ANILARIMDAN BİR SAYFA – ‘Lübnan’a Yapılan Saldırılar-Filistin Sorununun Uluslararası Hukuk ve İnsan Haklarına Olan Etkileri ile Dünya Barışına Olan Etkisi Yönünden Hukukçuların Konuya Bakış Açıları’ Konulu Etkinlik –
İsrail, Lübnan’da yerleşmiş Hizbullah Örgütü’nün iki İsrail askerini kaçırması, bunlardan sekizini öldürmesi sonrasında, 12 Temmuz 2006 tarihinde Lübnan’a havadan ve karadan saldırmış, Lübnan limanlarını denizden ablukaya almıştı.
İsrail’in bu saldırısı üzerine Ankara Barosu olarak yayımladığımız 19 Temmuz 2006 tarihli bildiriyle İsrail’in bu saldırısına karşı çıkarak şunları ifade ettik; ‘Uluslararası ilişkilerde ve uluslararası hukukta asıl olan, devletlerin egemenliği, devletlerin egemenlik hakkına saygı, ulusların kardeşliği, küresel düzeyde barışın sağlanması, her koşulda barışın korunması ve kesintisiz olarak sürdürülmesidir. Bütün bu nedenlerle, başta ABD olmak üzere, onun himayesindeki İsrail’in, diğer devletlere yönelik saldırıları, uluslararası hukukun temel ilkelerine aykırı olduğu kadar, barışın küresel düzeyde sağlanması, korunması ve sürdürülmesi yönündeki gereksinimlere ve taleplere de aykırıdır. ABD’nin, insani müdahale adı altında, Irak’ta başlattığı ve uzunca bir süre sürdürdüğü, ahlaken ve hukuken kabul edilebilir hiçbir nedene dayanmayan haksız ve adaletsiz işgaline, İsrail’in, Filistin’de yaşanan hukuk dışı kaçırma olayını bahane ederek Lübnan’a yönelttiği orantısız güç kullanımına ve uyguladığı şiddete, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, İslam âleminin ve dünyanın diğer ülkelerinin sessiz kalması, vicdanları rahatsız eden ve utanılması gereken bir insanlık ayıbıdır. Kendi Anayasasının önsözünde, “Daha mükemmel bir birlik, adalet, iç barış, ortak savunma, genel refah, kendimiz ve gelecek kuşaklar için özgürlüğün nimetlerini sunmak, mutluluğu aramak” gibi temel siyasi değerlere ve erdemlere yollamada bulunan, ama bu siyasi değerleri ve erdemleri, kendi çıkarları için geçmişte Vietnam, Guatemala, Dominik Cumhuriyeti, devrim sonrası Nikaragua, Grenada halklarına, şimdilerde ise Irak halkına çok gören, insani müdahale adı altında Irak’ta, adaleti ve ahlakı kaba güce feda eden ABD’ni: Filistin’de ve Lübnan’da şiddet uygulamak suretiyle masum sivillerin ölümüne neden olan İsrail’i şiddetle kınar, her iki ülkeyi de, insan haklarına, barışa ve diğer ülkelerin egemenlik haklarına saygılı olmaya davet ederiz.’
İsrail’in Lübnan’a saldırısı sonrasında bu bildiriyi yayınlamış olmakla birlikte, dönemin Ankara Barosu Başkanı olarak ben, bunun yeterli olmadığı, daha farklı ve etkili bir tepki ortaya konulması gerektiği düşüncesindeydim.
Bu düşüncemi Beyrut’ta avukatlık yapan, Arap olması nedeniyle Araplara, Hıristiyan/Marunî olması nedeniyle de Batıya yakın ve ayrıca kişisel olarak benim de dostum olan rahmetli Sami Akl ile Sofya’da katıldığımız BCBA/Karadeniz Ülkeleri Barolar Birliği toplantısı sırasında paylaştım ve Sami Akl ile Ankara’da bir konferans düzenlemeyi planladık.
Konuyu o tarihlerde Türkiye Barolar Birliği Başkanı olan ve bizimle birlikte BCBA/Karadeniz Ülkeleri Barolar Birliği toplantısı için Sofya’da bulunan rahmetli Özdemir Özok ile de paylaştık. Özdemir Özok konuya çok sıcak yaklaştı, her türlü desteği vereceğini söyledi. Ve hatta 03 Temmuz 2006 tarihinde yapılacak olan Ankara Barosu önseçimini benim kaybetmem halinde etkinliğin akıbeti hakkında endişesini ifade eden Sami Akl’a, ‘hiç endişe etme, Ahsen bu seçimi kazanır, kazanırsa Ankara Barosu’yla birlikte yaparız, kazanamaz ise konferansı Barolar Birliği olarak biz düzenleriz’ dedi.
Önseçimi ve arkasından yapılan Genel Kurul’daki seçimi ben kazandım. Rahmetli Özok sözünü tuttu ve başlığını Sami Akl ile birlikte ‘Lübnan’a Yapılan Saldırılar-Filistin Sorununun Uluslararası Hukuk ve İnsan Haklarına Olan Etkileri İle Dünya Barışına Olan Etkisi Yönünden Hukukçuların Konuya Bakış Açıları’ olarak koyduğumuz konferans, Arap Avukatlar Birliği’nin de katımıyla 17-18 Kasım 2006 tarihinde Ankara’da yapıldı.
