da, bulmasa da, cinayeti kimin işlediğinin mutlaka bir cevabı ve çözümü vardır. Tıpkı dedektifin hakikati, katili araması ve bulmaya çalışması gibi, filozof da merak eder, hakikati aramaya ve bulmaya çalışır, bu amaçla sorular sorar, bu soruların cevabını arar.

Felsefe dediğimiz şey kısaca budur. Yani hakikati aramaktır!

Felsefenin, gerçek anlamıyla eski Yunanlı bilge Ksenophanes ile başladığı kabul edilir. Ve hatta antik Yunan dünyasının Delos ile birlikte en önemli dini merkezinden birisi olan Delfi’deki Apollon Tapınağı’nın girişinde yazılı olan ve o nedenle Delfik ilkesi olarak bilinen “Kendini bil!” mottosunun ve öz-eleştiri anlayışının temeli Ksenophanes’e dayandırılır.

Ksenophanes, filozof olmaktan daha ziyade din üzerinde çalışmalar yapan bir düşünürdür. Bu çalışmalarıyla Ksenophanes, kökleri Homeros’a ve Hesiodos’a kadar giden, halkın Tanrı kavramına ve Tanrı’nın insan biçiminde tasarlanmasına karşı çıkmış, Tanrı kavramına ahlaki bir temel kazandırmaya çalışmış, o dönemde genel kabul gören çok tanrı anlayışının ve tasavvurunun karşısına tektanrıcılık düşüncesini çıkarmıştır.

Ksenophanes, bu düşüncesini “Ölümlüler sanıyorlar ki tanrılar da kendileri gibi doğmuşlardır, kendileri gibi giyinirler, kendileri gibi yerler ve içerler, yani kendilerinin biçimindedirler. Tanrı, en büyük olan, ne biçim, ne de düşünce bakımından insanlara benzemeyen tek varlıktır. Tanrı tümüyle göz, tümüyle düşünce, tümüyle kulaktır. O, görür, düşünür, duyar ve hiçbir zorluk çekmeksizin her şeyi zihninin gücüyle yönetir. Tanrı, hiç kımıldamadan hep aynı yerde durur, zira bir o yana, bir bu yana gitmek O’na yakışmaz” sözleriyle temellendirmeye çalışmıştır.

Bu yaklaşımı ve anlayışı, Ksenophanes’i monist/tekçi, diğer bir deyişle tek bir Tanrı’nın olduğu anlayışına götürmüş, daha aşağıda ele alacağımız Elea Öğretisi, Ksenophanes’in öğrencisi olan Parmenides’in, Ksenophanes’in bu yaklaşımının, bu anlayışının, bu düşüncesinin üzerine kurulu bir felsefe okulu olarak biçimlenmiştir.

Felsefe; varlık, bilgi, değer, iyi, hakikat, adalet, doğruluk, hak, zihin, akıl gibi konularla ilgili soyut, genel ve temel problemlere ilişkin olarak ve bunlar üzerine yapılan sistematik bir çalışmadır. Bu çalışma oldukça geniş bir alanı kapsar, bu bağlamda, felsefe, fizik, psikoloji, mantık, dilbilim, tarih, din, etik, ahlak, siyaset, hukuk gibi disiplinleri de ele alır ve bunları da inceler.

Esasen daha önce genel felsefenin kapsamında olan bütün bu disiplinler, günümüzde genel felsefeden ayrılmışlar, bunların her biri ayrı olarak ele alınan, incelenen yeni birer disiplin haline gelmişlerdir. O nedenle, günümüzde varlığın ve hakikatin doğasını inceleyen metafizik, bilginin ve inancın doğasını inceleyen epistemoloji, yani bilgi felsefesi, bir değer yargısı olarak ahlakı inceleyen etik, doğru akıl yürütmenin kurallarını inceleyen mantık gibi yeni akademik disiplinler ortaya çıkmış, felsefe, bilim felsefesi, din felsefesi, ahlak felsefesi, dil felsefesi, tarih felsefesi, hukuk felsefesi, siyaset felsefesi gibi alt dallara bölünmüştür.

Bu gelişmelere göre, tek bir felsefe, tek bir felsefi sistem yoktur. İleride daha geniş olarak inceleyeceğimiz üzere, bilimi, dini, ahlakı, dili, tarihi,  hukuku, siyaseti, insanı, dünyayı, hayatı, yaradılışı, varlığı ne kadar değişik yönlerden incelemek mümkün ise, bunları o kadar değişik yönden inceleyen felsefi görüşler, sistemler ve okullar vardır.

Kuşkusuz bunlar arasındaki fark ya da farklılık, sadece bunların çalışma konularında ve alanlarında değildir. Değildir, zira bu görüşlerin, sistemlerin, okulların üzerinde çalıştığı konu bellidir. Bu konu, az yukarıda da işaret ve ifade ettiğimiz üzere; bilimdir, dindir, dildir, tarihtir, hukuktur, siyasettir, dünyadır, evrendir, hayattır, insandır, yaradılıştır, varlığın kendisidir, bilgidir, değerdir, hakikattir, ahlaktır, etiktir, doğruluktur, yani bunların toplamından, bütününden oluşan felsefedir,

Sadece bu görüşlerin, bu görüş sahiplerinin vardıkları sonuç veya sonuçlar birbirlerinden farklıdır. Esasen değişik felsefi görüşlerin, buna bağlı olarak farklı felsefi sistemlerin ve okulların olmasının nedeni de budur.

Felsefe, Sokrates’in, Plato’nun/Eflatun’un, Aristoteles’in, Sofistlerin, Stoiklerin memleketi ve doğdukları yer olan kadim Yunanistan’da doğmuştur. Nitekim felsefe sözcüğü eski Yunanca’da “bilgeliği sevme” anlamına gelen “philosophía” sözcüğünden türetilmiştir. Bu sözcüğün Türkçe karşılığı “hikmete”, yani “bilgeliğe aşk”tır.

Ne var ki, aşkın bu türüne kimileri aşina değildir. Onun için bu kişiler, felsefeye, bilgeliğe, bilgelere karşı mesafeli ve soğukturlar. Zira bu insanlar, düşünmek istemezler ve hatta düşünceden, düşünmekten korkarlar. Düşünceden ve düşünmekten korktukları için de, ne merak ederler, ne soru sorarlar, ne sorgulama yaparlar, ne de öğrenmek isterler. Bu insanlar akıllarını, vicdanlarını, yüreklerini söndürmüşler, duygularını, gözlerini, kulaklarını, diğer duyularını kapatmışlardır. Öyle oldukları için de, bakmamayı, görmemeyi, duymamayı, hissetmemeyi, düşünmemeyi, merak etmemeyi, sorgulamamayı tercih ederler.

Oysa felsefe bize, bakmak, görmek, duymak, hissetmek gibi duyuları, merak etmek, öğrenmek, düşünmek, eleştirmek, sorgulamak gibi yolları, bunlar için gerekli olan araçları ve insani yetenekleri kazandırmayı ve bunları kullanmayı öğretir. Felsefe bize, kendimizi, kamil bir insan, ahlaklı, erdemli bir insan olarak oldurabilmemizin yollarını gösterir ve bunun için gerekli olan araçları verir. Felsefe bize, aynı zamanda, varlık olarak, insan olarak nereden gelip nereye gittiğimizi öğretir, kendimizi tanımamızın ve bilmemizin yol ve yöntemlerini gösterir. Büyük İslam düşünürü Farabi’nin “Var mısın ki, yok olmaktan korkuyorsun?” demesi bundandır, bundan dolayıdır. Çünkü bunları bilmeyen, merak etmeyen, araştırmayan, öğrenmeyen, öğrenmek istemeyen insan, insan olarak var değildir ve o insan hayatı bir ot gibi, kurufasulye gibi yaşıyordur. Oysa yaşamak ciddir bir iştir. Nitekim usta şairimiz Nazım Hikmet bir şiirinde; “yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın…yaşamayı ciddiye alacaksın…” der.

Kendisi, “insanın kendisiyle ilgili olması” şeklindeki “objektivist” anlamda felsefi görüş sahibi olan Rus asıllı, Amerikalı mimar, filozof ve yazar Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle felsefe; “kokteyl partilerindeki veya kiliselerdeki törenlerin içini doldurmak için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi değildir. Oryantal abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu hiç değildir. Felsefe, İngiliz profesörler tarafından başka türlü bir işe girmesi mümkün olmayan çalışma arkadaşları için geliştirilmiş olan ve gerçek ile yollarını ayırmış bir satranç oyunu da değildir. Felsefe, insan yaşamındaki en temel unsurdur. Felsefe, insan aklını ve karakterini, ulusların kaderini biçimlendiren asıl güçtür. İnsanın tercihi bir felsefe sahibi olmak veya olmamak konusunda değil, fakat sadece hangi felsefeye sahip olmak konusundadır. İnsanın tercihi, tercihinin bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olacağı, yoksa rastgele, belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır.

Ayn Rand ile başladık, yine ondan ödünç alarak devam edelim; “Neden onursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, yaşamınızın neden imkansız çelişkilerle dolu olduğunu, neden – ya beden, ya ruh – gibi, – ya akıl, ya kalp – gibi, – ya güvenlik, ya özgürlük – gibi yapay seçimlerden kaçmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz? Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı kullanmayı ret etmişiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme çarpıldı diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe ve kullanmadıça, hayatınızı bu tür sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça, başkalarının tercih ettiği bir yaşama mahkum olacaksınız. Felsefe, yaşamı sorgulama, varoluşu anlama, aklı ve mantığı kendi mutluluğumuz için kullanma aracıdır. Felsefe, entellerin bir araya geldiklerinde, kafanızı karıştırmak için yaptıkları laf kalabalığı değildir.

Uzmanların ifadesiyle, aklımız, zihnimiz, algılayabildiğimiz hemen her şeyin kavramlar halinde bütünleştirilmesi şeklinde çalışır. Bu işleyiş, giderek daha büyük bütünleşmeleri gerektirir ve getirir. Böylece kendine özgü yasaları, işleyişi, aşamaları ve süreçleri bulunan evren hakkında; üzerinde yaşadığımız, çalıştığımız, hayatımızın resmini yaptığımız bir atölye olan tarihsel dünya hakkında; hayat ve hayatın sonsuz olgu ve olayları hakkında; yaradılış hakkında; varlığın anlamı, hikmeti, yapısı ve niteliği hakkında; kendimiz ve başkaları hakkında; bilginin kendisi ve araçları hakkında bize bilgi veren ve yol gösteren sonuçlara ulaşırız.

Ayn Rand’ın özlü ifadesiyle; “…Bütün bunlar için, varoluşu inceleyen bilim olan ve Aristoteles’in kendiliğinden oluş olarak ifade ettiği metafiziğe; insanın kavrama yollarını inceleyen epistemolojiye; felsefenin teknolojisi olan, sadece insan için anlam ifade eden, varoluşun bütünü ile ilgilenen, insanın tercihlerine ve davranışlarına yön veren bir değerler sistemi olan ahlaka; insanın diğer insanlara, yönetenlerin nasıl yönetmeleri ve yönetilenlere nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen, dahası gerçek bir sosyal sistemin ilkelerini tanımlayan siyasete; insan olarak bilincimizi ve duygularımızı besleyen, bizi yumuşatan, incelten, rafine eden sanata, metafiziğe, epistemolojiye ve ahlaka dayalı sanatı inceleyen estetiğe, yani bütün bunların toplamını ifade eden felsefeye gereksinim duyarız.

