ANILARIMDAN BİR SAYFA: CUMHURİYET’E GİDEN YOL –

(…)

Türkiye Barolar Birliği olarak, Cumhuriyetimizin kuruluşunun onurlu hikâyesini anlatmak, gelecek kuşaklara bu konuda yararlanabilecekleri zengin bir malzeme  bırakmak, tarihe bir not düşmek amacıyla ‘Cumhuriyete Giden Yol’ adı altında  bir dizi etkinlik düzenledik. Samsun’dan başlayan, Amasya, Erzurum, Sivas, Eskişehir ile devam eden etkinlikler dizisinin sonuncusu Cumhuriyet’in ilan edildiği Ankara’da 25 Nisan 2013 günü yapıldı ve 23 Nisan 2010 tarihinde vefat eden önceki başkanımız rahmetli Özdemir Özok’un anısına ithaf edildi. 

Etkinliğin açılışında yaptığım konuşmada şunları söyledim:

(…)

Hoş geldiniz. Türkiye Barolar Birliği adına, Yönetim Kurulu Üyesi arkadaşlarım adına, kendi adıma hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum.

Vefa nedir bilir misin?
Bir tebessüme bin gözyaşı feda etmektir vefa.
Dostu posta değişmemek
Dostun hakkına ilişmemektir vefa.

Gün gelip, bir lokma dahi olsa,
Ekmeğini yediği adamı satmaz vefa,
Bilir ki; bu gün adam satan yarın vatan satar.
Satmakla unutmakla olmaz,
Her hatırasına sahip çıkar vefa.

Böyle diyor şair Uğur Arslan. Bugün bizi burada toplayan duygu, şairin az önce okuduğum şiirinde ifade ettiği duygudur, sevgili Başkanımız Özdemir Özok’a, Cumhuriyetimiz kuranlara karşı duyduğumuz vefa duygusudur.

Vefa sadece insani bir erdem değil, aynı zamanda kurumsal bir erdemdir. Hem kişisel hem de kurumsal vefamızı ifade etmek için bu etkinliğimizi sevgili Başkanımız, rahmetli Başkanımız Özdemir Özok’un anısı ve Cumhuriyetimizi kuranlara olan borcumuzu ifade etmek adına düzenledik.

Bu dünyadan giderken yanınızda hiçbir şey götüremezsiniz; ama geride çok şey bırakırsınız, geride bıraktıklarınız verdiklerinizdir, yaptıklarınızdır. Başkalarına verdiklerinizin, yaptığınız iyi işlerin, iyi hizmetlerin varlığını sürdürdüğünün farkında olmanız, son yolculuğun acısını ve yalnızlığını hafifletir.

Üç yıl önce yitirdiğimiz ağabeyimiz, meslektaşımız, üstadımız, başkanımız Özdemir Özok’a da, ölüme giden yolculuğunda; meslektaş olarak, ağabey olarak, dost ve arkadaş olarak, eş olarak, baba ve evlat olarak, Ankara Barosu ve Türkiye Barolar Birliği Başkanı olarak yaptığı iyi işler, büyük ve unutulmaz hizmetler, eserler eşlik etmiştir.

‘Adaletli olmak, akıllı olmak, cesur olmak’ insanın sahip olması gereken erdemlerdir. İnsanın sahip olması gereken bu erdemlere Aristoteles bir erdem daha ekliyor: ‘doğru ölçüyü korumak.’ Doğru ölçü, fazla ile eksik arasındaki genel geçer ortayı koruyan ölçüdür. Doğru ölçü, dürüst olma, samimi olma, neşeli olma, adil olma, vicdan sahibi olma, dost olma gibi erdemlerin bir bileşkesidir ve bu ölçü, kaçınılması gereken iki aşırı uç arasındaki orta noktayı oluşturur. Orta nokta, dünyevi arzuların bastırılmasını ya da yok edilmesini talep eden değil, bunları erişilebilir kılan, bunları özünde var olan enerjinin sağduyusuyla kullanan noktadır.

Sevgili Özdemir Özok adil, akıllı ve cesur olma erdemlerinin yanı sıra doğru ölçüyü her zaman, her işinde, her ilişkisinde koruyan bir insandı.

Yaşam, aslında yalnız başınıza asla gerçekleştiremeyeceğiniz bir şeyi yapmak, yaşamınızı başka insanların kalbine dokundurabilmektir. Özdemir Özok bunu yapıp gitmiştir aramızdan. Bugün bu nedenle buradayız.

Hepimizin ortak değeri, milli kahramanı olan Büyük Atatürk ve O’nun ilkeleri, rahmetli Başkanımız Özdemir Özok’un da yaşamı boyunca bağlı olduğu ilkelerdi. Cumhuriyetimiz, Cumhuriyetimizin kazanımları rahmetli Özdemir Özok’un da her zaman ve her koşulda içtenlikle savunduğu, sahip çıktığı değerlerdi. ‘Cumhuriyetimize Giden Yol’ isimli bu etkinliğimizi salt bu nedenle, yani Cumhuriyet ile Özdemir Özok ismi birbirine çok yakıştığı, çok denk düştüğü için Sevgili Özdemir Özok anısına ithaf ettik. .

Değerli Başkanımızın, sevgili ağabeyimizin aziz hatırası önünde sevgi, saygı, minnet ve özlemle eğiliyorum. Nur içinde yatsın, ruhu şad olsun, mekânı cennet olsun.

Değerli Konuklar,

‘Bu vatan için neler yapmadık, kimimiz öldük, kimimiz nutuk çektik’ diyor şair. Biz nutuk çekenlerdeniz. Ama çektiğimiz nutuk, başta başkomutan Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere vatan için, vatanımız için ölen kahramanlarımızın yaptıkları, başardıkları, yarattıkları üzerinedir ki, buna da ihtiyaç vardır. Onların yaptıklarını unutmamak, unutturmamak için, onlara olan vefamızı ifade etmek, manevi borcumuzu ödemek için ihtiyaç vardır.

Bu duygu ve düşünceler ile Milli Mücadelenin, Cumhuriyete giden yolun başlangıcı olan Samsun’dan başladık yolculuğumuza. Amasya, Erzurum, Sivas, Afyonkarahisar, Eskişehir ile devam ettik yolumuza. Büyük Atatürk’ün ‘en büyük eserim dediği ve geleceğimiz olan çocuklarımıza bayram olarak armağan ettiği Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 93.Yılının iki gün sonrasında bugün Ankara’dayız.

Samsun’dan başlayarak İzmir’e, takiben Ankara’ya kadar olan bir dizi konferansı konu alan bu etkinlik, ulusal bir bilince, bu bilince ortak olma inancına sahip bir halkın bağımsızlığını, özgürlüğünü elde etmesinin ve ardından modern bir Cumhuriyet ve devlet kurmasının hikâyesini anlatıyor.

Bu hikâyenin başkahramanı, düşleri, umutları ve hayalleri gerçeklerle buluşturan, yaşamla birleştiren, yaptığı devrimlerle tarihimizi hızlandıran, vizyonu ve öngörü yeteneği ile bizim için, dünya için aşılmış değil, daha hala ulaşılması gereken bir değer olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür.

O’nun önderliğinde kurulan bu Cumhuriyet, özü itibariyle halkın iktidarına dayanır. Onun için büyük önder ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ demiştir. Buna göre halkın iktidarı ifadesi, ‘halkın tahta geçmesi olmayıp, tahtın olmaması, herkesin özgürce yaşaması, yani olmak istediği kişiyle olduğu kişiyi birleştirerek, hem özgürlük hem de kültürel bir mirasa bağlılık adına bireysel yaşamını kurması’ demektir.

O nedenle Cumhuriyetimizin temelinde yurttaşlık bilinci vardır, yurt sevgisi vardır, insan vardır, insan sevgisi, refah yaratma hedefi, bu refahı halka yayma düşüncesi, dayanışma ruhu vardır. Eşitliği, bağımsızlığı, özgürlüğü referans olarak aldığı için bu Cumhuriyet, yani bizim Cumhuriyetimiz ve bu Cumhuriyetin yarattığı siyasi kültür giderek demokratik kültüre dönüşmüştür.

Demokrasi, sivil özgürlükler ve hukuk devleti ile bunların omurgasını oluşturan laiklik Cumhuriyetimizin üzerinde yükseldiği en temel ilkelerden birisidir. Laik değerler, sadece düzene, rejime ve sisteme ilişkin alanda biçimsel demokrasinin işlemesi ve hukukun şeklen var olması ile sınırlı olmayıp, aksine toplumsal yaşamı bir arada tutan, toplumun demokrasi, hukuk ve özgürlükler temelinde bir arada yaşamasını ve varlığını sürdürmesini sağlayan en temel ilkedir.

Samsun’dan başlayan bu yol sadece Cumhuriyete giden yol değil, eşitliğe, özgürlüğe, bağımsızlığa, demokrasiye, hukuka, hukukun üstünlüğüne, uygarlığa, aydınlanmaya, çağdaşlaşmaya, demokrasiye, daha iyiye, daha güzele doğru giden yoldur.

Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Atatürk ‘Artık duramayız. Behemehâl ileri gideceğiz’ diyor. Onun için Atatürkçülük; ‘hiç durmamak ve ileriye, daima ileriye, daha iyiye, çok daha iyiye doğru gitmektir, sadece geçmişin bekçiliğini yapmak değil, geleceğin önderliğini yapmaktır.’ Biz de öyle yapmaya çalışıyor ve O’nun yolunda ilerliyoruz.