Türkiye Barolar Birliği ile ortaklaşa yaptığımız bu etkinliğin açılış konuşmalarını, o tarihte Adalet Bakanı Müsteşarı olan Fahri Kasırga, dönemin Türkiye Barolar Birliği Başkanı olan rahmetli Özdemir Özok, Union International Advocate/Uluslararası Avukatlar Birliği (UIA) Orta Doğu Bölge Temsilcisi olan rahmetli Sami Akl ve o tarihte Ankara Barosu Başkanı olan ben yaptım.
Etkinliğe dönemin Arap Avukatlar Birliği Genel Sekreter Yardımcısı, Suriye Barosu Başkanı ve Başkan Yardımcısı, Libya Barosu Başkanı, Tunus Barosu Başkanı, Filistin Barosu temsilcisi, Tripoli Barosu temsilcisi, gazeteci Cengiz Çandar, Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Mahmut Mutman, o tarihlerde Türkiye Barolar Birliği Genel Sekreteri olan Güneş Gürseler’in kızı Ceren Gürseler konuşmacı olarak katıldılar.
O tarihlerde Türkiye Barolar Birliği Başkanı olan rahmetli Özdemir Özok, yaptığı açış konuşmasında şunları söyledi:
“Sayın Konuklar,
Arap Barolar Birliği ve Arap ülkeleri baro başkan ve temsilcilerinin katılımı ve Türkiye Barolar Birliği, Ankara Barosu birlikteliğiyle gerçekleştirilen ‘Lübnan’a Yapılan Saldırılar-Filistin Konusu Sorununun Uluslararası Hukuk ve İnsan Haklarına Olan Etkileri ile Dünya Barışına Olan Etkisi Yönünden Hukukçuların Konuya Bakış Açıları’ konulu sempozyuma hoş geldiniz.
UlA (Uluslararası Avukatlar Birliği) Orta Doğu Bölge temsilcisi Sayın Sami Akl ve Ankara Barosu Başkanı Sayın Ahsen Coşar’dan bulunduğumuz coğrafyada yaşananların bölge ülkeleri hukukçuları tarafından bir sempozyumda tartışılması önerisi geldiğinde, farklı hukuk sistemlerinin uygulandığı, farklı kültürlerin yaşandığı ülke hukukçularının tartıştırılması, doğrusu bana önce pek sıcak gelmedi. Ancak bir an düşündükten sonra uzun yıllardan bu yana, huzura, istikrara, barış ve güvenliğe özlem çeken bölge hukukçularının, sempozyumun ortak değeri olan ‘hukuk’ bağlamında çok şeyler söyleyebileceğine olan inancımla, konuyu Türkiye Barolar Birliği kurullarında tartışarak sempozyumu Ankara Barosu ile ortaklaşa gerçekleştirmeye karar verdik.
Hemen şunu da vurgulamak istiyorum. Etkinliği düzenleyen Türkiye Barolar Birliği ve Ankara Barosu olarak politika dışı, objektif bir yaklaşımla, İsrail dahil tüm bölge ülkeleri hukukçularını çağırmak istediğimizde büyük bir dirençle karşılaştık. Bu nedenle sadece Arap ülkeleri hukukçularını çağırmak durumunda kaldık. Halbuki biz hukukçular, yerel politik baskılardan uzaklaştığımız sürece ulusal üstü ve evrensel hukuku yakalayabiliriz.
Sayın Konuklar,
6 Ocak 1941 günü ABD Devlet Başkanı Franklin Roosevelt Kongre’de yaptığı tarihi konuşmasında dört özgürlüğe vurgu yaptı. ‘… Tehlikelerden korunmaya çaba harcadığımız önümüzdeki günler için dört temel insan özgürlüğü üzerine kurulu bir dünya bulacağımızı umut ediyoruz…” dedikten sonra, devamla “birincisi dünyanın her yerinde konuşma ve ifade özgürlüğü, ikincisi dünyanın her yerinde, her kişinin Tanrı’sına kendi istediği biçimde tapınma özgürlüğü, üçüncüsü dünyanın her yerinde yoksulluktan kurtulma özgürlüğü, dördüncüsü dünyanın herhangi bir yerinde korkudan kurtulma özgürlüğüdür…’ dedi.
Özellikle bu sonuncu özgürlük, hiçbir ulusun herhangi bir komşusuna ya da başka ulusa karşı fiziksel saldırı eylemi gerçekleştirmek durumunda olamayacağı bir noktaya ve davranış aşamasına gelene dek sürecek, dünya çapında etkin bir silahsızlanmanın sağlanmasını amaçlıyordu.
Bugün dahi büyük önem taşıyan bu konuşmanın etkisiyle. 26 Haziran 1945 günü Birleşmiş Milletler Antlaşması ile uluslararası bir örgüt kurulmuştur. Sözleşmenin giriş bölümünde bu örgütün hedefleri şu sözlerle ifade edilmektedir.