Felsefesi olmayan insanın tarzı, üslubu, içeriği, heyecanı olmadığı gibi hayatının da bir anlamı yoktur. Oysa insan anlam arayan, hayatının anlamını bulmaya çalışan bir varlıktır. İnsan olarak felsefeye bunun için, yani hayatımızın anlamını bulmak için ihtiyacımız vardır. Karnımız aç da olsa, tok da olsa; paramız olsa da, olmasa da; iyi bir işe, iyi bir meseleğe, iyi bir mevkiye sahip bulunsak da, bulunmasak da; önemli veya değerli olsak da, olmasak da, felsefeye ihtiyacımız vardır. Doğamız gereği vardır, görebilmek, duyabilmek, hissedebilmek, düşünebilmek, sorgulayabilmek, eleştirebilmek, anlayabilmek, davranabilmek, öğrenebilmek, yaşayabilmek için vardır.

İçimizden kimileri, Romalıların söylediği gibi “önce yaşamak, sonra felsefe yapmak” veya “ben somut şeylere ilgi duyarım, yaşamın gerçekleri ile uğraşırım, soyut şeyleri düşünmek bana bir yarar getirmez, beni yorar, beni bozar, benim karnımı doyurmaz, onun için benim felsefeye ihtiyacım yok” diyebilir ya da böyle düşünebilir. Ama esas bunu diyenlerin, böyle düşünenlerin felsefeye ihtiyacı vardır. Neden mi? İşinde ve mesleğinde başarılı olmak, kendisini ve varolduğunu bilmek, hayatının anlamını kavrayabilmek, kendisini tanımak, zihnini, kirlenen düşüncelerini değiştirmek, hayatta karşılaştığı sorunları çözebilmek, yaşama uğraşını sürdürebilmek, ayakta kalabilmek için felsefeye ihtiyacı vardır.

Birey olarak, toplum olarak her gün birileri tarafından taciz edilmemek; zihnimizin ve yüreğimizin birileri tarafından bozulmasına, iğfal edilmesine, yalan yanlış doldurulmasına izin vermemek; yalanları doğru, doğruları yalan göstermemek; bu şekilde gösterenlere ve gösterilenlere aldanmamak; hakikatin bozulmasına izin vermemek; soygunları sıradanlaştırmamak; dilin ve sözün içini doldurabilmek; siyasal dilin tecavüzlerinden korunmak için felsefeye gereksinmemiz vardır.

Klişelerle, sloganlarla, hamasetle, işe yaramaz metaforlarla, bayat kullanımlarla çürümüş bir dilin, zihnimizi uyuşturup edilgenleştirmemesi, bilincimizi ele geçirip bizi yönlendirmemesi ve yönetmemesi, aklımızın, basmakalıp görüş ve düşünceleri, incelemeden, tartışmadan, sorgulamadan kabul etmeye ayartılmaması için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Zihnimizde sağlıklı bir kuşkunun olması, bu kuşkunun bizi tetikte ve dengede tutması, kendimizi de hedef alan kuşkucu bir ironiye yer verebilmesi için felsefeye ihtiyacımız vardır. Sadece bunlar için değil, Filistin asıllı Arap olan, sağlığında Filistin sorununun en önde gelen savunucularından olan Edward W.Said’in “Entelektüel-Sürgün-Marjinal-Yabancı” isimli eserindeki ifadesiyle, “etrafta dolaşmak, ayakta durup otoriteye cevap verebilecek bir dile sahip olmak, her türden otoriteye sorgusuz sualsiz boyun eğmemek, her türlü otoriteden gelen tehditlere karşı koymak için” felsefeye ihtiyacımız vardır.

İnançlarımızda, düşüncelerimizde, davranışlarımızda tutarlı olmak, kirlenen fikirlerimizi değiştirebilmek, yeni şeyleri öğrenebilmek ve keşfedebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Özgür olmanın ve kalmanın yolunu bulabilmek, hakikati söyleyebilmek ve temsil edebilmek için felsefeye ihtiyacımız vardır. Bir haminin veya vasinin ya da bir otorite- nin/iktidarın bizi yönlendirmesine izin vermemek, yeni diller ve ruhlar icat edebilmek, mutluluğu aramak ve bulmak için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Cognitia historiana cognitia factorum, cognitia philosophica cognitia causarum”, yani “tarihi anlayış olayları, felsefi anlayış bunun sebeplerini anlamaktır” diyor Romalılar. Buna göre tarihi, siyasi olayları, felsefi anlayışları anlayabilmek ve yorumlayabilmek için, bu olayların siyasal, sosyal ve ekonomik sonuçlarını tespit etmemiz gerekir. Siyasal itaat yükümlülüğünün kaynağını, nedenini araştırmamız ve bilmemiz gerekir. Bu ise, ancak ve ancak siyaset felsefesini, tarih felsefesini, hukuk felsefesini bilmekle mümkündür. Bunun için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Rollerimizi, hayatın her alanındaki rolümüzü, daha başından hangi ideolojiler içerisinde kalarak oynayacağımızı, bu rolleri hangi ideolojinin belirleyeceğini ve taşıyacağını oturup ciddi ciddi düşünmek zorundayız… Biz iki yüz yıldır her olguyu sadece kendi alanında görüp, değerlendirebil-dik; aynı olguyu var eden sorunsalın başka bir alanda yaşayıp soluk aldığını ya fark etmedik, ya görmezden geldik. İki yüz yıllık kültür tarihimiz, Türkiyeli aydının iki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına yaşamasının tarihidir.” diyor Murathan Mungan. Doğru da diyor. İki yüz yıldır aynı aymazlığı çeşitli düşünceler adına ve çeşitli düşünce kalıpları altında yaşamamızın, bu düşüncelere tutsak olmamızın nedeni, bu düşüncelerin felsefesini bilmememiz, bilsek de bunu içselleştiremememiz, yaşamımıza uygulayamamamızdır. Yani birey olarak, toplum olarak bir felsefemizin olmamasıdır.

Mutlu bir domuz olmaktansa, tedirgin bir Sokrates olmayı tercih ederim” diyor yıllar, yıllar öncesinde John Stuart Mill. Mutlu bir domuz değil, tedirgin bir Sokrates olmak için felsefeye ihtiyacımız vardır.

Peki, arkasında yazılı hiçbir şey bırakmamış olmasına rağmen 2500 yıldır insanlığı etkileyen Sokrates kimdir? “Atina uyuşuk bir at, ben de onu uyandırıp canlandırmaya çalışan bir at sineğiyim.” diyerek kendisini tanımlayan Sokrates, büyük devlet adamı, avukat, bilgin ve yazar olan Cicero’ya göre: “felsefeyi gökyüzünden dünyaya indirip, kentlerde dolaştıran, evlere sokup, insanları; hayat, töreler, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye sevk eden ve zorlayan adamdır.” Kant’ın nitelemesiyle “aklın ideali”, Hegel’in takdimiyle “bir insanlık kahramanı, felsefesini yazmayan ama yaşayan gerçek bir filozoftur” Sokrates.

Sokrates’in zamanının Atina’sı nasıl uyuşuk bir at idi ise, ne yazık ki günümüzün Türkiye’si de uyuşuk bir at gibidir. Bu atı uyandırıp canlandırmak için bir Sokrates bulamayız ve yaratamayız elbette. Ama herhalde bilimde, sanatta, siyasette, ekonomide, hukukta bizi canlandıracak, bizi tatlı uykumuzdan uyandıracak at sinekleri yaratabiliriz.

Türkiye’de böyle insanlar yok mudur? Elbette vardır. Ama bu insanlar sayısal olarak yeterli olmadıkları gibi, nitelik olarak da aktif değillerdir. O nedenle, bu insanların sayısını daha da çoğaltmamız, kalitesini, niteliğini artırmamız, bu insanları daha aktif hale getirmemiz gerekir. Aksi halde, bizi bu dünyadan indirirler!

Kant’ın felsefesini Budizm ile harmanlayan, insanlığı aldanmadan ve aldatmadan kurtaran bir ahlak felsefesi sunan On Dokuzuncu yüzyılın önemli bilgelerinden Schopenhauer ünlü aforizmalarından birisinde şunları söylüyor; “Yaşamımızın ilk kırk yılı bize metni sunar, sonraki otuz yıl bu metnin yorumunu, gerçek anlamını ve bağlamını verir, bu metnin ahlakını ve tüm inceliklerini de ancak hakkıyla anlamamızı sağlar. Yaşamımızın sonuna doğru, bir maskeli balonun sonlarında maskelerin artık çıkarıldığı an’a benzer bir durum ortaya çıkar. O andan sonra yaşamımız boyunca birlikte olduğumuz kişilerin gerçek yüzlerini görürüz. Artık karakterler gün ışığına çıkmış, emek ve çalışmalar meyvelerini vermiş, başarılar hak ettikleri değeri bulmuş, yanıltıcı tüm görüntüler dağılmıştır.”

Ne var ki, insan hayatı, önceden belirlenmiş bir proje olmamakla, hayatın kendisi Schopenhauer’in veya başkaca bilgelerin sunduğu klişe ya da şablon hayat tarzlarından çok daha farklı ve hatta ilginç olmakla; biz, şimdilerde bize sunulan öğrenme fırsatı başta olmak üzere, her fırsatı iyi değerlendirmek, ilgimizi ve hedeflerimizi geleceğe yönlendirmek zorundayız. Zira hayatımızın geri kalan kısmını gelecekte geçireceğiz.

Kullandığı değişik imgeler, sahip olduğu zengin düş gücü, incelikli üslup ve güçlü teknikle, divan edebiyatının ve tasavvuf düşüncesinin en büyük temsilcilerinden olan Şeyh Galip, oldukça ünlü olan dizelerinin birisinde; “Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen/Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen/Hoşça bak kendine, çünkü sen kâinatta yaratılmışların göz bebeği olan insansın” diyor.

Sadece çağdaş Türk şiirinin değil, günümüzdeki Türk entelektüel yaşamının da seçkin isimlerinden olan Hilmi Yavuz’un özgün ve yerinde yaklaşımıyla, Şeyh Galip’in bu dizeleriyle vermek istediği esas mesaj; eski Yunanlıların gözünde, hem site düzeninin hem de toplumsal ve bireysel davranış ve yaşama biçiminin temel ilkelerinden birisi olan “kendine dikkat etmek”, “kendinle ilgilenmek”, “kendine özen göstermek” anlamlarına gelen “epimelesthai sautou” ilkesidir.

Yaşama sanatının temel ilkelerinden birisi olan “epimelesthai sautou” ilkesi, insanın maddi ve gündelik anlamda, yani giyim kuşam, yeme içme, gezip tozma, eğlenme bağlamında, kendisine dikkat etmesinden, kendisiyle ilgilenmesinden, kendisine özen göstermesinden daha çok manevi yönden, ahlaki yönden, yani felsefi ve entelektüel anlamda kendisine dikkat etmesini, kendisiyle ilgilenmesini, kendisine özen göstermesini, hem ifade hem de talep eder.

Eski Yunan felsefesini benimseyen ve Mevlevi terbiyesi ile kültüründen gelen Şeyh Galip’in de savunduğu bu temel ilke, antik felsefenin en önemli ahlak ilkesi olan ve gaipten gelen bir bilgenin sözü olarak eski Yunan’daki Delfi Tapınağı’nın kapısında yazılı bulunan ve “Delfik İlkesi” olarak isimlendirilen “kendini bil” ilkesidir. Bu ilke “epimelesthai sautou” ilkesiyle birlikte yaşama sanatının iki temel ilkesini oluşturur.