Yaşasın Cumhuriyet…

(…)

FELSEFENİN KONUSU, GÖREVİ, AMACI VE İLGİ ALANI –

Diğer bilim kollarının konusu belli olduğu halde, felsefenin konusunu tespit işi felsefenin kendi görevidir. Nitekim  Alman Sosyolojisi’nin kurucularından olan sosyolog, filozof ve eleştirmen George Simmel “her filozof, sadece hangi cevapların bulunacağını değil, aynı zamanda hangi soruları soracağını da tayin eder.” demiştir. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 46 – 1996) Dolayısıyla felsefeyle uğraşan kişiler, sadece bilinen soruları ve cevapları bulmakla ve bunları incelemekle yetinmezler, eski sorulara yeni cevaplar ararlar, daha önce sorulmayan soruları sorarlar, bunların cevaplarını bulmaya çalışırlar. Amerikalı futurist/gelecek bilimci Alvin Toffler onun için: “Yirmibirinci Yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler olmayacak, dün öğrendiklerini unutup yeni şeyleri, yeni bilgileri öğrenmeyenler olacaktır” demiştir.  

O nedenle, geçmişte olduğu gibi günümüzde de tek bir felsefe, tek bir felsefi sistem, tek bir felsefe okulu yoktur, aksine çok sayıda felsefe sistemi, çok sayıda felsefe okulu vardır ve gelecekte de olacaktır. Hayat nasıl yerinde durmuyor, sürekli olarak akıyor ve değişiyor ve değişmeyen tek şey değişim ise, değişen zamana, koşullara, ihtiyaçlara, anlayışlara, görüşlere göre, yeni felsefi akımlar, yeni felsefe sistemleri ve okulları ortaya çıkacaktır.

Sonuç itibariyle zamanla ortaya çıkan her alandaki değişime bağlı olarak birçok bilim dalı birbirinden ayrılmış, her bilim dalı içinde uzmanlıklar ortaya çıkmış, her yeni bilim dalının ilkeleri, o bilim dalının özelliklerine ve ihtiyaçlarına göre belirlenip şekillenmiş, buna bağlı olarak geçmişte bilimin bütününü temsil eden felsefe, günümüzde ayrı bir çalışma alanına sahip bir disiplin haline gelmiştir.  

Ama bu çalışma alanı, konu yönünden değil, sadece görev yönünden diğer bilim dallarından ayrılmıştır. Değil ise, felsefenin  amacı, hemen hemen bütün alanlarda ve bilim dallarında aynıdır, birdir ve ortaktır. O nedenle, bilim dalı olarak felsefeye “ilkeler bilimi” adı verilmiştir, zira hangi özel bilim dalı olursa olsun, bunların temelleri, yani dayandıkları ilkeler ile varmak istedikleri sonuçlar ve hedefler felsefe alanında birbirleriyle birleşirler. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 54 – 1996)

Genel niteliği itibariyle bir “ilkeler bilimi” olan ve temel hedefi ve amacı uyumlu bir dünya ve hayat görüşü sağlamaya çalışan felsefe, esas itibariyle şu üç sorunu çözümlemeye çalışır: 1- Hangi koşullar altında ve hangi çerçevede güvenilir bilgiyi elde etmek mümkündür? (Bilgi Teorisi) 2- Değer biçmek konusunda hangi ölçülere başvurmak gerekir? (Değer Teorisi) 3- Varlığın iç yüzü, yani en yüksek hedefi nedir? (Metafizik/Fizikötesi)

Kuşkusuz değişik felsefi okulların, felsefi görüşlerin bu sorulara verdikleri cevaplar, bu konular üzerine olan görüş ve düşünceleri ile yaklaşımları farklıdır. O nedenle, bu felsefi okulların ve görüşlerin; Bilgi Teorisi, Değer Teorisi ve Metafizik/Fizikötesi çerçevesinde sınıflandırılmaları ve bu bağlam içinde ve bu çerçevede açıklanmaları gerekir. Buna göre; 

a- Bilgi ve Bilgi Teorisi

Geride bıraktığımız yüz yılın en önemli analitik futuristlerinden ve yönetim bilgelerinden olan Peter F.Drucker’in, “Kapitalist Otesi Toplum” isimli özgün eserindeki anlatımına göre bilgi; arkasında yazılı hiçbir şey bırakmamış olmasına ragmen, 2500 yıldan daha fazla bir zamandan bu yana insanlığı etkileyen ve aydınlatan Sokrates’e göre, “kendini bil-mek”, yani kişinin entelektüel ve ahlaki yönden büyümesidir.

Sokrates’in en büyük rakibi Protagoras’a göre bilgi, “mantık, dilbilgisi, konuşma sanatı, retorik”, yani “kişinin rakibini sözle yenmesidir.

Tao ve Zen felsefesine göre bilgi, “aydınlığa, bilgeliğe, hikmete giden yol”, yani “kişinin kendini, kendisini bilmesidir.

Doğulu bilge Konfüçyüs’e göre bilgi, “neyi, nerede, ne zaman ve nasıl söyleyeceğini bilmek” ve “rakibini sözle mat etmektir.”

Batı ve Doğu felsefesindeki bu anlaşılma, algılanma ve tanımlanma biçimlerine göre bilgi, Amerikalı futurist/gelecek bilimci Drucker’in de vurgu yaptığı üzere “yapma, yapabilme yeteneği, işe yararlılık” olmadığı gibi  “yapmaya, aletlere, süreçlere, ürünlere” uygulanan bir şey de değildir.

Bütün bu bilgelerin yaklaşımına ve anlayışına göre bilgi, sadece “var olmaya” uygulanan bir şeydir.

Yunanlıların “techne” dedikleri şey olan beceriyle, işe yararlılıkla, zanaatla/sanatla, “organize, sistematik, amaçlı bilgi” anlamına gelen “loji” sözcüklerinin birleşmesinden oluşan “teknoloji”, gerçekte bilginin, aletlere, süreçlere, ürünlere uygulanması sonucu doğmuştur. Sanayi Devrimi dediğimiz şey de bu sürecin sonunda gerçekleşmiş, diğer bir deyişle Sanayi Devrimi’ni bu süreç yaratmıştır.

Eski Yunan’da “sanatlar üzerine konuşma” anlamına gelen “teknoloji” günümüzde, “bilimin, pratik yaşam gereksinimlerini karşılaması ya da insanın, çevresini denetleme, biçimlendirme, değiştirme çabalarına yönelik uygulamaları ve yine bilimsel araştırmalardan elde edilen somut ve yararlı sonuçlar ile bunlara ilişkin araç, yöntem ve süreçlerin bütünü” olarak tanımlanmaktadır.

Sanayi Devrimi ile birlikte üretim yoğunlaşmasını, yani fabrikayı, ardından bugün hepimizin bildiği, çoğumuzun kullandığı büyük buluşları/icatları yaratan teknolojiyi sürükleyen şey, Drucker’in evrimini anlattığı bilginin anlamındaki ve işlevindeki bu temel değişikliktir.

Bu temel değişikliğe bağlı olarak üretimin ve servet yaratmanın önemli bir unsuru haline dönüşen ve hatta sermaye araçlarını, hepsi tükenebilir nitelikte olan para, toprak, makine, emek olarak gören klasik, Marksist ve Keynesçi iktisatçıların görüşlerinin aksine, sermaye aracı haline gelen ve Sanayi Devrimi’ni yaratan, bilginin sistematik bir şekilde kullanılması üzerine çalışan ilk kişi olarak bilinen, İşletme Yönetimi’nin babası olarak kabul edilen Amerikalı mühendis ve endüstriyel yönetim uzmanı Frederick Winslow Taylor tarafından işe uygulanılmaya başlanılmasıyla birlikte “Produktivite/Verimlilik Devrimi” doğmuştur.

Bilginin işlevindeki ve dinamiğindeki üçüncü değişim olan bilginin bilgiye uygulanması ise, jenerik bir işlev olan “Yönetim Devrimini” yaratmıştır.

Onun için eskiden bu yana hemen her kuruluşta var olan ve uygulanan yönetim, Drucker’in nitelendirmesiyle artık bilgi toplumunun jenerik organıdır ve günümüzde yöneticiler, sadece yönetmekten değil, bilginin uygulanmasından ve performansından da sorumludurlar.

Bugün bizim “bilgi-işlem” dediğimiz şey, aslında bilginin bilgiye uygulanması olan, diğer bir deyişle bilginin dönüşümü için kullanılan yöntemleri ve bu dönüşümleri gerçekleştirmek için kullanılan mekanizmaları inceleyen disiplinin adıdır.

Bilginin işlenmesinde ve iletilmesinde, giderek artmakla birlikte işitmeye dayalı basit seslerden daha çok, fonemleri, sembolleri, bu bağlamda bilgiyi temsil etmek üzere ondalık sayıları, alfabetik harfleri, kimi noktalama işaretlerini ve matematiksel sembolleri kullanan, bu yolla yeni bilgi ağları yaratan, kavramları birbirine bağlayan, yeni diller, yeni kuramlar, yazılımlar, imgeler, simgeler geliştiren, geçmişte olduğundan çok daha fazla bilgiyi biriktirme ve depolama olanağı sağlayan, bunları enformasyon haline getirebilmek için verileri birbirleriyle değişik biçimlerde ilişkilendiren, bunlara içerik ve işlerlik kazandıran ve bu suretle enformasyon kitlelerini daha geniş modeller halinde birleştiren “bilgi-işlem” mekanizması ve bu mekanizmanın geliştirdiği teknikler, bugün artık hemen her türlü bilim alanında, yönetimde, sanayide, ticarette, sanat ve fikir yaşamında çok daha yaygın biçimde kullanılmaktadır.

Marx, devrimin zamanını tanımlarken şöyle diyordu: “Devrim, toplumsal üretim ilişkileri (yani mülkiyet ve denetim tarzı), üretim araçlarının (yani teknolojinin) gelişmesini engellediği zaman olur.

Bu bağlamda Sanayi Devrimi, feodal toplum yapısı ile bu toplum yapısının ilişkilerinin sanayinin gelişmesini engellediği için olmuştur.