‘…Biz Bırleşmiş Milletler Halkları, Bir insan yaşamında iki kez insanlığa eşi görülmedik acılar yaşatan savaş felaketinden gelecek kuşakları korumaya ve temel insan haklarına, insan kişiliğinin onur ve değerine, erkeklerle kadınların ve büyük uluslarla küçük ulusların hak eşitliğine olan inancımızı yinelemeye, Adaletin korunması ve anlaşmalardan ve uluslararası hukukun öteki kaynaklarından doğan yükümlülüklere saygı gösterilmesi için gerekli koşulları oluşturmaya, Daha geniş bir özgürlük içinde toplumsal ilerlemeyi ve daha iyi bir yaşam düzeyi sağlamaya, VE BU AMAÇLARLA; Hoşgörülü olmaya ve iyi komşuluk ilişkileri içinde birbirimizle barış içinde birlikte yaşamaya ve Uluslararası barış ve güvenliği korumak için gücümüzü birleştirmeye, Ortak çıkarlar dışında, silahlı güç kullanılmamasını sağlayacak ilkeleri benimsemeye ve yöntemler geliştirmeye, Tüm halkların ekonomik ve toplumsal gelişmesini hızlandırmak üzere uluslararası yollara başvurmaya, KARARLI OLARAK, BU AMAÇLARI GERÇEKLEŞTİRMEK ÜZERE ÇABALARIMIZI BİRLEŞTİRMEK SONUCUNA VARDIK…’
Bu duygu ve düşüncelerle Birleşmiş Milletler Antlaşması’na imza koyan o saygın insanlar, eğer bugün dünyada ve bölgemizde yaşanan olumsuzlukları görebilselerdi, yaptıkları güzel ve iyi niyetli girişimler adına utanç duyar, kıyıma uğrayan aç ve sefil insanlardan özür dilerlerdi.
Franklin Roosevelt’in 6 Ocak1941 günlü tarihi söylevinden yıllar sonra 13 Mart 1996 günü Mısır Şarm El Şeyh’de başta Arap dünyası olmak üzere İsrail ve Avrupa’dan 29 hükümet ve devlet başkanının bulunduğu ‘Barış Galip Gelecek’ konulu zirve toplantısında söz alan Başkan Bill Clinton uzun ve anlamlı konuşmasında; ‘… Filistin halkının çok zor başardığı, çok zor elde ettiği değerler doğrudan tehdit altında bulunmaktadır. Terör tacirleri onların geleceklerini satın almaya, umutlarını yok etmeye uğraşmaktadır. Çocuklar için daha iyi bir yaşam isteyen, arayan Arap ana ve babalar barış düşmanlarının onları da hedef aldığını anlamıştır…’ demiş ve sonra şöyle devam etmiştir. ‘…Birlikte hareket etme kararlılığımızı üç alana yönlendirmeliyiz: öncelikle teröre başvuranları lanetlerken açık ve net olmalıyız. Çünkü Orta Doğu için aradığımız gelecekte şiddetin yeri yoktur. Yapıcı bir barış için arayışımızı artırmalıyız. Barış çemberi tanımlanana kadar barışı zorlamalıyız. Burada yaşayan insanların günlük hayatlarına barışın yararlarını getirmek için gayret etmeliyiz, zira insanlar umutlarını ve barışı yitirirlerse teröristler başarı elde etmiş olurlar. Bu ise zaferlerin en zalimidir ve biz buna asla olanak vermemeliyiz… Ayrı topraklardan ve ayrı geleneklerden gelsek de bugün barış dilini konuşuyoruz. Orta Doğu bölgesinde arzu ettiğimiz ve aradığımız gelecekte şiddetin yeri yoktur. Hepimiz biliyoruz ki yüzde yüz başarıyı garanti edemeyiz, ancak hepimiz diğerinden yüzde yüz gayret göstermesini talep etmeliyiz. Barış için giriştiğimiz savaşı kazanacağız…’
Değerli Konuklar,
Peki, ne oldu da, yaşadığımız coğrafyada akıl ve barış söylemleri dışlandı ve kan gövdeyi götürür oldu? Bu sorunun yanıtı, 11 Eylül 2001 günü ABD’nin prestiji olan ikiz kulelere yapılan saldırı ve bu saldırı sonunda yaşananlar karşısında dillendirilen ‘hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ sözlerinde ifadesini bulan şok, nefret, korku ve kin duygularında yatmaktadır. Aslında bu sorunun başka bir yanıtını, Berlin duvarının yıkıldığı 1989 yılına kadar götürmek ve iki kutuplu soğuk savaş dönemini sonlandıran Sovyetlerin dağılmasıyla oluşan tek kutuplu dünya düzenine ve onun getirdiği sonuçlara bağlamak da mümkündür. ABD, topsuz, tüfeksiz, bombasız kazandığı hakimiyet sonucunda dünyanın tek süper gücü olduğuna güvenerek müthiş bir büyüklük duygusuna ve yenilmezlik gururuna saplanmıştır. Bunun sonucu ‘tarih bitti, tarihi biz bitirdik, askeri gücü olan dilediği gibi tarihi bitirir ve başlatır’ söylemleriyle, yenidünya düzeni ve globalleşmenin liderliğine soyunan ABD, yarı tanrısal, yarı emperyal bir karaktere bürünmekte gecikmedi. İşte tüm olanlar bu anlayış ve yaklaşım sonunda oldu ve kovboy asıllı eski Teksas Valisi George W. Bush yönetimindeki ABD uygarlıklar beşiği Mezopotamya’yı cehenneme döndürdü. Oysa yukarda kısaca atıfta bulunduğum, 6 Ocak 1941 yılında Franklin Roosevelt’in söyleminden yıllar sonra, Bill Clinton’un 13 Mart 1996 günü dillendirdiği barış söylemleri bölgemizin yanı sıra tüm dünyada barış, huzur ve güvenlik için umut olmuştu.