Fransız düşünür Michel Foucault’nun bir söyleşisinde ifade ettiği üzere, her iki ilkenin de temel amacı; “insanın başlangıçta olmadığı kişi olmasıdır.” İnsanın başlangıçta olmadığı kişi olabilmesi için, kendisine emek vermesi, kendisini oldurması, bunun için de kendisine bir aynadan bakması gerekir. Aksi halde insan kendini bilemez, kendisini tanıyamaz, kendisiyle ilgilenemez, kendisine özen gösteremez. İnsanın kendisini bilmeye, kendisiyle ilgilenmeye, kendisine özen göstermeye yönelik bir çabası olmadığı takdirde, ahlaklı olması, kendisini oldurması, yaşamda doğru bir yerde durması, yaşama tutunması, mutlu, verimli ve yaratıcı olması mümkün olmadığı gibi, doğru bir siyasal görüşü ve eylemi benimsemesi, bunun tarafı olması, kendisini bu yönlerde geliştirmesi de mümkün değildir. Bir Alman atasözü “çok düşman, çok şeref” der. Bu sözün anlamı düşmanı olmayan insanın şerefsiz olması demek değildir, düşmanı olmayan insanın yanlış yerde durduğunu, eyyamcı olduğunu ifade etmektir.

İnsanın başlangıçta olan kişi olmaması, kendini bilmesi, kendini tanıması, kendisine ilgi ve özen göstermesi, ahlaklı olması, yaşamda doğru bir yerde durması, durabilmesi, verimli ve yaratıcı bir hayat sürebilmesi, doğru bir siyasi görüşe ve tercihe sahip bulunması, bulunabilmesi için felsefeye, felsefeyi bilmeye ihtiyacı vardır.

Her şeyi bilmeyi/tanımayı arzu eden insan, kendini de bilmeyi/tanımayı arzu eder. İnsanın bilmeyi/tanımayı arzu ettiği tek şey (ona en ilginç gelen o olsa dahi) sadece kendisi değildir. Eğer insanın kendisiyle ilgili bazı bilgileri yoksa, diğer şeylerle ilgili bilgisi de eksik ve kusurludur. Çünkü birisinin bildiğini bilmeksizin bir şeyi bilmek, sadece yarı bilmektir, bildiğini bilmek ise kendini bilmektir/tanımaktır. Öztanıma/özbilme/kendini bilme/kendini tanıma, insanın sadece kendi yararına değil, başka hiçbir bilginin eleştirel olarak haklılaştırılamayacağı ve güvenli bir şekilde temellendirilemeyeceği bir durum olarak, önemli ve arzu edilen bir şeydir…Öztanıma/özbilme/kendini tanıma/ kendini bilme, burada, insanın bedensel yapısını, anatomisini ve fizyolojisini tanıması/bilmesi demek olmadığı gibi hissetmeden, duyudan, duygudan ibaret olan zihnine ilişkin bir bilgi, bir tanıma da değildir. Bu, insanın düşünce, anlayış veya akıl yeteneklerini tanıması ve bilmesi demektir. Bu bilgiye, bu tanımaya nasıl ulaşılır? Bu, üzerinde ciddi olarak düşünülünceye kadar kolay bir mesele gibi görünür ama insan bunu düşünmeye ayartıldıktan sonra, bu bize o kadar zor görünür ki, biz, bunun imkânsız olduğunu düşünürüz. Hatta kimileri ileri sürdükleriyle, işi başka şeyleri bilmek olan zihnin bu nedenle kendini bilme ve tanıma gücüne sahip olmadığını söyleyerek bu ayartılmayı güçlendirirler. Ancak bu açıkça safsatadır/yanıltmadır. Zira bu durumda önce zihnin doğasının ne olduğunu söylersiniz, sonra da doğası öyle olduğu için kimsenin onu bilemeyeceğini söylersiniz. Aslında, bu argüman, zihni incelemek için belirli bir girişim metodunun bozulduğunu ve başka herhangi bir olasılığın öngörülemediğini kabul etmeye dayanan bir umutsuzluk tavsiyesidir… Zihnimizin doğasını anlamaya giriştiğimizde, çevremizdeki dünyayı anlamaya çalışırken takip ettiğimiz yolun aynısını takip etmek oldukça makul bir öneri gibi görünür. Doğa dünyasını incelerken, bu incelemeye var olan ve devam eden belirli şeyleri ve belirli olayları tanımakla başlarız. Daha sonra bunların genel türler olduklarını, bu genel türlerin de birbirleriyle ilişkili bulunduklarını görür ve bunları anlamaya girişiriz. Bunların arasındaki iç ilişkilere doğa yasaları adını veririz ve bu yasaları tespit ederek bunlara uygun düşen şeyleri ve olayları anlarız. Aynı yöntem, zihnin anlaşılması sorununa da uygulanabilir. Konuyu incelemeye ilk önce kendi zihnimizin ve başkalarının davranışlarının belirli koşullar altında nasıl davrandığını dikkatli bir şekilde gözlemleyerek başlayalım; daha sonra, zihinsel dünyanın bu olguları hakkında bilgi sahibi olarak, bunları yöneten yasaları belirlemeye çalışalım…” (R.G.Collingwood, “Tarih Düşüncesi”, sayfa 311, 312, Dorlion Yayınları – 2020) Bütün bunlar için, bunları yapabilmek için felefeye ihtiyacımız vardır.

Felsefe, bilgelik alıştırması ve öğretisidir” diyor Kant. Bilgelik alıştırması yapmak ve bunun öğretisini öğrenmek; sorgulama yapabilmek, dünya ve hayat üzerine, kendimiz üzerine, başkaları üzerine, insanlık tarihi üzerine, siyaset üzerine düşünebilmek, yanılsamaların, önyargıların önüne geçebilmek, ideolojilerin eleştirisini yapabilmek demektir. Özel yaşamımızda olsun, mesleki yaşamımızda olsun ayakta ve diri kalabilmek, mücadele edebilmek için bilgelik öğretisini öğrenmeye ve bunun alıştırmasını yapmaya, yani felsefeye gereksinim duyarız.

Bütün bunları yapabilmek için felsefenin gereksinim duyduğu ve kullandığı yegane araç akıldır. Onun için felsefenin en iyi dostu aklın geliştirdiği bilimdir. Felsefenin düşmanları ise; ahlaksızlıktır, bağnazlıktır, budalalıktır, aymazlıktır, yalandır, kötülüktür, her türden fanatizmdir. Felsefe, bu düşmanları ile savaşmak, onları alt etmek için aklı kullanır ve bilimle işbirliği yapar.

Başkasının bilgisiyle bilgin olabilsek de, ancak kendi bilgimizle bilge olabiliriz” diyor bilge Montaigne. Doğru da diyor. Çünkü bilgili olmak, bilge olmak demek değildir. Esasen felsefe, ne bilimdir, ne de bilgidir. Bilme edimi hiç değildir. Felsefe, sadece ve sadece var olan bilgiler üzerine, insan üzerine, yaşama dair olan her şey üzerine, ahlak üzerine, adalet üzerine, özgürlük üzerine, tarih üzerine, siyaset üzerine, sanat üzerine, hukuk üzerine düşünmektir.

İnsan aklı üzerine eleştiriler yapan Montaigne, Yunan şüpheciliğinin iyi bilinen bütün geleneksel argümanlarını kullanır. Ama Montaigne, bu argümanlara elinde olan ve en büyük güç ve olağanüstü öneme sahip olduğu kanıtlanan yeni bir silahı daha ekler. Zira ona göre, hiçbir şey bizi küçük düşürmeye ve insan aklının gururunu kırmaya, fiziksel evren hakkındaki önyargısız bir görüşten daha uygun olamaz. O nedenle, Montaigne, “Apologie de Raimond Sebond/Raymond Sebond’tan Özür“ isimli kitabının bir pasajında, “bırakın insanı” der ve şöyle devam eder: “Ben insanın diğer yaratıklar üzerinde sahip olduğunu sandığı bu büyük üstünlüklerini aklının gücüyle hangi temeller üzerine kurduğunu anlıyorum. İnsanı, bu hayranlık uyandıran gök kemeri kavramına, başının üzerinde dönen o nurların ebedi nuruna, o sonsuz okyanusun harikulade ve ürkütücü hareketlerine, insanın hizmetine ve bu hizmetin binlerce yıl devam etmesi gerektiğine kim inandırmıştır? Kendi malının efendisi olmaktan daha çok, her şeyin yaralarına tâbi olan bu acınası ve zavallı mahlûka, kendisinin hâkim olamadığı, en küçük parçasını dahi bilecek güce sahip bulunmadığı bir şeyin bütününden daha azına hükmedecek kadar dünyanın efendisi ve imparatoru denmesi kadar gülünç bir şey düşünülebilir mi? İnsan, her zaman içinde yaşadığı küçük çevreyi dünyanın merkezi olarak görmeye ve kendi özel hayatını evrenin standardı haline getirmeye eğilimlidir. Ama insanın bu nafile iddiadan, bu küçük taşralı düşünme ve yargılama tarzından vazgeçmesi gerekir.” Yine Montaigne aynı eserinde şunları yazar: “Köyümüzün asmaları donduğunda, kilisenin rahibi, Tanrı‘nın öfkesinin tüm insan ırkının karşısında olduğu sonucuna varır. …Kim ola ki, bizim iç savaşlarımızı görünce, dünyanın bütün makinelerinin üzücü olduğunu ve kıyametin yaklaştığını haykırmayan! …Kim ola ki, bir resimde olduğu gibi, tüm görkemi ve parlaklığıyla dökülen doğa anamızın büyük görüntüsünü hayaline sunacak olan; her kim onun yüzünde çok genel ve çok sabit bir çeşitlilik okursa, kim kendisini o figürde gözlemlerse, kendisini değil, bütün bir krallığı, bütünün karşısında bir kurşun kalemin en ufak bir dokunuşundan daha büyük olmayan, şeyleri/nesneleri gerçek tahminlerine ve ihtişamlarına göre değerlendirebilen sadece o insandır.” (Ernst Cassirer, “İnsan Üzerine Bir Deneme-İnsan Kültürü Felsefesine Giriş”, sayfa 40, 41, Dorlion Yayınları-2022)

Zira insan, bu tür sorular sorarak, bunlar üzerine düşünerek, bunları özümseyerek, bunları içselleştirerek, bunları uygulayarak bilge olur, kamil bir insan olur. Onun için bilge olmak daha iyi yaşamak, daha iyi düşünmek, daha ahlaklı olmak, daha dingin, daha huzurlu, daha mutlu olmak demektir. Felsefe, bilgili olmanın değil, sadece bilge olmaya giden yolun taşlarını döşer. O nedenle, felsefeye ihtiyacımız vardır.

Sorgulanmış bir hayat, daha iyi bir hayattır” diyor Sokrates. Bunu yapamayanlar, yapamadıkları için de yaşadıkları hayatın altında ezilip kalan insanlar, hasta olurlar, hasta olunca da Prozac’a, Cipram’a ya da benzeri diğer antidepresanlara sığınırlar. Oysa bunlar hastalanan insanı tedavi etmez, aksine insanı hayattan ve hakikatlerden koparır. Ama Sokrates, yani felsefe insanı eğitir, geliştirir, terbiye eder, hayatla, kendisiyle, başkalarıyla ve hakikat ile buluşturur. Eğer hasta ise, tedavi eder. Onun için hasta olan insanın kendisini antidepresanlara değil, felsefeye teslim etmesi gerekir. Felsefeye bu nedenle de, yani hasta olmamak, hasta olsak da iyileşmek için ihtiyacımız vardır.