Sovyet toplumu, yapısını ve ilişkilerini, bilgiye, iletişim ve bilgisayar teknolojisine ve özellikle enformasyona dayalı yeni zenginlik yaratma sistemine dönüştüremediği, yani Marx’ı iyi anlayıp yorumlayamadığı için çökmüştür.

Sovyet yöneticileri içinde bunu ilk gören ve itiraf eden Gorbaçov’dur. Nitekim Gorbaçov kendi siyasi hareketine başlarken şunları söylemiştir: “Enformasyon çağında, en pahalı ve en değerli aracın bilgi olduğunu en son anlayanlardan birisi olduğumuz için çöktük.”

Gorbaçov’un bu öngörüsünün dayanağı, Marx’ın, bilginin teknolojiyi, teknolojinin de bilgiyi ve kültürü değiştireceği yönündeki sezgisini biliyor veya bunu anlamış olmasıdır. 

Günümüzde hammaddeye, emeğe, zamana, mekana, sermayeye ve öteki girdilere olan gereksinim azaldığı için bilgi, hemen her şeyi ikame etmekte, gelişmiş ileri bir ekonominin en önemli kaynağı haline gelmekte, bilgiden yeni bilgiler edinmek mümkün olmakla ve süreç bu şekilde işlediği için bilginin değeri giderek daha fazla bir şekilde artmaktadır.

Öyle ki, bir yandan yeni bilgi ağları yaratılırken, diğer yandan kavramlar birbirleriyle farklı biçimlerde ilişkilendirilmekte, yerel ve küresel düzeyde yeni hiyerarşiler oluşmakta, yeni varsayımlar, yeni diller, kodlara ve mantıklara dayalı yeni teoriler, hipotezler ve imajlar üretilmektedir. Daha da önemlisi, veriler daha çok yoldan birbirleriyle ilişkilendirilip bağlam içine oturtularak enformasyon haline getirilmekte, enformasyon kümeleri giderek daha büyük modeller oluşturmakta ve süreç böyle işlediği için günümüzde gelişmiş ülkeler, dünyaya enformasyon, buluş, yönetim, kültür, ileri teknoloji, yazılım, eğitim, tıbbi bakım, finans ve bunlara dayalı hizmetler satmaktadırlar. Bu ülkeler, ekonomilerini tarıma, madene, ucuz emeğe, kitlesel üretime dayalı ülkeler üzerinde, bilgi yaratmanın, bu bilgiyi kullanmanın ve değerlendirmenin yeni yolları üstünde yükselen kendi egemenliklerini kurmaktadırlar ve hatta kurmuşlardır. Gelişmiş bu ülke ekonomilerinin iş ve finans sektöründe gerçekleştirdikleri küreselleşme, yani paranın, sermayenin ve bilginin dünyayı hem çok hızlı ve hem de hiçbir engelle karşılaşmadan dolaşması, ulusların, uluslararası rekabete hazır ve dayanıklı olmayan ekonomilerin egemenliklerini korumalarını zorlaştırımaktadır.

Bütün bu nedenlerle ve özetle günümüzde bir sermaye aracı haline gelen, klasik, Marksist ve Keynesçi sermaye araçlarının aksine tükenmeyen, bilgiden yeni bilgiler elde eden ve geçmişte çok fazla olmayan bilgi, günümüzün küreselleşen dünyasında çok fazla bir şekilde mevcuttur ve teknolojinin sağladığı araçlarla ve kolaylıklarla dünyayı çok hızlı bir şekilde dolaşmaktadır.

Öyleki, çok az bir zaman önce, bilgi ve haber alamamaktan yakınan bizler, şimdilerde tam bir bilgi ve haber bombardımanın altındayız. Dahası geçmişte bilgiye ulaşmak oldukça zor iken, günümüzde bilgiye ulaşmak geçmişe oranla artık oldukça kolaydır. Ama bu bilgilerin bir kısmı güvenilir değildir, bir kısmı manüpülatiftir, bir kısmı kirlidir, bir kısmı ise işe yaramazdır. Bu bağlamda doğru bilgiye, güvenilir bilgiye, işe yarar bilgiye ulaşmak ve bu bilgileri amacına uygun şekilde kullanmak, çoğu durumda ve zamanda pek mümkün olmamaktadır.

İşte, felsefe, bize doğru, güvenilir ve işe yarar bilgiye ulaşmak konusunda yardımcı olan en etkili ve işlevsel bilim dalıdır. Bu bağlamda, doğru olan, güvenilir olan, işe yarayan bilgiye biz, sadece felsefenin bir dalı olan ve epistomoloji adı verilen Bilgi Teorisi aracılığıyla ulaşabiliriz. Zira bu teori bize; hangi koşullar altında ve hangi çerçevede güvenilir bilgi elde etmenin mümkün olduğunu gösterir, bunun yollarını ve araçlarını sağlar.

Nitekim diğer tek Tanrılı dinlere oranla İslamiyet, bilgiyi insan uğraşları arasında en yüksek yere koymuş, gerek Kuran, gerekse Hz.Muhammed’in söylemleri/hadisleri, bilgi edinme yönünde teşvikte bulunmuştur. Gerçekte bilgi sözcüğü (ilm), Kuran’da Tanrı’nın adından sonra en çok kullanılan sözcüktür. Nitekim Kuran “oku” diye başladığı gibi, Hz.Muhammed’de, kendisini izleyenleri “İlim Çin’de bile olsa gidip bulmaları” için teşvik etmiştir.

Diğer taraftan insan merak eden, merak ettiği şeyleri öğrenmek ve anlamak isteyen ve buna ihtiyaç duyan, yanı sıra hareket eden, neden haraket ettiğini bilen, hareketinin amacını ve şeklini kendisi tayin eden bir varlıktır. İnsanın gerek öğrenmek ve anlamak, gerekse hareket etmek isteği ve ihtiyacı “bilgi yargısı”nı oluşturur ve bilgi bu yargının kapsamındadır.

İnsanın bilgi yargısı kapsamında olan anlamak, öğrenmek, hareket etmek ihtiyaçlarının hangisinin neden, hangisinin sonuç olduğu hususu, değişik felsefi görüşlere göre değişen bir husustur, yani hareket etme ihtiyacı mı insanı anlamaya ve öğrenmeye sevk eder, yoksa anlamak ve öğrenmek ihtiyacı mı insanı hareket etmeye sevk eder? Bunların her ikisinin birbirlerini tetiklediği aşikar olmakla birlikte, bilgi ihtiyacının hareket etme ihtiyacından sonra geldiği akla daha yakın bir ihtimaldir.

Akıllı bir varlık olan insanın hareketleri bilinçli olduğu ölçüde bir amaca da yöneliktir ve insan, bu amaca yaklaşma ve bu amacı gerçekleştirme derecesine göre, hareketlerine bir değer biçer, insanın bu değer biçme eylemi esas itibarı ile bir “değer yargısı”dır ve bu yargı “bilgi yargısı”ndan ayrı bir kategoridir.

Değer yargısı”, insanın bir şeyi, bir nesneyi, bir insanı, bir hareketi belirli bir ölçüte göre değerlendirmesi ve takdir etmesidir; mantıkta bu ölçüt, “doğru”dur ve bu bir bilgi yargısıdır; estetikte bu ölçüt “güzel”dir; etikte bu ölçüt “iyi”dir.

Hareket etme alanında değer teorisinin uygulama alanı, insanın bilinç dışı ve bilinç içi hareket etmesine göre değişir. İnsanın bilinç dışı hareket etmesi istisnai bir durumdur ve bu alan, insan doğası hakkındaki biyoloji, fizyoloji gibi pozitif bilimlerin açıklayacakları verilere bağlıdır; insanın bilinçli ve bilinçsiz hareketlerinin nedenlerinin irade üzerindeki etkilerinin belirlenmesi ise psikolojinin inceleme alanına girer.

İnsanın bilinç içi hareketine verilecek değer, bilinç ile hareket arasındaki uyuşmaya göre irdelenir, o halde, bu uyuşma hangi ölçüye göre tayin edilebilir sorusunun ve konusunun cevabı psikolojinin inceleme alanı dahilindedir.

İnsanın kısmen de olsa, bilinç etkisiyle hareket ettiği kabul edildiği takdirde, bilincin hareket üzerindeki etkisinin bir amacı vardır ve bu amaç felsefeyi değil, psikolojiyi ilgilendirir ama eğer bunun nedenini ararsak, bunun nedenini herhangi bir pozitif hukuk dalında bulamayz; zira pozitif bilim dalları bize “olan” hakkındaki bilgiyi, “olan”ın nereden çıktığını, neyi etkilediğini, nasıl olduğunu söyler ama “olan”ın niçin, yani hangi amaçla yapıldığını ve neden olduğunu anlatmaz; çünkü başlangıç meselesi felsefenin ana konusudur. Bilincin bu süreçte araya girmesi, hareketlerin belirli kurallara uygunluğunu sağlamak içindir. 

b- Değer Kavramı ve Değer Teorisi

İnsan olarak hemen her gün, pek çok değişik konuda değerlendirmeler, yorumlar yapar ve yargılarda bulunuruz. Bu bağlamda, yalan söylemenin, birisine iftira atmanın, başkalarına zarar vermenin, ahkaksızlık yapmanın kötü, her durumda doğru olanı yapmanın, hakikati söylemenin ise iyi olduğunu düşünür ve söyleriz. Nitekim Aristoteles, o nedenle, “Platon’u/Eflatun’u severim ama hakikati daha çok severim” demiştir. 