Tüm bunların sonucu olarak şu değerlendirmeyi yapmak mümkündür. Geçmişten günümüze uluslararası hukuk çerçevesinde yerel ve evrensel çatışma ve savaşlara karışan ABD, insan haklarını ve hukuku öne çıkardığı sürece kabul görmüş, ama son yıllarda Orta Doğu’da uyguladığı ve insan hakları ile uluslar üstü hukuku dışladığı sürece çok ciddi yanlışlar yapmış, dünya kamu oyunda prestij yitirmiştir. Bu günkü manzara kabaca, ‘dünyanın en büyük gücünü elinde bulunduran ABD’siz olmuyor’ şeklindedir. Ama hukuka ve insan haklarına saygılı olmayan bir ABD yönetimi, hem iç, hem de uluslararası politika ve ilişkilerde inandırıcılığını kaybetmektedir. Nitekim geçtiğimiz günlerde Kongre ara seçimlerinde muhalefetteki demokratlar, Irak ve Orta Doğu politikalarının mimari olan Bush ve onun temsil ettiği Cumhuriyetçilerin 12 yıllık hakimiyetini yıkmışlardır. Kendi ülkesi yanında tüm dünyanın huzuru ve barışı için duyarlılık gösteren ABD halkını kutlamak gerek. Yine ABD Barolar Birliği, Orta Doğu ve Irak politikalarından sorumlu olan kimi ABD üst yöneticileri hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. Tüm bu gelişmeleri yansız bir biçimde gözlemlediğimizde karşımıza sözde değil, özde, başka bir anlatımla, sadece söylemlerde ve yazılı metinlerde tekrarlamak değil, tüm ulusların büyük bedellerle yarattığı ‘insan hakları ve uluslararası hukuku’ koşulsuz ve ön yargısız tanımak gerekmektedir. Önde gelen dinlerin ve inanışların doğması nedeniyle kutsal topraklar ile çağımız enerji ve sanayi sektörünün temel taşını oluşturan petrol yataklarını sınırları içinde bulunduran Orta Doğu, geçmişten, günümüze her dönemde uluslararası siyasetin ve ekonominin ilgi odağı olmuştur. Bunun sonucu bölge ülkeleri çoğu kez dış kaynaklı müdahalelerle karşı karşıya kalmaktadır. Özellikle İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte bu müdahaleler daha da artmıştır. Çünkü uzun yıllar, dünyanın dört bir yanına yayılmış Yahudi topluluğu, bu ırkın girişimci özelliği gereği, bulundukları ülkelerde önemli lobiler oluşturmuşlardır. Bunun doğal sonucu olarak uluslararası kuruluşlarda ve ilişkilerde çok etkin bir konuma gelmişlerdir. Zaman zaman bu güç ve etkinliklerini haksız ve yanlış kullanmaktadırlar. Oysa dünyanın en çok horlanan, dışlanan, soykırıma uğrayan halkının, bu gün geldiği noktada, insan haklarına daha çok saygılı olması, bölge barışını koruması, hukuk dışı davranışlardan özenle kaçınması gerekirdi. Bölge topraklarına ismini veren kadim Arap uluslarının hemen hemen çoğunda dini kuralların egemen olduğu, şer’i hukuk düzeni geçerlidir. Tanrı buyruğuna dayanan bu hukuk düzeni ile insan aklının ürünü olan laik hukuk arasında çok ciddi farklılıklar bulunmaktadır. Bu fark ve çelişki ulusal ve uluslararası ilişkilerde çeşitli sorunların yaşanmasına neden olmaktadır. Bu hukuk farklılığı yanında, radikal İslam yanlılarının cihat adına sergilediği terör olayları dünya kamuoyunun bölgeye duyarlılığını artırmaktadır. Dileğimiz hep beraber yaşamak durumunda ve zorunda olduğumuz bu coğrafyada aklın rehber, hukukun egemen olmasıdır.
Sayın Konuklar,
Bölgede uzun yıllar güç, söz ve toprak sahibi olan Türkiye ile ilgili birkaç saptama yapmak istiyorum. Ülkemizde 1839 yılında başlayan ve büyük önder Atatürk ile doruk noktasına varan çağdaşlaşma yolculuğunda, hukuk devleti, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan anayasal ve siyasal aşamalar, kimi sorunlarımıza karşın, önemli bir birikimi ve deneyimi beraberinde getirmiş, bunun sonucu olarak ülkemiz bölgenin barış ve istikrarı yakalayan devletlerinden biri olmuştur. Sözlerimi büyük Atatürk’ün ‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’ özdeyişine uygun bir Orta Doğu’da buluşmak umudu ve toplantının bölge barışma katkı sunması dileğiyle bitiriyor, hepinize saygılarımı sunuyorum.”