Felsefenin ne olduğunu, hem genel hem de Marksist açıdan inceleyen ve bu amaçla “Felsefe Nedir? Marksist Bir Deneme” isimli bir kitap yazan Amerikalı Marksist düşünür ve yazar Howard Selsam, sözü edilen eserinde felsefe konusunda şunları yazıyor: “… Felsefe nedir? sorusunun pek çok cevabı vardır, fakat bu soruya verilen dünyadaki hiçbir yorum ve cevap, Marksist cevap ve yorum kadar ilginç değildir. Öyle ki, ister dost, isterse düşman olsun, giderek artan sayıda insan, felsefenin sadece üzerinde konuşulacak bir konu değil, eyleme geçilecek bir konu olduğunun farkında değildir. Dahası Marks’ın felsefesi, sadece geçmişe ait bir felsefe değil, aynı zamanda geleceğe dair olan bir felsefedir. Yine bu felsefenin somut amacı ve hedefi, belirli ülkelerdeki ilerleyici reformlar ve sosyal devrimler ile bütün insanların ve ırkların yoksulluktan ve baskıdan kurtularak özgürleşmelerine yöneliktir… Fizik, psikoloji, ekonomi veya tarih çalışmak istediğinizde, bu alanlarda spesifik konulu bir mesele, işe yarar özellikli bir bilgi bütünlüğü ve toplamı bulursunuz. Felsefeyle ilgili tanıdık herhangi bir şey aradığınızda ise, çok miktarda ve oldukça geniş sayıda mesele ve metotla karşılaşırsınız. Zira felsefe insanlara, değişik ve farklı çağlarda çok değişik şeyler sunmuştur.

Felsefenin doğumunun kaydedildiği Hristiyanlıktan önce ve Altıncı Yüzyıldan, günümüze kadar olan sürede, Çin’de, Hindistan’da ve Yunanistan’da, felsefenin birçok formlar ve şekiller aldığını, insanların bazen felsefe olarak isimlendirilebilecek tek bir şey olmadığını söylediklerini görür ve duyarsınız. Bu söylenenler arasında, dünyanın ne olduğu, insanların nasıl ve ne amaçla dünyada bulundukları, iyi bir hayatı yapan şeyin ne olduğu konusunda, tek tek insanların uzun ve bireysel olan bir tahminler dizisi var gibi görünür. Ancak gerçekte durum o kadar skandal bir haldedir ki, felsefe öğretmenleri öğrettikleri konu hakkında kendi aralarında dahi anlaşamadıkları gibi, belirli doktrinler üzerinde de anlaşamazlar. Zira bu konularda, bu kadar fazla ve böyle saçma bir şey yok gibi görünür, yine bazı filozoflar bunu nihai bir gerçek olarak kabul etmezler ya da hiçbir kurum veya iktidar, bu kadar yıpranmış ya da bu kadar baskıcı olan şeyin ne olduğunu bulamadıkları gibi, bazı filozoflar da nihai yaratılışın amacını bulamazlar. Bu üzücü durumu gören dindarlar mutlu bir şekilde tanrılarına dönerlerken, alaycı insanların alay eden bakışlarını gören bilim adamı, kendi laboratuvarına doğru geri çekilirken, “sağduyulu” iş insanı kâr peşinde koşmaya devam eder ve sonuç itibariyle bu insanların hepsi aynı şekilde “filozofun” rüzgârlı spekülasyonlarından veya çılgın fikirlerinden kaçarlar veya kaçınırlar. Ne var ki, felsefe bu durumdan kolay kolay kaçamaz ve bir yerlere saklanamaz. Çünkü bilincinde olmasalar dahi, insanların bir felsefeleri vardır. Zira felsefe, tıpkı düzyazının hepimizin konuştuğu bir şey olması gibi, hepimizin sahip olduğu bir şeydir.

Bilinçli düşünceden ve teoriden önce pratik vardır. İnsan hayatını sürdürmek için karmaşık, inatçı ve çoğu zaman düşmanca bir çevreyle başa çıkmak zorundadır. İnsan, ister avlanarak, ister balık tutarak, ister bono/tahvil kuponu biriktirip keserek, ister çiftçilik ya da fabrika işçiliği yaparak yaşıyor olsun, birçok eylemde bulunur, aletler kullanır, kendisi ve içinde yaşadığı dünya ile ilgili şeyleri ifade eden ilişkilere girer. O nedenle, bir dünya ve hayat teorisi olarak felsefe, hiç kimsenin kaçamayacağı ve kaçınamayacağı bir şey olmakla, felsefe hakkında biraz araştırma yapmak gereklidir ve bunu yapmak iyi de olacaktır.

İnsanlar, felsefeyi araştırmaktan ve felsefeyi teşvik edip arzulamaktan iki nedenle kaçamazlar. Bunlardan birincisi, insanların ayaklarını yere sağlam basmamalarının onlar için biraz tehlikeli bir şey olmasıdır. İnsanlar, soyut spekülasyonlarla kendilerini kaybederler ve felsefenin hayat için olduğunu, hayatın ise felsefe için olmadığını unuturlar. Mesela, ben, genç bir insanı hatırlıyorum. Bu genç, yüksekokulda felsefe eğitimi almış, dünyada kendi fikirlerinden başka hiçbir şeyin olmadığını “öğrenmiş” ve yüksekokuldan yeni mezun olmuştu. Bu genç adam intihar etmeye ve bu suretle mevcut savaşı, sefaleti ve işsizliği protesto etmeye karar vermişti. Neyse ki, bu genç, daha sonra kendi öncüllerini gözden geçirmiş, bu sosyal hastalıkları ortadan kaldırmanın daha etkili yolları olduğunu görmüş ve o yöne dönmüştür.

İkinci olarak, felsefeye karşı uyarıda bulunanların çok daha fazla korktuğu şey, felsefe gibi temel soru(n)lar üzerinde ciddi bir şekilde düşünmenin, dini veya politik ortodoksiyi yok edebileceği olgusudur. Bu konuda itiraz edilen husus, tek başına ve sadece felsefe değil, inanmamız için iyi olduğu varsayılan felsefeden başka herhangi bir felsefenin olmasıdır.

İçinde bulunduğumuz yüzyıla kadar, yüksekokullarımızdaki felsefe öğretmenlerinin çoğu, ya din adamıydı ya da teolojik bir geçmişe sahipti. Bugün dahi bir Amerikan yüksekokulunda ya da üniversitesinde açıkça bir materyalist öğretim felsefesi bulmak zordur. O halde, felsefe denen bir şey var mıdır ve eğer var ise, bu, tek tek insanların düşüncelerinden başka bir şey midir? Felsefelerin incelenmesinde, tarihsel silsileler, bu soruya ışık tutar. İlk Yunan filozofları, şeylerin/nesnelerin doğası hakkında bize “tahminler” gibi görünen şeyleri sunmuşlar ve bu konuda sahip oldukları kendi bireysel görüşlerini tanımlamışlardır. Mesela Thales, her şeyin ilk ilkesinin su olduğunu söylemiştir. Anaximenes, her şeyin ilk ilkesinin su değil hava olduğunu ifade etmiş ve daha sonra Heraklet, her şeyin ilk ilkesinin su ateşi olduğunu düşünmüştür. Bunlar tahmin değildir, çünkü bu insanların farklı olarak düşündükleri şeyler, yüzeysel olgudan çok daha önemli olan, benzer bir soru sormaları, benzer varsayımlarda bulunmaları ve kendi zamanlarının düşüncesine uygun sonuçlara varmış olmalarıdır. Bu düşünürler, bir şeyi/maddeyi varsaymışlardır, o da, cennette yaşayan/canlı oluşumların farklılıklarının ve çeşitliliklerinin, bunların bazı ortak unsurlardan sonsuz bir değişim süreciyle türetilmiş olmasıdır. Bu düşünürler, ikinci olarak, bütün bu türetilen ortak şeylerin/maddelerin, Yunanların temel olarak kabul ettikleri toprak, hava, ateş ve su şeklindeki dört maddeden biri olduğunu varsaymışlardır. Bu düşünürlerin varsaydıkları üçüncü husus, şeylerin/maddelerin ortak bir şeyden/maddeden türetildikleri sürecin doğal olarak oluştuğu, yani bunların oluşum ve türetilmelerinin tanrıların müdahalesi veya rehberliğiyle gerçekleşmediği, bazı genel ilkelere ve kanunlara göre oluştuğu ve türetilmiş olduklarıdır…

Felsefe tarihinde en temel olarak adlandırılan iki sorun madde ya da zihin ve gerçekliği oluşturan kalıcılık ya da değişim sorunları, felsefe ve bilim arasındaki ilişki sorununu gündeme getirir. Bilim, dünyamızdaki şeyleri ve olayları bulduğu şekliyle ele alır ve insanın çevresini öngörme/tahmin etme ve kontrol etme ihtiyacından ve arzusundan ortaya çıkar. Şeylerin/maddelerin doğasını ve bunların işleyişine göre ilkelerini bulup ortaya çıkaran; iştir, meslektir, ticaret ile bunlara ilişkin faaliyetlerdir.

Bilim için problemler her zaman somut olan şeylerdir; öyle ya da böyle bir durumda, gözlemlenen değişiklikler gerçekte nasıl meydana gelir ve şu veya bu şekilde arzu edilen bir durum nasıl sağlanabilir? Yunanlılar tarafından bilimden önce geliştirilen felsefe, toplumsal etkilerle bu soruların farklı bir şekilde formüle edilmesine neden olmuştur. Bu filozoflar için önemli olan, neyin gerçek olduğuna ilişkin olgu sorunundan daha çok, hangi şeylere diğerlerinden daha çok değer verilmesinin ya da hangi şeylerin tercih edilmesinin gerekli olduğu hususudur. Örneğin, Platon, kendi sınıfının ahlaki ve politik değerini koruma ve böylece statükoyu koruma arayışındadır ve bunları evrenin ebedi yapısında kök salmış bir şekilde bulmaya çalışmıştır. Bu, onları otomatik olarak sıradan vatandaşın (köleden bahsetmiyorum) inceleme ve eleştirisinden uzaklaştırmış ve onları, sadece hayatını bu ebedi gerçeklerin tefekkürü ile geçirebilecek boş zamanın beyefendisi olan düşünüre bırakmıştır. Böylece, bu, aynı zamanda gerçekliği, dünyevi olan maddi dünyamız tarafından yalnızca belli belirsiz tezahür ettirilen bu değişmez ilkelerden ibaret hale getirmiş ve bu yaklaşım sadece gerçekleri düşünerek, tek başına toplumu yönetmeye muktedir olan aristokrat filozof idealinin kurulmasına ve oluşmasına neden olmuştur.

Felsefe ile çeşitli bilimlerin ilişkisinin sona ermez anlaşmazlık kaynağı içinde olmasıyla, filozoflar, hemen hemen her zaman ilk ve son sözleri söyleme hakkının kendilerinde olduğunu iddia etmişlerdir. Felsefenin bilime her zaman sıcak bakmadığı, esasen bilime karşı olduğu hususu daha önce ifade edilmişti. Zira bilimin kendisinin sosyal kökleri vardır ve bilim bu sosyal etkilere karşı duyarlıdır. Ne var ki, bilim her zaman, dünyamızın seçilmiş yönlerinin (uzun vadede ticaret, sanayi ve genel olarak teknolojinin ihtiyaçlarına bağlı olarak seçilen yönler) dikkatli bir şekilde gözlemlenmesi ve bilginin arandığı malzemenin manipülasyonu yoluyla elde edilmesi anlamına gelir. Bu tür bir bilgi, güçlü konumlarda olanlar tarafından her zaman arzu edilmez, çünkü bu onların sürdürmeye çalıştıkları fikirlere ve kurumlara ters düşebilir. Örneğin On Altıncı ve On Yedinci yüzyıllarda Galileo ve Descartes gibi insanlar tarafından kazanılan bilimsel doğa bilgisi, denizcilik, savaş, maden işletmeleri vb. gibi alanlar için kesin bilgiye ihtiyaç duyan yükselen orta sınıfın çıkarlarına hizmet etmişlerdir. Aynı zamanda, tek arzusu toplumun mevcut ekonomik düzenini ve dolayısıyla Hıristiyanlığın dogmalarını ve kilisenin gücünü korumak olan feodal sınıflar tarafından kontrol edilen üniversitelerde de bilime karşı şiddetli bir şekilde mücadele edilmiştir. Günümüzde ve giderek artan bir şekilde ırksal sınırların yapaylığını ve tüm ırkların temel eşitliğini göstermeye eğilimli olan antropoloji bilim dalının altında yer alan ırk biliminin, Güney Afrika ve Amerika Birleşik Devletleri’nin güneyinde gücü elinde tutan bazı çevreler tarafından reddedildiğini, beyazların üstünlüğünü öğreten ve buna dayanan ırkçı yarışın sürdürüldüğünü görmekte ve buna tanıklık etmekteyiz.