Bütün bu değerlendirmeler ve yargılar, aslında bir değer biçmedir ve bu değerlendirmeler ve yargılar, doğrudan etik ve ahlak felsefesiyle ilgilidir. O nedenle, değer biçme ve değerlendirme yapma konusunda, bizim hangi ölçülere ve araçlara başvurmamız gerektiğinin, hangi ölçününün ve aracın kullanılmasının bizi doğru değer biçmeye ve değerlendirme yapmaya götüreceğinin bilinmesinde yarar vardır.

Doğru değer biçme ve değerlendirme yapma konusunda başvurmamız ve kullanmamız gereken ölçüyü ve aracı bize sağlayan ve veren felsefenin Değer Teorisi’dir. Esasen hangi alanda ve konuda bir kural ile karşılaşırsak, bu kuralı takdir etmek, değerlendirmek için Değer Teorisi’ne başvurmak ihtiyacı duyarız. Zira bütün etik, ahlak, estetik ve hukuk felsefesi bu görev alanına girer.

c- Metafizik/Fizikötesi

Felsefenin üçüncü ana dalı olan metafizik/fizikötesi kavramının fikir babası Aristoteles’tir. Felsefenin bu dalının bu ismi alması, Aristoteles’in eserlerini derleyen ve yayımlayan Rodoslu Andronikos’un, Aristoteles’in varlığın ilkeleri hakkındaki eserini “Fizik” adlı kitaptan sonraya almış olması ve o nedenle, bu kitaba “fizikten sonraki eser” anlamına gelen “metafizik/fizikötesi” başlığının konulmuş bulunmasıdır.

Felsefenin diğer dalları olan Bilgi ve Değer Teorileri’nin tanımlanması ve bu teorilerin sınırlarının açık bir şekilde belirlenmesi her ne kadar kolay ise de, metafizik/fizikötesi teorisinin tanımlanması ve bu teorinin sınırlarının açık bir şekilde belirlenmesi oldukça zordur. Zira  bilgi ve değer teorileri, bilgi, etik, ahlak gibi belli ilgi alanlarına sahiptir. Oysa metafizik/fizikötesi teorisinin ilgi alanlarını belli bir biçimde, belli bir tanımla ve kavramla sınırlamak mümkün değildir. Zira metafizik/fizikötesi üzerine olan görüşler ve incelemeler; varlık, varoluş, evrensellik, sebep/sonuç, uzay, uzam, zaman, olgu, olay, Tanrı gibi soyut ve göreceli kavramlar üzerinedir.

Takdir edileceği üzere, insanın deneyin dışında, üstünde ve soyut olan herhangi bir şeyi kesin olarak bilmesi, yani fizik biliminde geçerli olan metotlarla bunu tespit etmesi ve belirlemesi çok zor ve hatta  çoğu zaman olanaksızdır. O nedenle, “metafizik/fizikötesi” sözcüğü, deneyin dışında ve sadece teoriler aracılığıyla, akıl yürütme yoluya bilinen ve algılanan hususlar anlamında kullanılmış ve o şekilde de kullanımlanmaktadır.

* Vedat Ahsen Coşar – Hukuk Felsefesi – Yetkin Yayınevi/2023

ANKARA BAROSU SAĞLIK HUKUKU KURULU’NUN DÜZENLEDİĞİ X. SAĞLIK HUKUKU KONULU ETKİNLİKTE OTURUM BAŞKANI OLARAK YAPTIĞIM KONUŞMA –

Ankara Barosu’nun Sayın Başkanı ve Sayın Yönetim Kurulu Üyeleri,

Ankara Barosu Sağlık Hukuku Kurulu’nun Sayın Başkanı ve Sayın Kurul Üyeleri,

Değerli Konuşmacılar,

Değerli Konuklar,

Sevgili Meslektaşlarım,

Hoş geldiniz. Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum.

Beni unutmadıkları, hatırladıkları, davet ettikleri, oturum başkanı olarak onurlandırdıkları, sizinle buluşturdukları ve gösterdikleri vefa için Ankara Barosu’nun Değerli Başkanı’na ve Yönetim Kurulu Üyeleri’ne, Ankara Barosu Sağlık Hukuku Kurulu’nun Değerli Başkanı’na ve Kurul Üyeleri’ne teşekkür ediyorum.  

Değerli Konuklar,

Kişinin bedeni, ruhi ve sosyal yönden tam bir iyilik hali içinde olması anlamına gelen sağlık, temel bir hak ve hatta bir insan hakkıdır. Nitekim İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 25.maddesi ve yine Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun kabulü sonrasında 03 Ocak 1976 tarihinde yürürlüğe giren Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 12.maddesiyle sağlık hakkının temel haklardan olduğu kabul edilmiştir.

Uluslararası alandaki bu düzenlemeler ulusal mevzuatları da etkilemiş, bu bağlamda sağlık hakkının temel bir hak olduğu ülkelerin anayasalarıyla kabul edilmiş, başta anayasalar ve yasalar olmak üzere, tüzük ve yönetmeliklerde yer alan düzenlemelerle devlete bu konuda pozitif yükümlülükler ve sosyal görevler verilmiştir. İnsan haklarının özel bir kategorisi olan hasta haklarının pozitif hukukta kabul edilmesinin nedeni de, devletin bu konuda üstlendiği sosyal ve pozitif yükümlülüğün gereği ve sonucudur.

Gerek sağlığın temel bir hak olmasına, gerekse niteliği itibariyle bir kamu hizmeti olan sağlık hizmetinin kimi zaman gerektiği gibi verilmemesine, hizmetin verilmesinde asli görev üstlenen hekimlerin, hasta bakıcıların ve diğer sağlık çalışanlarının hatalı uygulamalarına bağlı olarak pek çok hukuki sonucun ve sorunun ortaya çıkması nedeniyle, sağlık konusu hukukun ve hukukçuların ilgi alanı kapsamındadır.

Bu hususları dikkate alan Ankara Barosu Yönetim Kurulu, 2007 yılının başlarında Ankara Barosu bünyesinde Sağlık Hukuku Kurulu’nun oluşturulmasına karar vermiş ve oluşturmuş, Sağlık Hukuku Kurulu’nun oluşturulmasından kısa bir süre sonra ise Sağlık Hukuku Kurultayı düzenlemiştir.

Ankara Barosu’nun, Sağlık Hukuku konusunda kurultay düzenlenmesinin nedeni, hukukun ve hukukçuların sağlık alanına yönelik ilgisi, gerek yargıç, savcı ve avukatlar ile akademisyenlerin, gerekse her an sağlık hukukunun öznesi olabilecek olan hekimler ile sağlık alanında görevli diğer kişilerin, bu husustaki bilgi ve deneyimlerini artırmalarına katkı yapmak düşüncesi olmuştur.  

01-03 Kasım 2007 tarihleri arasında yapılan bu kurultayda, o güne kadar hukuki boyutu, içeriği ve yönü itibariyle çok fazla tartışılmamış, incelenmemiş olan pek çok konu, bu bağlamda; “Sağlık Hakkı, Hasta Hakları, İnsan Hakkı Olarak Sağlık Hakkı, Hasta Haklarının Korunmasında ve Gelişiminde Tabip Odalarının Rolü, Avrupa Birliği Adaylığı Sürecinde Hasta Haklarına İlişkin Uygulamaların Hasta ve Yakınları Açısından Görünümü, Etik ve Hukuk Açısından Ulusal ve Uluslararası Bildirgelerde Hasta Hakları, Ruh Sağlığı Hakkı, Hekimin Aydınlatma ve Sır Saklama Yükümlülüğü, Hasta–Hekim İlişkisi, Hasta Hakları Bağlamında Mahremiyet ve Özel Hayata Saygı, Hekimin Sır Saklama Mükellefiyeti, Aydınlatılmış Rıza, Hekimlik Sözleşmesinden Doğan Sorumluluğun Koşulları, Hastane Yönetiminin Sorumluluğu, Yargı Kararları Işığında Hekimin Hukuksal Sorumluluğu, İdarenin Sağlık Hizmetlerinden Doğan Tazminat Sorumluluğu, Tıbbi Müdahaleden Doğan Sorumluluğun Türleri, Hekimin Mesleki Sorumluluk Sigortası, Hekimlerin Cezai Sorumluluğu, Türk Ceza Kanununda Hekimin Sorumluluğu ve Zorla Tedavi, Hekimin Tıbbi Kötü Uygulamadan Kaynaklanan Sorumluluğu, Yargı Kararları Işığında Hekimin Cezai Sorumluluğu, Hekimlerin İlaç Tedavisinden Kaynaklanan Sorumluluğu, Yüksek Sağlık Şurasının Hukuk Düzenimizdeki Yeri ve İşlevi, Sağlık Hukukunda Bilirkişilik, Tıbbi Kötü Uygulama-Komplikasyon Ayrımı Konusunda Bilirkişilik, Tıbbi Kötü Uygulama ve Yüksek Sağlık Şurası, Sağlık Politikalarının Belirlenmesinde Yasama Organının İşlevi, Sağlık Sigortası Sistemi, Özel Sağlık Sigortası, Meslek Hastalığından Doğan Haklar, Sağlık Politikalarının Belirlenmesinde Sendikaların İşlevi ve Genel Sağlık Sigortası, Genel Sağlık Sigortası, Avukatların Sağlık Güvencesi ve Genel Sağlık Sigortası” başlıkları altında, akademisyenler, Yargıtay ve Danıştay üyeleri, avukatlar, Sağlık Bakanlığı bürokratları, Yüksek Sağlık Şurası yetkilileri, sağlık iş kolunda yetkili sendika temsilcileri, Tabip Odaları temsilcileri tarafından ilk kez enine ve boyuna incelenmiş ve tartışılmıştır.

Daha sonra bu kurultayda sunulan, Sağlık Hukuku konusunda başvuru kaynağı niteliği taşıyan ve Sağlık Hukuku literatürünü zenginleştiren, her biri bir diğerinden değerli tebliğler, Ankara Barosu tarafından kitap olarak bastırılmış ve yayımlanmıştır.