Özdemir Özok’tan sonra kürsüye gelen Uluslararası Avukatlar Birliği (UIA) Orta Doğu Bölge Temsilcisi rahmetli Sami Akl yaptığı açış konuşmasında şunları söyledi:
“… Sayın Özdemir Özok’a ve Vedat Ahsen Coşar’a bu güzel girişimleri nedeniyle ve Arap Avukatlar Birliğini, ‘Lübnan’a Saldırı, Filistin Sorunu ve Bunların İnsan Hakları ve Uluslararası Hukuk Üzerindeki Etkisi ile Avukatların Barış Perspektifinden Rolü’ konulu sempozyuma davet ettikleri için teşekkür etmek istiyorum.
Sayın Coşar, bölgemizdeki insan hakları konularında aldığınız inisiyatif ve gösterdiğiniz yüreklilikle beni derinden etkiliyorsunuz. Arap dünyasının Baro Başkanları ve Türk meslektaşlarımızla yapılan bu toplantı, bu topraklardaki problemleri daha iyi kavramamız için bölge halklarına kalıcı bir barışa yönelik bir adım, avukatlar olarak bizlerin başarılı olması için elimizden gelen tüm gayreti göstereceğimiz bir adamdır.
Ankara’da, İstanbul’ da, BCBA toplantılarında birçok vesile ile Türkiye’nin, bölgedeki tüm ülkelerle arasındaki önemli tarihsel ilişkisi nedeniyle Orta Doğu barışında önde gelen bir rol oynayabileceğini belirtmiştim. Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları’nın İsrail ve Filistin Yönetimindeki ortak barış misyonunu bu bakımdan değerlendiriyoruz. Ayrıca 16 Temmuz 2002 tarihinde Sayın Sadık Erdoğan’ın Başkanlığı döneminde Ankara Barosu tarafından Antalya’da düzenlenen ‘Doğu Akdeniz’de Barışın Anlamı’ konulu toplantıda Adalet Bakanı Sayın Prof. Dr. Hikmet Sami Türk konuşmasında şunları söylemişti: ‘Şimdi İsrail’de her gün insanlar öldürülüyor. Filistinlilerin bağımsız varlıklarını kabul etmek istemiyorlar, oysa ki İsrail’deki ve bölgenin hassas kısımlarındaki tüm halkların hakları tanınmalıdır. Filistin halkının bağımsız varlığı tanınmalıdır. Geçmişte Yahudiler adaletsiz muamelelere maruz kalmışlardı, şimdi de İsrail diğer topluluklara karşı benzer muamelede bulunmamalıdır. Ortak arzumuz İsrail, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerde barışın gerçekleştirilmesidir… Ne yazık ki Lübnan’da kavga ve savaş sona ermedi. İsrail yakın zamanlarda, yani bir ay önce 12 Temmuz 2006’da Lübnan’a saldırmış ve köprüleri bombalamak yoluyla kara ulaşımını engelleyerek, sivillere karşı yasak silahlar kullanarak ve denizden ve havadan abluka altına alarak masum insanları öldürmüş, birçok köyü harap etmiş ve güneyde bir milyondan fazla kişiyi evinden etmiştir. Bu büyük saldırı insan Haklarına ve Uluslararası Hukuka aykırıdır ve meydana gelen tahribatın ölçüsü, sivillerin çektiği acı ve ölümler için hiçbir kabul edilebilir gerekçe yoktur. Askeri operasyonların bitiminden önceki günlerde İsrailler operasyonun biteceğini bildikleri halde Güney Lübnan’a 1.200.000 adet misket bombası atılmıştır. Bu zamana kadar bu mühimmattan dolayı her gün ölümler meydana gelmektedir ve askeri uzmanlara göre bunların tamamen temizlenmeleri için 10 yıl geçmesi gerekmektedir.
Son altmış yılda kötü savaş gördük: bazı insanlar için görünen o ki, İsrail’de söz konusu olan ordusu olan bir ulus değil ulusu olan bir ordudur. Diğerleri için ise İsrail’in ördüğü duvar, ki bu duvar eninde sonunda yıkılacaktır, İsrail halkını gerçek bir gettoya sokmaktadır. Bölgedeki hiç kimse, özellikle de Arap avukatlar, böyle bir yazgı istemez. Bu karmaşık durum yakın gelecek için herhangi bir ümit bırakmamaktadır. Dolayısıyla bugün burada yalnızca İsrail’in ‘saldırılan’ ve bu saldırıların Lübnan, Filistin ve tüm bölge üzerindeki etkisi üzerinde odaklanmak için değil, nihai, adil ve de kalıcı bir Barışın elçileri olarak birlikte çalışmak için toplanmış bulunuyoruz.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.”
Bu konuşmalar sonrasında, dönemin Ankara Barosu Başkanı olarak yaptığım konuşmada, ben de şunları söyledim:
“… Öncelikle herkese hoş geldiniz diyor, konferansa yaptıkları katkılarından dolayı tüm katılımcılara, Barom adına, kendi adıma teşekkür ediyor, en iyi dileklerini sunuyorum.