Genel olarak ve Batı Hıristiyan dünyasının tarihi boyunca, hem Katolik feodalizmi, hem de Protestan kapitalizmi altında egemen olan güvensizliğe dayalı ve bilime yönelik üstü kapalı bir küçümsemeye kadar değişen tutumlarla karşılaşırız. Buna bağlı olarak felsefi görüşlerin çoğu, bilim ile dini uzlaştırmanın ve dikkatli bir şekilde bilimi sınırlı bir yerde tutmanın aracı olmuştur. Kitabımızın daha sonraki bölümlerinde buna ilişkin olarak yapılanlar ve bunun yapılmasında izlenen yollar tartışılacaktır, ancak bu yapılanlar ve bu konuda izlenen yollar, genel olarak bilimin sadece şeylerin/nesnelerin görünüşleri olarak adlandırılanlarla ilgilendiğini ve dinin sadece daha yüksek gerçekliğe nüfuz edebileceğini aramaktan ibaret olduğunu göstermektedir. Korunması gereken eski ve çağdışı kurumları olmayanlar, mevcut düzenden yararlanmayanlar, bu insanların dünyanın ve insanın doğasıyla ilgili olarak gizlemek istedikleri şeyin ne olduğunu elbette sorabilirler. Şeyler/nesneler üzerinde dikkatli deneyler yoluyla fiilen keşfedilen hakikatlerin üstünde ve dışında bir hakikat ya da insan yığınlarının maddi ve kültürel refahından başka bir şey olan bir iyinin olduğu hususu, neden bu kadar kararlı bir şekilde korunmalıdır?

Felsefe evren hakkındaki genel spekülasyonlarla başlamış, daha sonra bilginin özel bir bölümü olarak gelişmiş ve değişik bilimlere nüfuz ederek branşlaşmıştır. Felsefenin bu erken dönemi, ebeveyn akımının ve akıntısının giderek artan sayıdaki çocuğuyla birlikte ve deyim yerindeyse evlilik yoluyla olan ilişkisi gibi bir sorun yaratmıştır. Bunun sonuçlarından birisi, felsefenin, metafizik olarak adlandırılan çalışma ya da özel bilimlerin konusunun üstünde ve dışında olduğu varsayılan ve bir ebedi hakikatler bütünü olarak kabul edilen ilk ilkelerin incelenmesiyle birlikte daraltılması olmuştur. Diğer bir sonucu ise, felsefenin ya da isimlendirilen şekilleriyle, fizik felsefesi, sanat felsefesi, zihin felsefesi (psikoloji bilimine yol açmıştır) vb. gibi felsefe çeşitlerinin ortaya çıkmasıdır. Bu anlamda felsefe, pratiğe karşı bir şeyin teorisi veya bir öznenin daha sınırlı ve özel yönlerine karşı daha genel ve soyut özellikleri anlamına gelir. Bu tür teorilerin olması elbette önemlidir, ancak bu, farklı insanların birbirinden ayrılamaz görevleri yerine getirdiği bir işbölümü olduğunda kimi tehlikeleri de beraberinde getirir ve bu tehlikeleri de içerir. Bu, sadece saf teoriye veya özellikle hiçlik teorisine eşit olan yaklaşımın ve anlayışın teorisi olarak bir felsefe anlayışının yolunu açar ya da günümüzde yaygın olduğu üzere, felsefeyi bir semantik bilime/anlambilime, yani dilin analizine indirger. Böylece felsefe kendisini, dünya ve insan hakkında açıklama aramak yerine, kendisini terimlerin ve önermelerin uzun, sıkıcı, yorucu, tekdüze ve tekrar eden incelemesiyle sınırlar.

On Yedinci ve On Sekizinci yüzyıllarda yükselen orta sınıfın ilk filozoflarının karşı karşıya kaldıkları gerçek pratik problemler vardı ve bunların çoğu, yerini almak üzere tasarlandıkları feodal bir toplumunkilerin aksine modern burjuva kurumları için teorik gerekçe sağlama sorunu etrafında toplanmıştı. Oysa günümüzde, uluslararası işçi sınıfı hareketinin, kurumları ve kapitalizmin teorik gerekçelerini ve bunların haklılaştırılmasını eleştirmek için aracı ve yeni sosyalizm teori ve pratiğinin temeli olarak kullandığı kendi felsefesi vardır. Bu durum, felsefenin hedef ve amaç meselesini ortaya çıkarır. Farklı tür ve çeşitteki her felsefenin, temel olarak felsefenin sahip olduğu kendi felsefi kavramı vardır. Bunun en önemli ve farklı amaçlarından bazılarının kısaca gözden geçirilmesi bizim için gerçekten kıymetlidir.

Kadim felsefe, Hıristiyanlık tarafından sahiplenildiğinde ve üstlenildiğinde, ‘teolojinin evlatlığı/beslemesi’ olarak tanımlanmıştır. Bu gelenekte hedef, Hıristiyan inançlarının yapısını desteklemek ve ona payanda olmaktır ve günümüze kadar da ağırlıklı olarak bu amaç için kullanılmıştır. İncil’de bulunduğu şekliyle vahyedilen ve hakikat denilen şey, rasyonel ve bilimsel araştırmalardan önce gelir. Elbette, bu amaç çoğu zaman açıkça ifade edilmemiş ama sıklıkla sulandırılmıştır. Ortodoks Hıristiyanlık seyreltilmiş ve inceltilmiştir, ancak daha hala çoğu felsefenin amacı, dini bir tutumu ve davranışı esas olarak dünyaya karşı sürdürmektir. Bunun iyi bir ifadesi, yaklaşık elli yıl önce St. Louis’de yayınlanan bir felsefe dergisinin ‘Felsefe ekmek vermez, ama bize Tanrıyı verir’ şeklindeki mottosunda/sloganında mevcuttur. Özetle, bu noktadan hareketle felsefenin amacı, temel özellikleri ve hususları sorgulanamayacak olan bir dünyaya karşı mevcut dini tutuma bir gerekçe bulmaktır.

Kadim Yunan için felsefe, esas itibariyle insanların hayat tarzı için rasyonel bir temel sağlamayı tasarlamak ve amaçlamaktır. Mesela, Epikür, barışı ve acıdan kaçınmayı, gelecekteki hayatın başına bela olmayacağına dair bir güvenceyi aramış, bunu bulmaya çalışmış ve kendisine arzuladığı huzuru verecek bir dünya anlayışını formüle etmiştir. Felsefe, Epikür ve Epikür’ün okulu için, doğaüstü şeyleri ortadan kaldıracak ve insanların rasyonel ve mutlu bir hayat elde etmek için kendilerine güvenmelerine yardımcı olacak bir düşünme biçimidir.

Stoacılar, dünyanın sert/haşin ve çoğu zaman acımasız olduğunu, ancak dünyanın ilahi bir planla ve bir nedenle var olması gerektiğini düşünmüşler ve buna bağlı olarak tüm insanların bu hayatta kendilerine verilen görevi, sadakatle ve şikayet etmeden yerine getirmeleri gerektiğini savunmuşlar ve bunu öğretmişlerdir. Yine Stoacılar, dünyanın ve tüm insanların doğasında var olan akla yaptığı vurguyu esas almışlar ve o nedenle, dar ırkçılığın ve milliyetçiliğin sınırlarını aşan bir hümanizme/insancıllığa yönelmişlerdir.

Platon, kendisinin “saf/katıksız” teorik çıkarları her ne olursa olsun, felsefeyi, Yunan toprak sahipleri aristokrasisinin dinlenme ve boş zaman hayatını savunmak için yapmış, felsefeyi, devlet işlerinin sadece kendilerine ait olabileceği ve güvenle emanet edilebileceği seçkinler tarafından yönetilen oligarşik bir devlet idealini desteklemek için kullanmıştır. Platon‘a göre hayatın amacı ve hedefi, sadece bilmek ve bu bilgiyi geliştirebilecek durumda olmayanların işi olan kişiler için çalışmaktır. Bu bilme, bizim bugün tasavvur ettiğimiz şekliyle bir bilgi olmadığı gibi, tüm bilimlerin altında yatan ve temeli olan belirli şeylerin bilgisi de değildir. Bu bilgi, zanaatkârlara, elleriyle iş yapanlara ait bir bilgidir. Gerçek bilgi, örneğin belirli bir güzel nesne ya da güzel bir heykel ya da bina yapmanın gerçek araçları olmadığı gibi, sözde saf ya da soyut olan bir güzellik de değildir. Platon’a göre bilgi, şeylerin/nesnelerin ebedi biçimleri olarak varsayılan şeylerin tefekküründen oluşur. Ne var ki, güzelliğin ne olduğu belli olmadığı gibi, bu güzellik belirli bir kişinin veya şeyin güzelliği de değildir, esasen bu güzelliğin ne olduğu hususu hiçbir zaman da açıklığa kavuşturulmamıştır. Ama buna rağmen, Platon, aynı şekildeki ve eşit derecedeki soyut bir adalet, hakikat ve iyilik fikrini ve tefekkürünü aramıştır. Platon‘un eğilimi, felsefenin toplumsal iyiliğe hizmet etmesinden daha çok, sosyal sınıflar piramidinin tepesindeki filozofların olacağı bir toplumsal düzeni dayatmaktır. Platon, kendisini yeni bir ticari ve imalatçı sınıfın yükselişinden mustarip hisseden varlıklı bir toprak sahibi ailenin mensubudur, o nedenle, onun felsefesinin birçok yönünün, kendi sınıfının eski düzenini koruma arzusuna atfedilebilmesi mümkündür, dolayısıyla o felsefesini, kesin olarak tanımlanmış sınıfları muhafaza etmek ve değişiklikten kaçınmak üzerine inşa etmiştir.

En büyük Yunan filozoflardan birisi olan Aristoteles ise, oldukça farklı bir pozisyondadır. Aristoteles, Makedonyalı Filip’in ülkesindendir, babası fizikçidir, doğunun neredeyse tamamını zapt eden çok geniş Makedonya İmparatorluğu idealinin etkisi altındadır. O nedenle, Aristoteles geniş bir sosyal perspektif sahibidir ve onun felsefe bilgisi belirli ve özel alanlarda Platon‘un felsefesinden daha farklı, daha fazla ilgi çekicidir, zira o daha çok etrafındaki gerçek dünya ve o dünyayı bilmekle ilgilidir. Aristoteles, toplumu sadece kölelik temelinde düşünmüş ve onun bu düşüncesi insanlarla ilgili düşüncesini büyük ölçüde etkilemiştir. Aristoteles, insan hayatıyla ilgili düşüncesini ve idealini Ethics/Etik isimli eserinde geliştirir. Ona göre fakirin her zaman erdemli olabileceğini inkâr etmek ve elbette köleleri hiç dikkate almamak, zengin adamın ahlakıdır. Yine, Platon‘da olduğu gibi, onun tarafından da, tüm insan toplumunun amacının, birkaç kişinin boş zaman ve zenginlik içinde yaşayabilmesi ve bu durumda insanın tüm faaliyetlerinin en yüksek düzeye ulaşacağı, evrenin ilk ilkelerinin saf bilgisi ile meşgul olacağı kabul edilir. Bu analiz elbette aşırı şekilde basitleştirilmiş ve sadeleştirilmiştir. Zira herhangi bir insana etki eden kuvvetler ve etkiler sonsuz derecede karmaşıktır. Ancak bu yaklaşım tarzının, filozofların anlayışına başka hiçbir yaklaşım sağlayamayacağının ipuçlarını verdiği söylenebilir. Bir düşünürün çağının ürünü olduğu hususu, uzun zamandır yaygın olarak kabul edilen bir görüştür. Bu görüşle savunulan tek şey, böyle bir doktrinin çok geniş olmasıdır: Bir düşünür, bir çağdaki konumunun ya da başka bir deyişle, onu etkileyen belirli toplumsal güçlerin bileşkesinin/karmaşıklığının bir ürünüdür.