Ben şahsen, daha önce düzenlenen ve artık bir Ankara Barosu klasiği haline gelen Sağlık Hukuku Kurultaylarında olduğu gibi bu Kurultayda sunulacak olan tebliğlerin ve yapılacak tartışmaların da, sağlık hukukuna önemli katkılar sağlayacağına inanıyorum.

O nedenle, sunacakları tebliğler ve yapacakları tartışmalar ile Sağlık Hukuku’na katkı yapacak olan tüm konuşmacılara başarılar diliyor, başta Ankara Barosunun değerli Başkanı ile Sağlık Hukuku Kurulu’nun değerli Başkanı ve üyeleri olmak üzere, bu Kurultayın gerçekleştirilmesinde hizmeti, emeği, katkısı olan herkese ve bu etkinliğe katılan siz değerli katılımcılara en içten teşekkürlerimi sunuyorum.

Saygılarımla.

ANKARA AVUKAT HAKLARI GRUBU’NUN DÜZENLEDİĞİ “AVUKATLIK KANUNU ÇALIŞTAYI” KONULU ETKİNLİKTE YAPTIĞIM AÇIŞ KONUŞMASI –

Ankara Barosu’nun Değerli Başkanı,

TBMM’NİN Değerli Üyesi ve Sevgili Meslektaşım Sayın Mahmut Tanal,

Avukat Hakları Grubunun Değerli Başkanı ve Yöneticileri,

Sevgili Meslektaşlarım,

Hoş geldiniz. Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Avukatlık Kanunu üzerine çalışma yaptığınız, bu çalışma kapsamında bu etkinliği düzenlediğiniz ve bana da size hitap etme olanağını verdiğiniz için Grubunuza, Grubunuzun yöneticilerine teşekkür ediyorum.

Böyle bir çalışmayı yapmak, elbette hiç kimsenin, hiçbir Baronun, hiçbir Grubun tekelinde değildir. Dileyen, isteyen, böyle bir çalışma yapmaya ihtiyaç duyan herkes, her Grup, her Baro, bu konuda çalışma yapabilir. Ama herhalde bu konuda çalışma yapma görevi, en başta Ankara, İstanbul, İzmir Baroları olmak üzere Barolara ve Türkiye Barolar Birliği’ne düşer.

İçinizden bazıları haklı olarak, siz o görevlerde bulunduğunuz zamanlarda bu konuda bir çalışma yaptınız mı diye düşünebilir veya sorabilir. Evet yaptık. Ankara Barosu’nun 2004 yılında yaptığı Hukuk Kurultayı’nın ana konusu Avukatlık Hukuku ve Mesleği üzerineydi ve ben de sunduğum bir tebliğ ile bu konuya katkı yapmıştım.

Yine benim Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı görevini yaptığım dönemde, yönetim kurulu olarak bir Avukatlık Kanunu taslağı hazırlamıştık. Ancak bu taslak üzerinde tüm barolarla bir mutabakat sağlanamadığı için ve bazı Baroların karşı çıkışları ve engelleyici çalışmaları nedeniyle, bu konuda ilerleme sağlayamadık ve sonuç itibariyle yönetim olarak bu taslağın takipçisi olamadık.

Değerli Meslektaşlarım,

Hepinizin bildiği üzere, mevcut Avukatlık Kanunu’muzun hazırlandığı ve kabul edildiği tarih 1969 yılıdır. O günden bu güne kadar 54 yıl geçmiştir. Bu 54 yıl içinde dünyada ve Türkiye’de, gerek genel olarak, gerekse Avukatlık Mesleği yönünden pek çok şey değişmiştir. O nedenle, mevcut yasanın değişmesi gereklidir ve buna gereksinme de vardır.  

Peki, bu değişiklikleri nasıl yapacağız? 54 yıllık bir tecrübemiz var. Bu tecrübenin ışığında mevcut yasanın eksik olan, aksayan yönlerini tespit ederek işe girişmek ve yine başkaca ülkelerin avukatlık yasalarını alıp incelemek, bu yasaları kendi yasamızla karşılaştırmak, o yasalarda olan ama bizim yasamızda olmayan ve olmasında yarar bulunan düzenlemeleri, kurumları, kuralları almak, bunları kendi bünyemize, kendi toplumumuza uygun hale getirmek gerekir.

Nitekim böyle bir çalışma Ankara Avukat Hakları Grubu tarafından iki üç yıl önce başlatılmış, değişik pek çok ülkenin Avukatlık Yasaları Türkçeye tercüme edilmiş, maddelerin yazımı aşamasına geçilmiş ve bu konuda oldukça mesafe de alınmıştı. Ne yazık ki, bu konuda yapılan çalışmalar, rahmetli Eray’da toplandığı ve Eray’da vefat ettiği için sonuçlandırılamamıştır.      

Değerli Arkadaşlarım,

Konuyla ilgili olarak öncelikle ve özellikle ifade etmek isterim ki, bana göre bizim mevcut Avukatlık Kanunu’muzun iskeleti ve yapısı uygundur. O nedenle, ihtiyaç olan değişiklikleri bu iskeleti koruyarak yapmak gerekir. Zira yenilik “yaratıcı yıkıcılıktır”. Buna göre eğer yeni diye daha iyisi yapılamayacak ise, mevcut olanı korumak gerekir. Değil is, mevcut olana da zarar verilir.

Ayrıntılara girmeden önce önemli bulduğum dört hususa işaret etmek istiyorum.

Bunlardan birincisi, adil yargılanma hakkının güvencesi olan savunmanın ve savunma hakkının anayasada düzenlenmesi ve böylece savunmaya anayasal bir güvence getirilmesinin sağlanmasıdır.

İkincisi, Baroların Adalet Bakanlığı’na, yani devlete eklemlenmesinden vazgeçilmesi, Baroların özgür, özerk, bağımsız bir kurum ve kuruluş olarak düzenlenmesi, denetiminin ise kendi organlarına bırakılmasıdır.

Üçüncüsü, mevcut yasada düzenlenen Baroların hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunma ve koruma görevinin, yeni yasada muhafaza edilmesi ve hatta bunun tahkim edilmesidir.

Dördüncüsü ise, avukatlar arasındaki birliği ve dayanışmayı  zayıflatan, Baroların gücünü ve etkisini azaltan “ikinci baro” saçmalığıdır. O nedenle, yeni yapılacak yasa ile bu ikiliğe son vermek gerekir. 

Sevgili Meslektaşlarım,

Avukatlık Kanunu’nda değişikliğe ihtiyaç olan düzenlemelere gelince, bu düzenlemelerin başında, mevcut yasada bulunan ama ihtiyacı karşılamaktan uzak bulunan avukatlık ortaklığı modeli gelmektedir.

Avukatlık ortaklıkları konusunda, örnekleri başta Almanya olmak üzere Kıta Avrupa’sında ve ABD’de bulunan “limited liability company/sınırlı sorumlu şirket” ve “two tried company/iki katlı şirket” gibi değişik modeller vardır ve bu modellerin her birinin avantajları ve dezavantajları mevcuttur. Bu modeller esas alınarak ve bunlar ülkemizin şartlarına uyarlanarak bir model tercih edilebilir veya bu örneklerden hareketle yeni bir model geliştirilebilir.

Düzenleme yapılmasında yarar olan diğer hususlardan birisi hukuk sigortası sisteminin getirilmesi, diğeri ise mesleki sorumluluk sigortasının yasal bir zorunluluk olarak düzenlenmesidir.  

Biliyorsunuz hukuk sigortası, sigorta şirketinin ödenen prim karşılığında, poliçe kapsamındaki hukuki ihtilaflarda, mahkeme masraflarını ve avukatlık ücretini ödemeyi üstlendiği bir sigorta türüdür.

Ülkemizde hak arama özgürlüğünün anayasal bir hak olduğu ama ekonomik nedenlerle insanların haklarını arayamadığı bilinen bir husustur. Hukuk sigortası sisteminin getirilmesi durumunda, yıllık cüzi miktardaki primleri ödeyen yurttaşlarımızın, ihtilafa konu olan davanın avukatlık ücretini ve yargılama giderlerini karşılayan bir hukuk sigortası poliçesiyle haklarını arayabilmeleri mümkün hale gelecek, böylece avukatların iş alanları genişleyecek, avukatlık ücretleri ise sigorta şirketleri tarafından ödenecektir.

Yine gereksinim duyulan bir diğer kurum mesleki sorumluluk sigortasıdır. Bugün kimi meslektaşlarımız ve Barolarımız tarafından ihtiyari olarak yaptırılan mesleki sorumluluk sigortası sistemini zorunlu ve mesleğe kabul koşulu haline getirmemiz gerekir.

Zira bu sistem, sadece avukat meslektaşlarımızı üstlendikleri risklere karşı korumayacak, aynı zamanda iş sahiplerine de güvence sağlayacak ve yine “mal practice” sabıkası, yani meslek kusuru sabıkası fazla ve o nedenle riskleri yüksek olan avukatların sigorta şirketleri tarafından giderek sigortalanmaması veya sigorta primlerinin yüksek olması ve sigorta şirketlerinin denetim mekanizması nedeniyle bu sigortanın yapılmamasına bağlı olarak, avukatlık mesleğine zaman içinde kalite gelecektir.   

Avukatlık Yasamızda düzenlenmesi gereken kurumlardan birisi de, bir başka avukatın yanında ücretli olarak çalışan avukatlardır. Hepimizin bildiği üzere, bu statüde çalışan meslektaşlarımızın emeği, istihdam eden konumundaki bir kısım avukatlar tarafından ne yazık ki büyük ölçüde istismar edilmektedir. O nedenle, Avukatlık Yasasında yapılacak bir düzenleme ile bu konumdaki meslektaşlarımızın haklarının korunması ve güvence altına alınması sağlanacaktır.  