Konuşmamı sunmazdan önce, bizleri bir araya getiren ve burada toplanmamızda büyük katkısı olan değerli meslektaşım Sayın Sami Akl’a teşekkür ediyorum. Çünkü bu konferansın yapılmasında herkesten daha fazla katkısı olan Sami Akl’dır. O nedenle, en çok teşekkür etmememiz gereken kişi O’dur. Teşekkürler Sayın Sami AkI. Sadece Sayın Sami Akl’a değil, katkılarından dolayı Arap Avukatlar Birliği ile Arap Barolarına da teşekkür ediyoruz. Onların bugün burada bizlerle birlikte olmalarından dolayı gerçekten mutluyuz ve onur duyuyoruz. Katkılarından ve bugün burada bizlerle birlikte olmalarından dolayı kendilerine Yönetim Kurulum adına, kendi adıma teşekkür ediyorum.
Bu vesile ile ifade etmek isterim ki, Ankara Barosu, sadece üyesi olan avukatların ortak gereksinimlerini karşılamak, genel menfaatlere uygun olarak avukatlık mesleğinin gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleriyle ve halkla olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni egemen kılmak üzere meslek disiplinini ve ahlakını korumak amacıyla yasayla kurulmuş bir kamu kuruluşu değildir.
Ankara Barosu, aynı zamanda, toplumun avukatı, demokrasinin ve barışın içten savunucusu, hukukun herkesi eşit olarak korumasının, insan haklarının, hukukun üstünlüğünün de koruyucusudur. Bu bağlamda, ‘Yurtta barış, dünyada barış’ ilkesine inanmak, bu amaçla başkalarının hak ve özgürlüklerine mutlak saygı üzerine kurulu barış dolu bir yaşamı, karşılıklı sevgiyi ve dostluğu talep ve arzu etmek Ankara Barosu’nun temel ilkesidir.
İnsan hakları ihlallerine, hem yurdumuzda ve hem de dünyada meydana gelen haksız ve gayri adil her türlü saldırıya tanıklık etmek Ankara Barosu olarak, avukat olarak bizim görevimizdir. 0 nedenle, bu toplantının yararlı sonuçları olacağına, hem ülkelerimiz arasındaki dostluğa ve hem de dünya barışına katkı yapacağına Ankara Barosu olarak inanıyor ve bunu umut ediyoruz.
Barışa katkılarının sağlanabilmesi için, bu konferansın İsrail Barosunun da katılımı ile yapılması kuşkusuz daha uygun olurdu. Ne yazık ki, henüz yaşanan acıların taze, hissedilen öfkenin sıcak oluşu buna izin vermedi. Bununla birlikte, gelecekte bunu da başaracağımızı umut ediyorum.
‘İnsanlar sınırlardan daha önemlidir’ diyor Vaclev Havel. Doğru da söylüyor. Zira insanlar, insanların hakları, gerçekten her şeyden daha önemli ve değerlidir. Esasen hukuk ve yargı, insanların haklarını güvence altına almak için icat ve tesis edilmiştir. Hukuk anlayışımızın büyük bir kısmı liberal kuramdan türemiştir. Bu kuram, büyük ölçüde toplum sözleşmesi kuramından yararlanmak suretiyle hukuku, medeni ve düzenli bir var oluşun temel güvencesi olarak kabul eder. Devletin ve hukuk sisteminin var olmadığı ‘tabiat halinde’, kimi insanlar ya başka insanlara zarar vermekte ya da diğer insanları tehdit etmektedir. 0 nedenle, hukukun işlevi, toplumdaki her insanı, toplumdaki kötü niyetli ve karakterli diğer insanlardan korumak ve böylelikle insanların hak ve özgürlüklerine tecavüz edilmesinin önüne geçmektir.
Bu korumanın, toplumu ve toplumun her bir üyesini kapsaması için, hukukun tarafsız bir niteliğe sahip olması gerekir. Esasen hukuk siyasetin üzerindedir ve devletin bireye, zenginlerin fakirlere, erkeklerin kadınlara, beyazların siyahlara üstün tutulmasını önlemek için, hukukla siyaset arasında katı bir ayrılığın ve ayrımın yapılması zorunludur.
Özgürlük, hukuk, adalet, barış ve demokrasi kuşkusuz herkes için son derece önemlidir, ancak bu değerler avukatlar için çok daha önemlidir. Onun için biz avukatlar, demokrasiye, barışa, hukuk devletine, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına saygı duyulmasına çok daha sıkı biçimde bağlıyız. Bugün burada bir araya gelmemizin, burada olmamızın nedeni de budur.
Bize göre, günümüzün en büyük sorunu ve zorluğu, hukuku ve demokrasiyi egemen ve üstün kılmak, hem bölgemizde, hem de tüm dünya ölçeğinde barışı ve güvenliği sağlamaktır. Bu sorunu ve zorluğu aşabilme konusunda, biz avukatların üzerine düşen sorumluluk ve görevler, diğer mesleklere göre çok daha fazladır. İlkesel olarak, insan haklarına ilişkin sorunun ve zorluğun çok önemli oluşu, zamanımızın iki temel değeri olan demokrasi ve barışla olan yakın bağlantısından kaynaklanmaktadır. Öyle ki, insan haklarının tanınması ve korunması, demokratik anayasaların inşa edilmesinin temeli olduğu kadar, her bir devlette ve uluslararası sistem içinde, insan haklarının etkili bir biçimde korunmasının önkoşulu da barışı sağlamaktır.