John Dewey’i takip eden pragmatistler ve bilimlerin metodolojisine gerçekten ilgi duyan ampiristler veya pozitivistler dışında, son zamanlardaki felsefenin tamamında, vurgu tekrar saf tefekkür üzerine yapılır. Çok iyi tanınan bir filozofun, yakın zaman önce, filozofların insanlar ve bu insanların sosyal hayatları gibi önemsiz/değersiz şeyleri düşünmelerinin ‘uygunsuz/yakışıksız’ olduğunu ifade ettiği duyulmuştur. Bu yorum, metafiziğin soyut soru(n)ları üzerine yapılan spekülasyon adına, felsefenin ‘saflığı’ ile ilgili olarak yapılmıştır. Felsefenin çağdaş bilimin ve sosyal hayatın baskılayıcı bütün sorunlarından bu şekilde ayrılmasının, felsefe mesleğinin asaletini, geçici, dünyevi ve insani olan her şeyin üstünde olduğunu gösterdiği kabul edilir. Oysa bu daha ziyade, Platoncu felsefi geleneğin çöküşünü ve iflasını doğrular.

Modern bilimin gelişiminin ilk yüzyılları boyunca ve o zamandan beri tekrar eden dönemlerde, bazı filozoflar, bu yeni bilimi yorumlama, insanın artan bilimsel bilgisi aracılığıyla dünyayı daha eksiksiz ve daha tam bir şekilde anlamaya çalışmak gibi önemli bir görevi gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Daha önce de ifade edildiği üzere, bu, gelişmekte olan imalat ve ticaret sınıfı için bilim ve teknolojinin büyümesinin gerekli olduğu olgusuyla da bağlantılıdır. Ne var ki, bu sınıf güçlendikçe, bu olgu yerleşik feodal düzenin muhalefetiyle karşılaşmıştır. Bu durum, söz konusu görüşün teorisyenlerine, mevcut feodal kurumların eleştirisi için sağlam bir temel, bir ilave ve son derece pratik bir dayanak sağlamıştır. Bu anlamda felsefe devrimci bir duruma gelmiştir.

On Yedinci Yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’deki burjuva devriminin önde gelen teorisyeni John Locke, bilimdeki yeni gelişmeler ile kendi zamanının siyasi çatışmalarının etkisi ve yönlendirmesiyle, bilgiyi nasıl elde ettiğimiz ve bunu kesin olarak nasıl test edebileceğimiz konusunda yepyeni bir analiz geliştirmiştir. O, bunu, belirli doğru fikirleri içeren ve insan zihninin kendi içinde deneyimle doğrulanmasını gerektirmeyen engelleyici kavramları temizlemek için yapmıştır. Locke’un bu yöntemi, kralların iktidarlarının ilahi nitelikte bir hak olduğuna ilişkin görüşten vazgeçmek ve genel olarak siyasi soru(n)ları tamamen rasyonel bir temele oturtmak konusunda bir üstünlük ve yarar sağlamıştır.

Ne var ki, İngiliz devrimi benzersiz bir uzlaşmalar sistemini temsil etmekteydi, o nedenle, ilerici toplumsal roldeki felsefeye daha net bir bakış için On Sekizinci Yüzyıl Fransa’sına dönmemiz gerekir. Orada, monarşik, rahiplerin egemen olduğu Fransa’nın kendilerine dayattığı engelleyici koşullara karşı mücadele eden, kendi sosyal sınıflarının öncüsü olan, şaşırtıcı derecede usta ve enerjik düşünürler ile entelektüeller topluluğu buluruz. Bu insanlarla ilgili çarpıcı olan husus, bu insanların hepsinin kısmen veya tamamen materyalizmi benimsemeleridir. Bu onlar için öncelikle insanların çevrelerinin ürünleri olduğu ve o nedenle, insani gelişmeye yönelik daha iyi sosyal kurumlar, daha iyi bir çevre için herhangi bir talebin olması gerektiği anlamına gelir. Onlar, amaçlarının insanın mutluluğu olduğunu ve bunun için insanın kendisini ve doğayı bilmesinin gerekli olduğunu söylemişlerdir. Yine onlar, insanlığın ilerlemesinin önündeki en büyük engelin, tüm hurafe, rahipler ve kutsallığın araç gereçleriyle birlikte dinin yozlaştırıcı gücü olduğunu düşünmüşlerdir. Bugün, dine yönelik bu saldırının, kısmen kilisenin siyasi, ekonomik ve sosyal hayat üzerindeki tutumu tarafından motive edildiğini ve bu felsefelerin eksikliğinin, siyasi kurumları ve sosyal güçleri ekonomik durumun ifadesi olarak toplumsal süreci analiz etmekteki başarısızlıkları olduğunu görebiliriz.

Burada ekonomik süreç ile kastedilen, sadece insanların geçimlerini sağlama yolları ve insanın varoluş araçlarının üretimiyle dağıtımında yer alan dinlerin oluşturduğu sistemdir. Bu felsefi hareketin tüm açıklaması, Fransız Devrimi’nin ‘Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik’ şeklindeki sloganıdır. Devrimle amacına, diğer bir deyişle, siyasi iktidara ulaşan Fransız burjuvazisi, daha sonra bu ilkelerden ‘kardeşliği’ terk etmiş, özgürlüğü ve eşitliği ise, yasa önünde soyut eşitlik ile parası olan insanların istedikleri gibi sanayi ve ticaretle uğraşma özgürlüğü olarak kabul etmiştir. Ama bütün bu eksiklikler, On Sekizinci Yüzyıl Fransa’sının materyalist felsefesinin, insanlığın henüz halk kitleleri için bir felsefeye, tek amacı genel insan refahının avantajı olan tamamen rasyonel bir felsefeye yönelik olan yaklaşımıdır. Bu felsefenin Amerika’da, aralarında Thomas Jefferson’ın da bulunduğu, Alexander Hamilton liderliğindeki federalistlerin artan gücünden korkan ve Amerikan Devrimi’nin demokratik ilkelere geri dönüşünü arayan ve talep eden bir grup insan tarafından tamamlanmaya çalışıldığını belirtmek ilginçtir.

Felsefenin bu aşamasının daha da geliştirilmesini görmek için Almanya’ya dönmemiz gerekir. Almanya’da, uzun pratik ve teorik kargaşadan sonra, büyük ölçüde Fransız Devrimi’nin feodal kurumlara hapsolmuş insanlar üzerindeki yansımalarından esinlenen filozof Hegel‘in yazıları ortaya çıkmıştır. Sınıflar arasındaki mevcut çatışma, Hegel‘in felsefesine çatışan unsurlar getirmiş ve bu durum Hegel’in ölümünden sonra onun müritlerinin şiddetle karşıt gruplara ayrılmalarına yol açmıştır. Bunun nedeni büyük ölçüde Hegel‘in devrimci değişim teorisinin Protestan Hristiyanlığın ve Prusya Devletinin yüceltilmesiyle birleştirilmeye çalışılmasıdır; bu çalışma yeni burjuva düzeninin bir savunucusu iken, eski rejime de birçok taviz vermeye eğilimlidir. Daha teknik olarak bakıldığında, Hegel, insan düşüncesinin ve eyleminin dinamik bir yorumunu, mutlak fikir olarak adlandırdığı doğa ve insan dünyasında tezahür eden ve Platon‘dan türetilen ebedi bir fikir veya ilkeler sistemi fikriyle birleştirmiştir. O nedenle, Hegel’in felsefesinin birinci yönü diyalektik, ikincisi ise idealizm olarak adlandırılır. Böylece Hegel, bir eliyle, zaman içinde gelişen, genişleyen bir sarmalda birbirini izleyen bir evre olan dinamik bir evreni öngörmüş, diğeriyle de bunu almış ve buna sabit ve zamansız bir mutlak ruh (Tanrı’nın başka bir adı) adını vermiştir. Bu yaklaşımın birincisi, insanın, toplumun gelişme yasalarının bilgisiyle, toplumsal değişimi yönetip kontrol edebileceğini ve kontrol etmesi gerektiğini ifade ederken, ikincisi, mevcut kurumlara mutlak olanın kutsamasını bahşederek, her şeyin yolunda olduğunu ve olduğu gibi geride bırakılması gerektiğini ifade eder. Böylece, insan düşüncesinin aktif yaratıcı yönünü ve toplumun dinamik sürecini geliştirerek Fransız materyalistlerinin çok ötesine geçen Hegel, mevcut düzenin tavizlerinden ve bunun kendi düşüncesindeki tefekküründen memnun kalmasıyla mutlak olanı durdurur.

Hegel‘in ölümünden sonra Berlin Üniversitesi’nde toplanan ve felsefe okuyanlar arasında genç bir Alman olan Karl Marx da vardır. Marx, pek çok teorik mücadeleden sonra ‘Hegelci’ olmuş, ancak kısa bir süre sonra, Hegel‘in meşruti monarşiye hayranlıkla sonuçlanan idealizmini, Almanya’daki fiili durumla uzlaştırmanın imkansız olduğunu görmüştür. Aktif politik çalışmaya öncülük eden Marks, her zaman ezilenlerin ve haksızlığa uğrayanların yanında yer almıştır. Bu tercihi onu polisle çatışmaya sokmuş ve onun sürgüne gönderilmesine neden olmuştur. Bu aşamada Marx, İngiliz ekonomisinin (Engels İngiltere’de yaşadığı için) yaptığı işi ve çalışmalarını bilmenin gerekli olduğunu vurgulayan bir başka Alman öğrenci olan Fredrick Engels ile tanışmıştır. Bunlar Marx’ın, kendi pratik deneyimiyle, işçi sınıfının mücadelelerini incelemesine, bunlara katılmasına, Fransız ütopik sosyalizmi ile ilgili bilgiyi ve İngiliz politik ekonomisini öğrenmesine neden olmuş, bütün bunlar, Marx’ın kendi ustalığıyla birleşmiş ve sonuçta Marx’ı, materyalist felsefeyle birlikte Hegel‘in değişim teorisini dönüştürmeye yönlendirmiş ve nihayet Marx, On Sekizinci Yüzyıl Fransız filozoflarının öğretilerini yeni ve devrimci bir felsefeye dönüştürmüştür.