Sevgili Meslektaşlarım,

Yine Avukatlık Yasasında Baro Yönetim Kurulları ile Disiplin, Denetleme Kurulları ve Türkiye Barolar Birliği Delegeleri için iki yıl olarak düzenlenen görev sürelerinin dört yıla çıkarılması gerekir. Zira ve özellikle Yönetim Kurulu’nun iki yıllık görev süresinin ilk iki üç ayının Baroyu ve Baronun işleyişini tanımakla, son üç beş ayının da Baro seçimlerinin getirdiği dalgalanma ile geçtiğini göz önüne aldığımızda, geriye kalan yaklaşık bir yıllık süre hizmet etmek için son derece kısadır.

Bu konudaki bir diğer sakınca da, Baroların her iki yılda bir seçim havasına girmesi, özellikle seçimi bir rekabet olarak değil de, husumet olarak algılayanların yaşadığı ve yaşattığı kırgınlıklar nedeniyle Baro içi barışın bozulması, mesleki dayanışmanın zaafa uğramasıdır.

Avukatlık mesleğinin kalitesiyle ilgili olarak üzerinde düşünmemiz ve çalışmamız gereken konulardan birisi uzmanlık, bir diğeri ise meslek içi eğitimdir.

Gerek kıta Avrupa’sında, gerekse dünya genelinde avukatların uzmanlaşması ve mesleki içi eğitimleri konusunda yeknesak bir uygulama yoktur. Bu bağlamda, kimi ülkelerde uzmanlık ve uzmanlığın yanı sıra avukatlar için sürekli eğitim, yani meslek içi eğitim uygulaması ve standartları mevcut iken, kimi ülkelerde her ikisi de mevcut değildir.   

Kanımca uzmanlık modeli ülkemiz koşullarına uygun değildir. Öyle ki, bu konudaki birinci problem; uzmanlığı kimin, neye göre ve nasıl vereceği hususudur. O nedenle, bu konuyu piyasanın kendi işleyişine bırakmak gerekir. Esasen pratikte, ceza avukatlığı, iş hukuku avukatlığı, özel hukuk avukatlığı gibi uzmanlık alanları ve ayrımları vardır.

Meslek içi eğitim sisteminin getirilmesi ve bunun zorunlu kılınması ise, hem bir ihtiyaç hem de bir zorunluluktur. O nedenle, avukatlık mesleğinin kalitesini artırmak, meslektaşlarımızı özellikle özel hukukun yeni disiplinleri konusunda bilgilendirmek, yetkinleştirmek, öğrenmenin yaşam boyu devam edeceği, etmesi gerektiği anlayışı üzerine kurulu olan mesleki eğitimin ve öğrenimin sürekliliğinin sağlanabilmesi ve bilginin zinde kalabilmesi için meslek içi eğitimi zorunlu bir model olarak yapılandırmamız gerekir.

Değerli Meslektaşlarım,

Türkiye’nin en önemli sorunlarından birisi de eğitim sorunudur. O nedenle, genelde “eğitim”, özelde “hukuk eğitimi” üzerinde durmamız ve bu konuyla ilgili olarak da bir şeyler söylememiz gerekir.

Türklerin eğitimde iki büyük kusuru var: Birincisi üniversiteyi yüksek lise, ikincisi öğrenmeyi ezberlemek sanıyorlar. Araştırma zihniyetleri ise çok zayıf.

Bu sözler, Büyük Atatürk’ün sağlığında başlayıp 1950’li yıllara kadar Ankara ve İstanbul Hukuk Fakülteleri’nde hocalık yapan ve döneminde yetişen pek çok değerli yargıç, avukat ve savcı üzerinde emeği bulunan Prof. Dr. Ernst Hirsch’e ait. Hirsch, bunları 1939 yılında toplanan ilk Maarif Şurası’nda söylüyor. Hirsch’in bu tespiti, öğrenme, öğretme ve bilim zihniyeti konusunda, Türkiye’de 1939 yılından 2023 yılına kadar çok fazla bir değişiklik ve ilerleme olmadığını gösteriyor.

Bu bağlamda ve öncelikle işaret etmek gerekir ki, ülkemizde sadece hukuk fakülteleri öğrencileri değil, diğer fakültelerde okuyan öğrencilerin çok büyük bir kısmı da, üniversite eğitimi ve öğrenimi yapabilmek için gerekli alt yapıya ve donanıma sahip değillerdir. Zira orta ve lise eğitimi ve öğretimi, öğrencileri üniversiteye hazırlama konusunda son derece yetersizdir.

Buna ve bana göre, Türkiye’de asıl çöken ve kimlik bunalımı içinde olan ilk-orta-lise eğitim ve öğretimi olmakla, öncelikle bu eğitim aşamalarının yeniden yapılandırılması gerekir.

Gerek dershanelere ihale edilmiş olan, gerekse okullarda uygulanan eğitim sistemi, teste ve ezbere dayalı bir sistemdir. Bu sistem bütünüyle öğrencilerin test sorularını daha hızlı ve doğru cevaplandırma becerilerinin geliştirilmesi üzerine kuruludur.

O nedenle ve ivedilikle mevcut bu sistemden vazgeçilmesi, tümevarımcı Sokratik bir modele, yani araştırma, sorgulama, analiz, eleştiri yapabilme becerilerinin, yanı sıra sözlü ve yazılı anlatım yeteneklerinin geliştirilmesi üzerine kurulu bir modele geçilmesi gerekir.

İlk-orta-lise eğitim ve öğretim modeli ile programı böyle olmadığı içindir ki, günümüzde tamamen ezber üzerine kurulu bir programdan geçen ve yanı sıra teste dayalı üniversite giriş sınavlarına göre eğitilen ve fakültelerinde yapılan sınavlarda da teste tabi tutulan gençler, gerek öğrenimleri boyunca, gerekse üniversiteden mezun olduktan ve mesleklerini icra etmeye başladıktan sonra ‘daha zayıf yazmakta’ ve ‘daha kötü konuşmaktadırlar.’

O nedenle, soruna önce ilk-orta-lise eğitiminden başlanılması, bu eğitim ve öğrenim süreçlerinin ezbere dayalı eğitim modelinden arındırılması, tartışmalı, analitik, tümevarımcı Sokratik bir eğitim ve öğretim modeline göre yapılandırılması ve programlanması gerekir. Zira ve ancak bu suretle ilk-orta-lise eğitimini tamamlayan öğrenciler, üniversitede verilecek dersleri anlayabilecek, algılayabilecek, özümseyebilecek bir düzeye gelebilirler.

Sevgili Meslektaşlarım,

Hepimizin bildiği üzere, üniversitelerin geleneksel işlevleri, öğrencilerin yerel ve evrensel kültür miraslarını tanımalarını, kendi zihinsel ve yaratıcı becerilerini kavramalarını, insan olarak sorumluluklarını bilen kişiler olarak, yani birer birey olarak yetişmelerini sağlamaktır.

Üniversitelerin bu işlevlerini yerine getirebilmeleri için her şeyden önce özgür, özerk ve bağımsız olmaları, bu şekilde yönetilmeleri, Büyük Atatürk’ün özlü sözüyle “aklı hür, vicdani hür, irfanı hür” nesiller yetiştirebilecek bir organizasyona ve yapıya sahip bulunmaları gerekir.

Bu ise, ancak özgür, bağımsız, özerk bir kişiliğe sahip olan yöneticiler ve akademisyenlerle mümkün olur. Esasen üniversite bilimsel çalışma yapılan yer, bilim de özgürlük olmakla, ister öğrenci, isterse akademisyen olsun, üniversite mensubu olmak özgür düşünceyi savunan bir birey haline gelmek, itaat ve biat etmenin, birilerine kulluk yapmanın, müritliğin yerine, bağımsız, özerk, özgür kişiliği koymak, özetle birey olma sürecini tamamlamak demektir.

Esasen toplumsallaşabilmenin asgari koşulu da birey olma sürecini tamamlamayı gerektirir. Bizim daha hala çocuk toplum olmamızın, yetişkin insanlar toplumu olamamamızın nedeni, aldığımız eğitim ve yetiştirilme şeklimiz itibariyle çoğumuzun birey olma sürecini tamamlayamamış olmamızdan ve dolayısıyla birey olamamamızdan dolayıdır.

Değerli Meslektaşlarım,

Soruna hukuk eğitimi ve öğrenimi yönünden yaklaşıldığında, yukarıda ifade edilenlere ek olarak şunları da söylemek gerekir: Hukuk fakültelerine öğrenci kabulü, doğrudan fakültelerin kendilerinin yapacakları sınava bırakılmadır. Bu sınav, test usulü değil, hukuk öğrenimi yapmaya aday olan öğrencide bulunması gereken sözlü/yazılı anlatım yeteneğini, genel kültür düzeyini, analiz-sentez yapma, sorun çözme becerilerini ölçecek ve değerlendirecek şekilde yapılmalıdır.  

Yine hukuk fakülteleri ikinci fakülte haline getirilmeli, yani hukuk fakültelerine herhangi bir alanda lisans öğrenimi tamamlamış olanlar gidebilmelidir. Böyle bir düzenleme getirildiği takdirde, pek çok kişi gerek zaman yönünden, gerekse ekonomik nedenlerle ikinci bir tahsili göze alamayacağı ve sadece avukat, yargıç, savcı, akademisyen olmayı pozitif bir hedef olarak seçenler hukuk fakültesine gideceği için, böyle bir düzenleme beraberinde kaliteyi getirecektir. Bu düzenlemenin bir diğer yararı da, yukarıda sözü edilen meslekleri icra etme yaşının yukarıya çekilmesi ve buna bağlı olarak bu mesleklere olgun ve nitelikli kazanımlar sağlamasıdır.