Yakın geçmişte yeniden tecrübe ettiğimiz üzere, eski bir özdeyiş olan ‘silahlar konuştuğunda, yasalar susar’ sözü, bugün hala doğruluğunu korumaktadır. O nedenle, sürekli barış idealinin, sadece uluslararası sistemin giderek demokratikleşmesiyle sağlanabileceğine, bugün her zamankinden daha çok ikna olmuş durumdayız. Yine, demokratikleşme yönündeki bu gelişmenin, insan haklarının devlet düzeyinde korunmasından daha çok, ulusal üstü düzeyde çok daha etkili biçimde korunmasına katkı yapacağına da inanıyoruz. Bu tarihsel hareket için gerekli olan üç unsurdan birisi insan hakları, diğeri demokrasi ve üçüncüsü de barıştır.
Bu bağlamda, insan haklarını tanımadan ve bu hakları etkili bir şekilde korumadan demokrasi olamayacağı gibi, demokrasi olmadan, devlet diye isimlendirdiğimiz geleneksel olarak birbirleri üzerinde çok daha fazla etkili olan büyük toplulukların veya bireylerin ya da grupların birbirleriyle olan çatışmalarının barışçıl yoldan çözülebilmesinin asgari koşullarının oluşturulamayacağı da aşikardır. Zira demokrasi bir yurttaşlar topluluğudur ve tebaa, temel insan haklarına sahip kılındığı zaman yurttaş statüsünü kazanır. O nedenle, kalıcı bir barış, alternatifi savaş olmayan bir barış, ancak insanların, şu ya da bu devletin yurttaşı değil, dünya yurttaşı oldukları zaman olacaktır.
Bu genel değerlendirme ve açıklamalardan sonra, gerek bu etkinliğimizin konusu, gerekse Irak, Filistin ve Lübnan sorunu hakkında şunları söylememiz gerekir.
Saddam Hüseyin ve işbirlikçileri 35 yılı aşkın bir süre, tüm ülke düzeyinde, yaygın biçimde işkence, yasadışı idamlar, keyfi tutuklamalar, gözaltılar ve kayıplar üzerine kurulu, itaati ve suskunluğu zorunlu kılan karmaşık ve patronaj yapıda bir devlet inşa etmişlerdir. Amerikan Hükümeti, Saddam’ın bu patronaj yönetimine son vermek iddiasıyla Irak’ı işgal etmiş olup, 2003 yılından bu yana, demokratik bir devlet oluşturmak için çalışmakta, Irak sivil toplumuna ve karar organlarına geniş olanaklar sağlamakta ve siyasal yönden tavsiyelerde bulunmaktadır. Ne var ki, Amerikalılar, demokrasinin, ancak toplum tarafından ihtiyaç duyulduğunda veya talep edildiğinde tesis edilebileceğini ve kurumsallaşacağını, ithal ya da ihraç edilemeyeceğini bilmedikleri için bu konuda başarılı olamamaktadırlar ve olamayacaklardır da.
Irak’ın işgali, hukuka aykırı ve adil olmayan bir eylemdir. Bu askeri operasyonun sonucu gerçekten trajiktir. Bugün Irak, Saddam’ın zamanından çok daha kötü bir durumdadır. Öyle ki, bugün Irak’ta ölenlerin, yaralananların, mağdur olanların, kayıpların, işkencelerin ve insan hakları ihlallerinin sayısını tam olarak bilmiyoruz.
Şimdi yeri gelmiş iken, Amerikan Hükümeti’ne kendi Bağımsızlık Bildirisi’nin şu bölümlerini anımsatmak isteriz; ‘İnsani olayların akışı içinde, bir halk, kendisini bir başka halka bağlayan siyasi bağları koparmak ve doğa yasalarının ve Tanrı’nın, ona yeryüzü iktidarları içinde bağışladığı eşit ve bağımsız yeri almak gereksinimini duyduğu zaman, o halk, insanlığın görüşlerine olan saygısı gereği kendisini ayrılmaya zorlayan nedenleri açıklamak zorundadır. Biz şu gerçeklerin bizim için aşikar olduğunu biliyoruz: tüm insanlar eşit yaratılmışlardır, Yaradanları tarafından bağışlanmış vazgeçilmez haklara sahiptirler, Yaşam, Özgürlük ve Mutluluğu Arama hakları bunların arasındadır. Bu hakları güvence altına almak amacıyla, insanlar kendi yönetimlerini kendileri kurarlar ve bu yönetimler, iktidarlarının haklılığını yönetilenlerinin rızasından alırlar: Herhangi bir yönetim biçimi, bu hedefleri gerçekleştirmede yıkıcı olmaya başladığında, bu yönetimi değiştirmek veya ortadan kaldırmak, güvenliklerini ve mutluklarını sağlayacağına en çok inandıkları ilkeler ve yetkiler üzerine inşa edilmiş yeni bir yönetim kurmak halkın hakkıdır.’