Bu konuda Marx’a, ustasının idealizm anlayışına başkaldıran ve Fransız materyalistlerinin öğretileriyle birlikte Spinoza‘ya dönen, Hegel‘in öğrencilerinden ve müritlerinden olan Ludwig Feuerbach’ın çalışması da yardımcı olmuştur. Bu bağlamda, Feuerbach, Marx‘ın materyalizme yönelmesine yardım etmiştir, ancak Marx, onun Hegel‘in idealizmiyle birlikte diyalektik anlayışı materyalist bir şekle dönüştürmek yerine yanlışlıkla reddettiğini düşünmüştür. O nedenle, Marx, Fuerbach’ın materyalizminin sınırlarını görmüş ve onu on kısa nottan oluşan bir dizi yazısıyla eleştirmiştir. Bunlar arasında en önemlileri, eski materyalizmin, pratik bir insan faaliyeti yerine edilgen ve öznel bir şey olarak duyum/duyu kavramına yer verdiğini tespit etmiş olması ve bunu ‘koşulların tam olarak insanları ve eğitimcinin kendisini eğitmesi gerekir’ şeklinde ifade etmiş bulunmasıdır. Bu, Marx’ı, aynı şekilde, eşzamanlı olarak ve aynı güçler tarafından ütopyacı bilimsel sosyalizme dönüştürmeye yönlendirmiştir. Marx ve Engels birçok konuda düşünmüş ve yazmış, bu bağlamda, her ikisi de ekonomi politik, tarih ve felsefe üzerine ciltler dolusu eser oluşturmuşlardır. Ancak, onların bütün bu eserlerinin temelinde, diyalektik materyalizmin felsefesi bulunmakta ve bu felsefe iki temel ve ayrılmaz unsurdan oluşmaktadır: bunlardan birincisi, katı bir şekilde materyalist bir evren anlayışı ile tüm hareket ve süreçlerin doğasına ilişkin diyalektik anlayış, ikincisi ise, gerçek bir analiz tekniği ile birlikte gelişen güçlerin bileşik ve karmaşık oluşudur…

Marx ve Engels için felsefenin yerine getirmesi gereken büyük ve önemli bir görevi vardır; bu görev, toplumları ve doğal dünya hakkında tüm insanları, mümkün olan en eksiksiz gelişimini sağlayacak bilgilere yönlendirmektir. Zira Marx ve Engels’in her ikisi de, felsefenin anlamlı olması için, insan kitlelerinin gerçek ihtiyaç ve arzularıyla, bu arzuların gerçekte gerçekleştirilebileceği tek şey olan doğa ve toplum hakkındaki bilimsel bilgiyle ilgilenmesi gerektiğini görmüş ve anlamışlardı. Esasen onlar, kapitalist toplum koşullarında işçi sınıfının bir felsefeye – proletaryanın koşullarını iyileştirmek için başarılı bir şekilde mücadele etmesini sağlayacak bir felsefe ve bilime – ihtiyacı olduğuna inanıyorlardı. Bu felsefe, yapılacak mücadeleler sonunda siyasi gücü kazanacak ve tüm toplumu kapitalist ekonominin zincirlerinden kurtararak bu sistemin sömürüsüne son verecektir. Ancak felsefe, bu amaçları görmekle birlikte, geleneksel anlamda felsefe olmaktan çıkmıştır. Oysa Engels, modern ya da diyalektik materyalizmin gelişmesiyle eski felsefeden geriye kalan tek şeyin düşünce bilimi ve yasaları olduğuna işaret etmiştir. Ona göre geriye kalan her şey, doğanın ve tarihin pozitif bilimlerinde birleşmesidır. Başka bir deyişle, bu yeni materyalizmin, artık bilimlerin üzerinde bir felsefeye ihtiyaç duymaması gerekiyordu. Böylece felsefe, Marx ve Engels için salt bir teori değil, daha iyi bir hayat talebinin ve bu hayata ulaşmak için gerekli olan bilginin fiili ifadesi haline gelmiştir. Önceki tüm felsefi görüşlerin yanıldığı nokta burasıdır. Onun için Marx, ‘Filozoflar şimdiye kadar dünyayı sadece çeşitli biçimlerde yorumladılar, oysa şimdi asıl olan dünyayı değiştirmektir.’ demiştir…” (Howard Selsam, “Felsefe Nedir? Marksist Bir Deneme”, sayfa 19, 27, 28, 20, 30, 31, 32, 33, 34, 35, 36, 37, 38, 39, 40, 41, 42, 43, 44, 45, 46, 47, Dorlion Yayınları – 2022)

*Vedat Ahsen Coşar, Hukuk Felsefesi, Yetkin Yayınları, 2022.

POZİTİF BİR BİLİM KOLU OLARAK HUKUK SOSYOLOJİSİ*

Kitabımızın bu bölümüne kadar olan kısmında, sosyoloji biliminin ana konusu ve esas çalışma alanı olan toplum kavramını ve kurumunu, bu kavramın ve kurumun tarihini, toplum teorileri ile tarihsel süreç içindeki toplum çeşitlerini, sosyolojik anlamda toplum modellerini, toplumların değişimini, bir bilim olarak sosyolojinin ortaya çıkışını, insanın toplum içinde şekillenen hareketlerini, bu bağlamda toplumsal hareketleri, yine bu çerçevede, sosyolojinin genel tarihi ile modern sosyolojik düşüncenin gelişmesini, toplumsal ilerleme olgusunu inceledik.

İncelememizin buraya kadar olan kısmında yer yer hukuk kurumuna, bu kurumun özelliklerine, hukukun kurallı bir toplum yarattığına ve esasen kurallı bir toplum inşa etmenin ve bu yolla toplumda bir düzen sağlamanın, kişilerin hak ve özgürlüklerini güvence altına almanın ancak hukukla mümkün olduğuna işaret ettik.   

Kuşkusuz bütün bu hususların, bir de sosyolojik boyutu vardır ve esasen sosyolojiyi ilgilendiren de sadece hukukun kuralları, normları, yasaları, özetle mevzuatı değil, bu kuralların, normların, yasaların, mevzuatın tesis ettiği ve düzenlediği toplumsal gerçekliktir. Sosyolojinin inceleme alanının, konusunun ve nesnesinin toplum ve toplum hayatı olması gibi, hukuk sosyolojisinin inceleme alanı, konusu ve nesnesi de hukukun sosyolojik boyutudur. Esasen hukuk ile sosyolojinin örtüştüğü, yollarının kesiştiği nokta da budur. Zira hukuk sosyolojisi, toplumsal normların toplumsal gerçeklikle olan ilişkilerini araştıran, inceleyen dalıdır. Nitekim bir bilim dalı olarak hukuk sosyolojisinin ortaya çıkmasının, böyle bir hukuk dalına ihtiyaç duyulmasının nedeni de, hukukun sosyolojik bir boyutunun olması ve bunun anlaşılmasıdır.

O nedenle, şimdi konumuz, hukuk kurumunun toplum hayatındaki kaynaklarını araştıran, bu bağlamda hukukun ortaya çıkmasını ve gelişmesini etkileyen; coğrafi konum, iklim, ahlak, din, örf, adet ve gelenek, sosyo-ekonomik ve siyasal yapı gibi faktörleri incelemeyi kendisine konu ve amaç edinen hukuk sosyolojisidir.

Bu noktada önce şu önemli hususa işaret etmek gerekir; başkaca ülkelerde de olduğu gibi bizim ülkemizde de, hukuk eğitimi ağırlıklı olarak pozitif hukukun, yani yürürlükte olan hukukun öğretilmesi üzerine kuruludur. Hukuk öğrencilerine mesleki bilgi kazandırmak, bu konuda bir altyapı oluşturmak için bu elbette gereklidir. Ama hukuk fakültelerinin ve hukuk eğitiminin görevi, amacı ve işlevi sadece bunlar değildir ve bunlar olmamalıdır. Zira bu yolla ve modelle, sadece hukuku uygulayacak ve yorumlayacak hukuk teknikerleri yetiştirilebilir ama hukukçu, ama yargıç, ama avukat ve savcı yetiştirilemez. O nedenle, hukuk eğitiminde pozitif hukukun yanı sıra, öğrencilere hukuk metodolojisi, muhakeme, mantık, sorgulama yapabilecekleri becerileri kazandıracak bilgilerin ve bunların eğitiminin de verilmesi ve öğretilmesi gerekir. Bu ise ancak Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi derslerini vermekle mümkün olur.

Hemen işaret etmek gerekir ki, genel sosyolojinin özel bir çalışma alanı olan hukuk sosyolojisinin kapsamı ve içeriği, genel sosyolojinin, sosyoloji biliminin diğer kollarından pek farklı değildir, bu bağlamda bu sınırlı alandaki bilimsel incelemelerin ve yaklaşımların niteliği, konusu, kapsamı, yöntemi üzerine olan düşünceler, görüşler birbirlerinden sadece bazı noktalarda az ya da çok farklı, bazı noktalarda ise birbirlerine karşıttır, o nedenle, bu konuda yapmamız gereken ilk iş “hukuk sosyolojisi” olarak nitelendirilen inceleme ürünlerini sınıflandırmak ve bu konuda amaca en uygun olan kola katılmaktır. (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 252- 1996)

Bu kol, Anglo-Amerikan kaynaklı sosyoloji eserlerinde “social control/sosyal kontrol” olarak isimlendirilen görüştür. Wikipedia’da yer alan bilgilere göre, toplumun veya toplumdaki bazı unsurların bireyi belli normlara uymaya zorlaması demek olan ve toplumda düzeni sağlamayı amaçlayan bu görüş, ilk kez 1894 yılında, Chicago Üniversitesi’nde bağımsız Sosyoloji Bölümü’nü kuran ve sosyolojinin akademik bir çalışma alanı olarak kurulmasında etkili olan Amerikalı sosyolog Albion Woodbury Small ile yine Amerikalı sosyolog George Edgar Vincent tarafından ortaya atılmıştır.

Ne var ki, aşırı görüşte ve katı olan sosyologlar ile aynı çizgide ve anlayışta bulunan hukukçular, hukuk sosyolojisine karşıdırlar; bu bağlamda, hukukçular, özellikle Hans Kelsen ve onun Normativist Pozitivizm Okulu ile Saf Hukuk Teorisi, hukuk denilen olgunun sadece normlardan ibaret olduğunu ifade ederek “olan alem” içinde süregelen olaylarla uğraşan sosyologlar, hukukçulara “olması gereken aleme” girme hakkını vermek istemedikleri gibi, bütün değer yargılarından uzak kalmayı sosyolojinin esas şartı olarak kabul eden sosyologlar da hukukçuları, “olan alem” içine kabul etmek istememekte ve o nedenle, hukuk sosyolojisine hayat hakkı tanımayı reddetmektedirler; ama bize göre sosyolojinin sadece müspet bilim kolu olarak hayat hakkı vardır, dolayısıyla hukuk sosyolojisine de müspet bilim dalı olarak bakmak ve hukuk sosyolojisinin de bu amaca uygun olduğunu kabul etmek gerekir. (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 252- 1996)

Zira kurallı toplum hayatının esaslarını düzenleyen hukuk, çok alanlı, çok boyutlu ve çok yönlü olan bir bilim, bir kurum ve disiplindir. Buna göre hukukun bir norm düzeni olarak pozitif hukuk niteliğinde bir uygulama ve uygulanma alanı ile boyutu, ahlaki bir değer içermesi bakımından bir felsefi alanı ve boyutu, toplumsal bir olgu olması bakımından da sosyolojik bir alanı ve boyutu vardır. Bu alanlardan ve boyutlardan birincisi hukuk bilimini, ikincisi hukuk felsefesini, üçüncüsü ise hukuk sosyolojisini ilgilendirmektedir. Zira hukuk sosyolojisi, hukuku sosyolojik yönü ve boyutuyla ve hukuk eksenli olarak araştıran bir bilim dalıdır. O nedenle, bu başlık altında, hukuku sosyal bir olgu ve kurum olarak gören, bu olguyu, bu kurumu sosyal hayatın vazgeçilmez alanı şeklinde kabul eden hukuk sosyolojinin görevi, konusu, yöntemi incelenecektir.

Bu çerçevede, öncelikle ve özellikle işaret etmek gerekir ki, hukuk sosyolojisi gerek hukuk, gerekse sosyoloji alanında ve bu konuda yeni ilkeler, yeni kurumlar yaratmaz, sadece mevcut olan ilkelerin ve kurumların gelişimine katkıda bulunur, bu ilkeler ile kurumları düzenler. Bunu yaparken de hem hukukla hem de sosyolojiyle etkileşimde bulunur, işbirliği yapar ve yardımlaşır. Zira hukuk sosyolojisi; hukuku, hukuk sosyolojisinin öznesi olarak, yani hukukun toplumsal bir kurum olarak işleyişi ve diğer toplumsal kurumlarla ilişkisi içinde ele alır ve hukuku kavramsal olarak değil, ampirik olarak ve sosyal gerçekliğin bir boyutu olarak inceler.