Bu konuda önemli olan bir diğer husus, bugün Türkiye’de mevcut hukuk fakültelerinin tamamında, daha hala yargıç ve savcı yetiştirme anlayışına göre hukuk eğitimi yapılıyor olmasıdır. Oysa yargılama faaliyeti, yargının kurucu unsuru olan yargıcın, savcının, avukatın birlikte ürettikleri, yarattıkları, yürüttükleri kolektif bir faaliyettir.

Dahası, yargılama faaliyetini demokratikleştiren unsur, avukat ve savunma olmakla, demokratik bu işleyişin sağlanması, ancak ve ancak bu görevin hiçbir engelleme ve tehdit olmaksızın yapılabilmesiyle mümkündür. O nedenle, hukuk fakültelerinin sürdürdükleri eğitim modelini gözden geçirmeleri, bu bağlamda avukat yetiştirmeyi de esas alan bir modele geçmeleri gerekir.

Yine hukuk fakültesi sayısının disipline edilmesi, ihtiyaç kadar fakülte açılması, hukuk fakültelerine alınacak öğrenci sayısının ihtiyaca göre belirlenmesi ve mutlaka azaltılması gerekir.

Hukuk fakültelerinin sahip olması gereken fiziki koşullar ile gerekli diğer standartların önceden tespit edilmesi, bu standartlara sahip olan üniversitelere Türkiye Barolar Birliği’nin ve hukuk fakültesinin açılacağı il Barosunun görüşü alınmak suretiyle hukuk fakültesi açma izni verilmesi, hukuk fakültesine sahip olan mevcut üniversitelerden, kendilerini bu standartlara uygun hale getirmelerinin istenilmesi, bunu sağlayamayanların ise kapatılmaları gerekir.

Değerli Meslektaşlarım,

Kuşkusuz benim burada çerçevesini çizdiğim konuların dışında ve başkaca konularda yapılması gereken değişiklikler, başkaca öneriler ve fikirler de vardır. Bunları ise, bu konuda çalışma yapmakla, fikir üretmekle tespit edebilir ve geliştirebiliriz. Esasen bu çalışmanın ve bu çalıştayın yapılmasından amaç da budur.

Ben bu konu üzerinde çalıştıkça, yeni fikirler üretebileceğimizden, yeni öneriler geliştirebileceğimizden eminim.

Son bir söz. Onu da dijital çağın en önemli figürlerinden olan Steve Jobs söylüyor. Bu bağlamda, Jobs; “Peki! Bütün bu hizmetlerin yapılmasında, Bizi/Beni motive eden neydi?” diye sorarak sözlerine başlıyor ve sonra şöyle devam ediyor: “Bence yaratıcı insanların çoğu, bizden önceki insanların çalışmalarından faydalanabildikleri için minnettar olduklarını ifade etmek isterler. Ben kullandığım dili ya da matematiği icat etmedim. Tükettiğim besinlerin çok azını üretiyorum, giysilerimin hiçbirini ben dikmiyorum. Yaptığım her şey türümüzün diğer üyelerinin yaptıklarına ve üzerinde durduğumuz omuzlara bağlı. Ve çoğumuz türümüze bir şeyler sunarak karşılık vermek ve akıntıya bir şeyler katmak istiyoruz. Mesele bildiğimiz yolla yeni bir şeyler ifade etmeye çalışmaktır. Çünkü Bob Dylan şarkıları besteleyemeyiz, Tom Stoppard piyesleri yazamayız. Sahip olduğumuz yetenekleri derin duygularımızı ifade etmekte, bizden önce insanlığa katkıda bulunmuş kişilere minnettarlığımızı göstermekte ve akıntıya bir şeyler katmakta kullanmak isteriz. Bizi/beni motive eden buydu.

Evet! Bu çalışmayı yapmak ve bu çalıştayı düzenlemek konusunda bizi, sizi, Avukat Hakları Grubu’nu motive eden de “akıntıya bir şeyler katmaktır.”

Ben şahsen, bu çalıştayın ve bu çalıştayı yapan siz değerli meslektaşlarımızın, düşüncelerinizle, önerilerinizle, eleştirilerinizle, tartışmalarınızla “akıntıya bir şeyler değil, çok şeyler katacağınızdan” eminim.

Size çalışmalarınızda başarılar diliyor, hepinize en içten saygılarımı sunuyorum.   

ANILARIMDAN BİR SAYFA – ‘Lübnan’a Yapılan Saldırılar-Filistin Sorununun Uluslararası Hukuk ve İnsan Haklarına Olan Etkileri ile Dünya Barışına Olan Etkisi Yönünden Hukukçuların Konuya Bakış Açıları’ Konulu Etkinlik –

İsrail, Lübnan’da yerleşmiş Hizbullah Örgütü’nün iki İsrail askerini kaçırması, bunlardan sekizini öldürmesi sonrasında, 12 Temmuz 2006 tarihinde Lübnan’a havadan ve karadan saldırmış, Lübnan limanlarını denizden ablukaya almıştı.

İsrail’in bu saldırısı üzerine Ankara Barosu olarak yayımladığımız 19 Temmuz 2006 tarihli bildiriyle İsrail’in bu saldırısına karşı çıkarak şunları ifade ettik; ‘Uluslararası ilişkilerde ve uluslararası hukukta asıl olan, devletlerin egemenliği, devletlerin ege­menlik hakkına saygı, ulusların kardeşliği, küresel düzeyde barışın sağlanması, her koşulda barışın korunması ve kesintisiz olarak sürdürülmesidir. Bütün bu nedenlerle, başta ABD olmak üzere, onun himayesindeki İsrail’in, diğer devletlere yöne­lik saldırıları, uluslararası hukukun temel ilkelerine aykırı olduğu kadar, barışın küresel düzeyde sağlanması, korunması ve sürdürülmesi yönündeki gereksinimlere ve taleplere de aykırıdır. ABD’nin, insani müdahale adı altında, Irak’ta başlattığı ve uzunca bir süre sürdürdüğü, ahlaken ve hukuken kabul edilebilir hiçbir nedene dayanmayan haksız ve adaletsiz işgaline, İsrail’in, Filistin’de yaşanan hukuk dışı kaçırma olayını bahane ederek Lübnan’a yönelttiği orantısız güç kullanımına ve uyguladığı şiddete, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, İslam âleminin ve dünyanın diğer ülkelerinin sessiz kalması, vicdanları rahatsız eden ve utanılması gereken bir insanlık ayıbıdır. Kendi Anayasasının önsözünde,Daha mükemmel bir birlik, adalet, iç barış, ortak savunma, genel refah, kendimiz ve gelecek kuşaklar için özgürlüğün nimetlerini sunmak, mutluluğu aramakgibi temel siyasi değerlere ve erdemlere yollamada bulunan, ama bu siyasi değerleri ve erdemleri, kendi çıkarları için geçmişte Vietnam, Guatemala, Dominik Cumhuriyeti, devrim sonrası Nikaragua, Grenada halk­larına, şimdilerde ise Irak halkına çok gören, insani müdahale adı altında Irak’ta, adaleti ve ahlakı kaba güce feda eden ABD’ni: Filistin’de ve Lübnan’da şiddet uygulamak suretiyle masum sivillerin ölümüne neden olan İsrail’i şiddetle kınar, her iki ülkeyi de, insan haklarına, barışa ve diğer ülkelerin egemenlik haklarına saygılı olmaya davet ederiz.

İsrail’in Lübnan’a saldırısı sonrasında bu bildiriyi yayınlamış olmakla birlikte, dönemin Ankara Barosu Başkanı olarak ben, bunun yeterli olmadığı, daha farklı ve etkili bir tepki ortaya konulması gerektiği düşüncesindeydim.

Bu düşüncemi Beyrut’ta avukatlık yapan, Arap olması nedeniyle Araplara, Hıristiyan/Marunî olması nedeniyle de Batıya yakın ve ayrıca kişisel olarak benim de dostum olan rahmetli Sami Akl ile Sofya’da katıldığımız BCBA/Karadeniz Ülkeleri Barolar Birliği toplantısı sırasında paylaştım ve Sami Akl ile Ankara’da bir konferans düzenlemeyi planladık.

Konuyu o tarihlerde Türkiye Barolar Birliği Başkanı olan ve bizimle birlikte BCBA/Karadeniz Ülkeleri Barolar Birliği toplantısı için Sofya’da bulunan rahmetli Özdemir Özok ile de paylaştık. Özdemir Özok konuya çok sıcak yaklaştı, her türlü desteği vereceğini söyledi. Ve hatta 03 Temmuz 2006 tarihinde yapılacak olan Ankara Barosu önseçimini benim kaybetmem halinde etkinliğin akıbeti hakkında endişesini ifade eden Sami Akl’a, ‘hiç endişe etme, Ahsen bu seçimi kazanır, kazanırsa Ankara Barosu’yla birlikte yaparız, kazanamaz ise konferansı Barolar Birliği olarak biz düzenleriz’ dedi.

Önseçimi ve arkasından yapılan Genel Kurul’daki seçimi ben kazandım. Rahmetli Özok sözünü tuttu ve başlığını Sami Akl ile birlikte ‘Lübnan’a Yapılan Saldırılar-Filistin Sorununun Uluslararası Hukuk ve İnsan Haklarına Olan Etkileri İle Dünya Barışına Olan Etkisi Yönünden Hukukçuların Konuya Bakış Açıları’ olarak koyduğumuz konferans, Arap Avukatlar Birliği’nin de katımıyla 17-18 Kasım 2006 tarihinde Ankara’da yapıldı.