Herkes, ama özellikle Amerikalı politikacılar şunu iyi bilmelidirler ki; ‘yaşam, özgürlük ve mutluluğu arama hakları ‘ sadece Amerikalıların değil, Irak, Filistin ve Lübnan halklarının da hakkıdır.
Bu noktada akla hemen Yahudi halkının Kutsal Kitabı’ndaki ‘On Emir’ gelmektedir; Bu emirlerden bir tanesi, özelde Yahudi halkına, genelde tüm insanlara ‘öldürmeyeceksin’ der. Ama İsrail Devleti öldürüyor. Dün öldürüyordu bugün de öldürüyor. Nitekim İsrail Devletinin, insanların yaşam hakkına karşı acımasız saldırıları ve hukuka aykırı tecavüzleri hala devam ediyor. Bu bağlamda, İsrail’in Lübnan ve Filistin’e yönelik haksız saldırısına ve orantısız karşılık verişine, masum insanları ve çocukları da hedef alışına hep birlikte tanıklık ettik, tanıklık ediyoruz. Zira ortada bir Filistin sorunu yoktur, emperyal bir anlayışa ve siyasete sahip bir İsrail sorunu vardır.
O nedenle, öncelikle ve özellikle, İsrail’in bu ve benzeri korkunç saldırılarını protesto ediyor ve bu konudaki üzüntümü ifade etmek istiyorum. Yalnızca İsrail’i değil, El Kaide terörünü ve dünyadaki diğer her türlü terörü protesto etmek gerekir. Sadece bunu değil, aynı zamanda her çeşit baskıyı, ayrımcılığı ve şiddeti de protesto ediyoruz.
Son olarak, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ‘insanlık ailesinin bütün üyelerinin doğuştan sahip oldukları insanlık onurunu ve eşit ve vazgeçilmez haklarını tanımak, yeryüzündeki özgürlük, adalet ve barışın temelidir’ diye başlayan bölümünün, İsrail Devletine ve yönetimine hatırlatılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Zira bu sözler, Birleşmiş Milletler statüsüne doğrudan yollamada bulunmakta, temel insan haklarına olan inanca yeniden vurgu yaparak devam etmekte ve ‘gelecek kuşakları savaşın felaketinden korumak’ gerektiğini bildirmektedir.
Son bir söz; Ankara Barosu ve avukatlar olarak: Filistin, Lübnan ve Irak halklarının kendi davalarında haklı olduklarına inanıyoruz. Bu bağlamda, Amerika destekli İsrail saldırıları, hem uluslararası hukuka ve hem de ahlaki değerlere aykırıdır. Bununla birlikte, bizler avukatız, politikacı değiliz. Bu platform da bir hukuk platformudur. Dolayısıyla, bizler tüm sorunları hukuki bir çerçeve içinde tartışmak zorundayız. Tüm konuşmacıların, hukuki bir zeminde duracaklarına inanıyor ve bunu diliyorum. İlginiz için teşekkür ederim.”
Konferansın sonunda yayımlanan deklarasyonda; ‘Filistin’e ve Lübnan’a yapılan saldırıların durdurulması, sivil halkın korunması, çatışmalara son verilmesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nu üye devletler ve örgütler aracılığıyla İsrail’in Filistin ve Lübnan halklarına yönelik ihlal ve suçlarını araştırmakla, özellikle de İsrail’in Lübnan’daki Kana ve Filistin’deki Beit Hanoun katliamlarını inceleyecek Uluslararası Soruşturma Komisyonu oluşturulması, herkes için adil, kapsayıcı ve kalıcı bir barışı gerçekleştirmek ve barış görüşmelerini başlatmak için uluslararası bir konferans çağrısında bulunulması’ hususlarına yer verildi.
Konuya ilgi duyanlar için iyi bir başvuru/referans niteliği taşıyan bu konferansta sunulan tebliğler, daha sonra Türkiye Barolar Birliği tarafından kitap olarak bastırıldı
Bu konferans, o tarihe kadar Arap Barolarıyla/Avukatlarıyla Türkiye Baroları arasında yapılan ilk ve son ortak çalışmaydı. Filistin sorunu ilk kez ve son kez Türkiye’de, Türk ve Arap barolarının bir araya gelmesiyle, o toplantı da hem hukuki, hem de siyasi yönüyle ele alındı. Uluslararası alanda pek çok konuda haksızlığa uğrayan Araplara, sorunlarını ortaya koymaları, kendilerini ve uğradıkları haksızlıkları ifade etmeleri için oluşturulan bu platform, Arap Barolarını ve avukatlarını ziyadesiyle mutlu etti.
Bu konferans aracılığıyla başlayan işbirliği ve diyalog sonraki yıllarda da devam etti. Bu bağlamda, benim Ankara Barosu’nda başkanlık yaptığım süre içinde, Arap Barolarının başkanları ve temsilcileri, her yılın Temmuz ayında düzenlediğimiz Ankara Barosu’nun kuruluş yıldönümlerine davetimiz üzerine katıldılar. Aynı şekilde Arap Baroları ve özellikle Arap Avukatlar Birliği de, dönemin Ankara Barosu Başkanı olarak beni ve yine dönemin Birlik Başkanı olan rahmetli Özok’u etkinliklerine davet ettiler.