Buna göre, hukuk sosyolojisinin konusu, hukukun kural ve norm boyutu değil, hukukun gerçekliği boyutudur. Diğer bir ifadeyle, hukuk felsefesi, hukuk bilimi ve hukuk kurallarıyla, hukukun en yüksek normlarıyla uğraştığı halde, hukuk sosyolojisi, bu kural ve normlar üzerinde etkili olan ve bu kurallar ile normların doğumunu, yaşamasını ve ölümünü konu alan toplumsal etkenlerle uğraşır. (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 256- 1996)

Hukuk bilimi ile sosyoloji bilimi arasındaki bu farklılık, büyük ölçüde hukuk bilimi ile sosyoloji biliminin ve yine hukukçular ile sosyologların hukuk kurumuna ve kavramına farklı bakmaları ile hukuku farklı bir şekilde tanımlamalarından kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda, hukukçu, hukuk nedir sorusuna, “hukuk, hukuk kurallarının toplamıdır” şeklinde cevap verir iken, sosyolog, hukuk idesine uygun olarak, “hukuk, herkese kendisine ait olanı veren düzendir” diyebilir. (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 271- 1996) Zira sosyolojiyi ilgilendiren husus, toplulukların kendisi değil, toplulukların çerçevesi içinde, insanların birbirleriyle olan ilişkileri ve bu ilişkilerin kurulu olduğu düzendir. Esasen hukuk sosyolojisinin, hukukun kural ve normları ile değil, bu norm ve kuralların üzerinde etkili olan ve bu kurallar ile normların doğumunu, yaşamasını ve ölümünü konu alan ve hukuk gerçekliği adı verilen toplumsal etkenlerle uğraşmasının nedeni de budur.

Toplum örgütlenmiş bir yapıdır. Hukuki gerçeklik için önemli olan toplumsal hayatın sadece hukuki örgüt şeklinde düzenlenmiş kısmıdır ve hukuki örgüt dediğimiz yapı da toplum hayatının veya toplumsal hayatın bir ürünü ve gerçeğidir. Buna göre, toplum hayatındaki veya toplumsal hayattaki değişiklikler hukuk düzenini etkilediği gibi, hukuk alanındaki değişiklikler de toplumu ve toplum hayatını etkiler. Örneğin bir devrim sonunda toplumsal hayatın bazı kısımlarında kökten değişiklikler meydana geldiği takdirde, bu kısımlara ilişkin hukuk kuralları uygulama kabiliyetini yitirdiği için uygulanmayacak, hukuk kuralları devrimin ruhuna uygun biçimde yorumlanacak ve o yoruma uygun şekilde uygulanacak, böylece hiçbir kanun maddesinin lafzı değiştirilmeden, hukuk gerçekliğinde köklü değişiklikler yer alacak; geleneğe, eski duruma ve ruha bağlı olan halkın çoğunu yeni duruma alıştırmak ve yeni rejimi güvence altına almak için yeni kanunlar çıkarılacak, bu kanunlara bağlı ve uygun olarak toplumsal hayat ilişkileri de değişmiş olacaktır. (Prof.Dr.Ernest Hirch, “Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri”, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü-Türkiye İş Bankası Vakfı, sayfa 272- 1996) Buna göre, yaşayan hukukla veya hukuk gerçekliği ile toplum hayatı ve toplumsal hayat arasında bir neden-sonuç ilişkisi ve karşılıklı bir etkileşim vardır.

Nitekim akademisyen Dr.Şefik Taylan Akman’ın, İstanbul Hukuk Mecmuası’nda yayınlanan “Hukuksal Ampirizmin Hukuk Disiplini Yöntemi Olarak Ortaya Çıkışı ve Erken Gelişim Dönemi: Petrazycki ve Ehrlich’in Görüşleri” başlıklı makalesinde ifade ettiği üzere, fikir babası Avusturyalı hukukçu ve sosyolog Eugen Ehrlich olan “Yaşayan Hukuk” teorisi, “hukuk teorisiyle uygulamasının toplumsal pratiğe yabancılaşması olarak ortaya çıkmış, buna bağlı olarak hukuksal süreçlerde yer alan aktörlerin toplumsal gerçeklikleri yeteri kadar önemsemeyip hukuksal sorunların çözümünde salt pozitivist kabullerden hareket eden bir metodolojiyi benimsemeleri ve kendilerini sosyal bilimlerin bulgularından – hukukun esasen ayrı ve özel bir konumu, işlevi ve yöntemi olduğu gibi gerekçelerle – izole etmelerinden kaynaklanmıştır.

Akman’a göre, “böylece kendi içinde kapalı, formalist, bâtıni yorum kalıpları ve anlamlandırma süreçleriyle biçimlenmiş bir disiplin olarak hukuk, toplumsal gerçekliklerden uzak ve soyut bir yapıya dönüşmüştür. Hukukun yeniden toplumsallığın gerçekliğiyle işleyişine ilgi duyması ve aynı zamanda toplum ile ilgili olanı araştırmaya yönelen sosyal bilimler disiplinlerini değerlendirmeye başlaması, onlarla ilişkiye geçmesi, ancak hukukun sosyolojik cihette bir olgu olduğunun kabul edilmesiyle gündeme gelebilmiştir. Bu aşamada bilhassa sosyolojinin hukuka ve toplum içinde yaşanan hukuksal süreçlere yönelik artan ilgisi, hukukun kendi yapısal niteliği ve toplumsal fonksiyonunun sorgulanmasına yol açmıştır. Hukukun salt biçimsel bir kurallar ve düzenlemeler yığını olmaktan öte toplumsal ve siyasal düzen işlevi gördüğü anlaşılmıştır. Örneğin hukuk sosyolojisi ancak söz konusu aşamadan sonra kendini hukukun içinde özgün bir araştırma sahası olarak kabul ettirebilmiştir. Keza hukukun formalist ve normatif karakterinin ötesinde toplumsal olan yönüyle de değerlendirilmesi ve yeniden anlamlandırılması gerektiği düşüncesi, hukukun geçmişi düşünüldüğünde geç bir tarihte, hukuk sosyolojisinin gelişmesiyle koşut bir süreçte olgunlaşabilmiştir. Hukukun sosyolojik perspektiften incelenmesini müteakip gerek hukukçuların gerek sosyal bilimcilerin yoğunlaşan ilgileri sonucu, hukuk ile sosyal bilimlerin bulguları arasında bağlantılar oluşturulabilmiş ve hukuka ilişkin, başta sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerde yürütülen araştırmaları da değerlendirmeye yönelen yeni bir metodolojik arayış ilk nüvelerini vermeye başlamıştır.

Nitekim “yaşayan hukuk” kavramının fikir babası Eugen Ehrlich, hukuk sosyolojisini genel olarak bir bilim dalı olarak tanımlar ve hukuk sosyolojisinin görevini bu anlamda bir yönüyle hukukun çevresini, yani devlet ve yargılama süreçlerini incelemektense, asıl olarak hukuksal birliklerde ortaya çıkan yaşayan hukuku incelemek olduğunu ifade eder ve kiliseleri, şirketleri, sınıfları, hatta aileyi bu anlamda bir toplumsal birlik olarak tanımlar. Yine Erlich, bu toplumsal birliklerin kendi içinde resmi hukukun dışında bir hukuk düzenleri olduğunu söyler, bunu da “yaşayan hukuk” kurumunun kavramsallaşmasıyla açıklar.  (Wikipedia).

Erlich’e göre, yaşayan hukuk denilen şey, aslında toplumsal birliklerin içsel düzenini sağlamaya dönük kurallar ve yine hukuksal metinlerde, yani pozitif hukukta tanınmamış ya da yasa koyucu tarafından vaaz edilmemiş olsa da, yaşamın kendisine ve gerçeklerine hâkim olan hukuk düzenidir.

Yine Ehrlich’e göre, hukuk bilimi sadece pratik bilgiden oluşur ve hukuk çalışmalarının bilimsel temelini anlamadan, hakimlik, savcılık, avukatlık gibi hukuk mesleklerini icra etmek mümkün değildir. Dahası Eugen Erlich için, sosyolojik hukuk bilimi, hukuk bilimini karakterize eden durumların üstesinden gelmek konusunda zorunlu bir gerekliliktir. O nedenle, hukukçunun eğitimi, önce hukuk kurallarını, kavramlarını, hukukun temel ilkelerini soyut bir şekilde tanımak ve bu suretle bu kuralları, kavramları ve ilkeleri belirli davalarda uygulamayı ve kullanmayı öğrenmek olmalıdır

BilgiUstam isimli blogda yer verilen bilgilere göre, kısa bir geçmişe sahip olması nedeniyle oldukça genç bir bilim dalı olan Hukuk Sosyolojisinin isim babası, İtalyan hukukçu ve bir süre Daimi Uluslararası Adalet Divanı yargıçlığı da yapan D. Anzilotti’dir. Ancak bu akademik alanın ve disiplinin öncüsü İlk Çağ’da Aristoteles, modern zamanlarda ise Montesquieu’dur.

Nitekim Aristoteles, “Etika” ve “Politika” isimli eserlerinde, hukuk sosyolojisinin en önemli konularına değinmiş, bu bağlamda İlk Çağ’da hukuku yaratan olgunun toplumsal ilişkiler olduğunu ifade etmiş, dolayısıyla hukuk kurumu ile sosyoloji arasında bir bağ ve bağlantı kurmuştur.  

Yine aklın ışığı altında toplum düzenini ve sorunlarını yer ve zaman bağlamında inceleyen Montesquieu, insanın karakteri ile kişiliğinin ve toplumların şekillenmesinde, iklim gibi doğal etkenlerin ve yanı sıra din, örf-adet, ahlak ve yönetim biçimi gibi toplumsal unsurların arasına kanunları da dahil etmek suretiyle toplumsal düzenin sağlanmasında, kanunların tek başına etkili olmadığını ifade etmiştir. Ona göre, toplumun ve toplumsal hayatın düzenlenmesinde yasa koyucuların rolü olmakla birlikte, bu rol sınırsız değildir, zira yasa koyucu yaşadığı çevrenin ve içinde bulunduğu toplumun zaptı altındadır ve dolayısıyla yasaların yapılmasında ve yürürlüğe konulmasında çevresel etkenleri ve toplumun ihtiyaçlarını dikkate almak zorundadır.

Bu iki düşünürün dışında ve Orta Çağ’da, büyük İslam düşünürü, tarihçisi, yazarı olan ve sosyoloji ile iktisat biliminin öncüsü olarak kabul edilen İbn-i Haldun’un da, hukuk sosyolojisine çok büyük hizmetleri olmuştur. Bu bağlamda, İbn-i Haldun, “Kitâbu’l-İber” isimli dev eserinin giriş bölümü olan “Mukaddeme”de, sözünü ettiği “Ümran” kavramı ile bir taraftan bilimsel tarihçiliğin ilkelerini açıklamış, diğer taraftan sosyolojinin temellerini atmıştır. İbn-i Haldun’a göre Ümran, “İnsanların ve ferdin dünyanın insan yaşanabilecek yerlerinde bir araya toplanarak yaşamaları ve yeryüzünü imar etmeleri” demektir ve bu kavram bugünkü sosyolojik anlayışa göre, toplum haline gelmek ve toplum hayatını sürdürmektir.

*Vedat Ahsen Coşar – Hukuk Sosyolojisi – Yetkin Yayınları/2023