Türkiye Barolar Birliği ile ortaklaşa yaptığımız bu etkinliğin açılış konuşmalarını, o tarihte Adalet Bakanı Müsteşarı olan Fahri Kasırga, dönemin Türkiye Barolar Birliği Başkanı olan rahmetli Özdemir Özok, Union International Advocate/Uluslararası Avukatlar Birliği (UIA) Orta Doğu Bölge Temsilcisi olan rahmetli Sami Akl ve o tarihte Ankara Barosu Başkanı olan ben yaptım.

Etkinliğe dönemin Arap Avukatlar Birliği Genel Sekreter Yardımcısı, Suriye Barosu Başkanı ve Başkan Yardımcısı, Libya Barosu Başkanı, Tunus Barosu Başkanı, Filistin Barosu temsilcisi, Tripoli Barosu temsilcisi, gazeteci Cengiz Çandar, Bilkent Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Mahmut Mutman, o tarihlerde Türkiye Barolar Birliği Genel Sekreteri olan Güneş Gürseler’in kızı Ceren Gürseler konuşmacı olarak katıldılar.

O tarihlerde Türkiye Barolar Birliği Başkanı olan rahmetli Özdemir Özok, yaptığı açış konuşmasında şunları söyledi:

“Sayın Konuklar,

Arap Barolar Birliği ve Arap ülkeleri baro başkan ve temsilcilerinin katılımı ve Türkiye Barolar Birliği, Ankara Barosu birlikteliğiyle gerçekleştirilen ‘Lübnan’a Yapılan Saldırılar-Filistin Konusu Sorununun Uluslararası Hukuk ve İnsan Haklarına Olan Etkileri ile Dünya Barışına Olan Etkisi Yönünden Hukukçuların Konuya Bakış Açıları’ konulu sempozyuma hoş geldiniz.

UlA (Uluslararası Avukatlar Birliği) Orta Doğu Bölge temsilcisi Sayın Sami Akl ve Ankara Barosu Başkanı Sayın Ahsen Coşar’dan bulunduğumuz coğrafyada yaşananların bölge ülkeleri hukukçuları tarafından bir sempozyumda tartışılması önerisi geldiğinde, farklı hukuk sistemlerinin uygulandığı, farklı kültürlerin yaşandığı ülke hukukçularının tartıştırılması, doğrusu bana önce pek sıcak gelmedi. Ancak bir an düşündükten sonra uzun yıllardan bu yana, huzura, istikrara, barış ve güvenliğe özlem çeken bölge hukukçularının, sempozyumun ortak değeri olan ‘hukuk’ bağlamında çok şeyler söyleyebileceğine olan inancımla, konuyu Türkiye Barolar Birliği kurullarında tartışarak sempozyumu Ankara Barosu ile ortaklaşa gerçekleştirmeye karar verdik.

Hemen şunu da vurgulamak istiyorum. Etkinliği düzenleyen Türkiye Barolar Birliği ve Ankara Barosu olarak politika dışı, objektif bir yaklaşımla, İsrail dahil tüm bölge ülkeleri hukukçularını çağırmak istediğimizde büyük bir dirençle karşılaştık. Bu nedenle sadece Arap ülkeleri hukukçularını çağırmak durumunda kaldık. Halbuki biz hukukçular, yerel politik baskılardan uzaklaştığımız sürece ulusal üstü ve evrensel hukuku yakalayabiliriz.

Sayın Konuklar,

6 Ocak 1941 günü ABD Devlet Başkanı Franklin Roosevelt Kongre’de yaptığı tarihi konuşmasında dört özgürlüğe vurgu yaptı. ‘… Tehlikelerden korunmaya çaba harcadığımız önümüzdeki günler için dört temel insan özgürlüğü üzerine kurulu bir dünya bulacağımızı umut ediyoruz…” dedikten sonra, devamla “birincisi dünyanın her yerinde konuşma ve ifade özgürlüğü, ikincisi dünyanın her yerinde, her kişinin Tanrı’sına kendi istediği biçimde tapınma özgürlüğü, üçüncüsü dünyanın her yerinde yoksulluktan kurtulma özgürlüğü, dördüncüsü dünyanın herhangi bir yerinde korkudan kurtulma özgürlüğüdür…’ dedi.

Özellikle bu sonuncu özgürlük, hiçbir ulusun herhangi bir komşusuna ya da başka ulusa karşı fiziksel saldırı eylemi gerçekleştirmek durumunda olamayacağı bir noktaya ve davranış aşamasına gelene dek sürecek, dünya çapında etkin bir silahsızlanmanın sağlanmasını amaçlıyordu.

Bugün dahi büyük önem taşıyan bu konuşmanın etkisiyle. 26 Haziran 1945 günü Birleşmiş Milletler Antlaşması ile uluslararası bir örgüt kurulmuştur. Sözleşmenin giriş bölümünde bu örgütün hedefleri şu sözlerle ifade edilmektedir.

‘…Biz Bırleşmiş Milletler Halkları, Bir insan yaşamında iki kez insanlığa eşi görülmedik acılar yaşatan savaş felaketinden gelecek kuşakları korumaya ve temel insan haklarına, insan kişiliğinin onur ve değerine, erkeklerle kadınların ve büyük uluslarla küçük ulusların hak eşitliğine olan inancımızı yinelemeye, Adaletin korunması ve anlaşmalardan ve uluslararası hukukun öteki kaynaklarından doğan yükümlülüklere saygı gösterilmesi için gerekli koşulları oluşturmaya, Daha geniş bir özgürlük içinde toplumsal ilerlemeyi ve daha iyi bir yaşam düzeyi sağlamaya, VE BU AMAÇLARLA; Hoşgörülü olmaya ve iyi komşuluk ilişkileri içinde birbirimizle barış içinde birlikte yaşamaya ve Uluslararası barış ve güvenliği korumak için gücümüzü birleştirmeye, Ortak çıkarlar dışında, silahlı güç kullanılmamasını  sağlayacak ilkeleri benimsemeye ve yöntemler geliştirmeye, Tüm halkların ekonomik ve toplumsal gelişmesini hızlandırmak üzere uluslararası yollara başvurmaya, KARARLI OLARAK, BU AMAÇLARI GERÇEKLEŞTİRMEK ÜZERE ÇABALARIMIZI BİRLEŞTİRMEK SONUCUNA VARDIK…’

Bu duygu ve düşüncelerle Birleşmiş Milletler Antlaşması’na imza koyan o saygın insanlar, eğer bugün dünyada ve bölgemizde yaşanan olumsuzlukları görebilselerdi, yaptıkları güzel ve iyi niyetli girişimler adına utanç duyar, kıyıma uğrayan aç ve sefil insanlardan özür dilerlerdi.

Franklin Roosevelt’in 6 Ocak1941 günlü tarihi söylevinden yıllar sonra 13 Mart 1996 günü Mısır Şarm El Şeyh’de başta Arap dünyası olmak üzere İsrail ve Avrupa’dan 29 hükümet ve devlet başkanının bulunduğu ‘Barış Galip Gelecek’ konulu zirve toplantısında söz alan Başkan Bill Clinton uzun ve anlamlı konuşmasında; ‘… Filistin halkının çok zor başardığı, çok zor elde ettiği değerler doğrudan tehdit altında bulunmaktadır. Terör tacirleri onların geleceklerini satın almaya, umutlarını yok etmeye uğraşmaktadır. Çocuklar için daha iyi bir yaşam isteyen, arayan Arap ana ve babalar barış düşmanlarının onları da hedef aldığını anlamıştır…’ demiş ve sonra şöyle devam etmiştir. ‘…Birlikte hareket etme kararlılığımızı üç alana yönlendirmeliyiz: öncelikle teröre başvuranları lanetlerken açık ve net olmalıyız. Çünkü Orta Doğu için aradığımız gelecekte şiddetin yeri yoktur. Yapıcı bir barış için arayışımızı artırmalıyız. Barış çemberi tanımlanana kadar barışı zorlamalıyız. Burada yaşayan insanların günlük hayatlarına barışın yararlarını getirmek için gayret etmeliyiz, zira insanlar umutlarını ve barışı yitirirlerse teröristler başarı elde etmiş olurlar. Bu ise zaferlerin en zalimidir ve biz buna asla olanak vermemeliyiz… Ayrı topraklardan ve ayrı geleneklerden gelsek de bugün barış dilini konuşuyoruz. Orta Doğu bölgesinde arzu ettiğimiz ve aradığımız gelecekte şiddetin yeri yoktur. Hepimiz biliyoruz ki yüzde yüz başarıyı garanti edemeyiz, ancak hepimiz diğerinden yüzde yüz gayret göstermesini talep etmeliyiz. Barış için giriştiğimiz savaşı kazanacağız…’

Değerli Konuklar,

Peki, ne oldu da, yaşadığımız coğrafyada akıl ve barış söylemleri dışlandı ve kan gövdeyi götürür oldu? Bu sorunun yanıtı, 11 Eylül 2001 günü ABD’nin prestiji olan ikiz kulelere yapılan saldırı ve bu saldırı sonunda yaşananlar karşısında dillendirilen ‘hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ sözlerinde ifadesini bulan şok, nefret, korku ve kin duygularında yatmaktadır. Aslında bu sorunun başka bir yanıtını, Berlin duvarının yıkıldığı 1989 yılına kadar götürmek ve iki kutuplu soğuk savaş dönemini sonlandıran Sovyetlerin dağılmasıyla oluşan tek kutuplu dünya düzenine ve onun getirdiği sonuçlara bağlamak da mümkündür. ABD, topsuz, tüfeksiz, bombasız kazandığı hakimiyet sonucunda dünyanın tek süper gücü olduğuna güvenerek müthiş bir büyüklük duygusuna ve yenilmezlik gururuna saplanmıştır. Bunun sonucu ‘tarih bitti, tarihi biz bitirdik, askeri gücü olan dilediği gibi tarihi bitirir ve başlatır’ söylemleriyle, yenidünya düzeni ve globalleşmenin liderliğine soyunan ABD, yarı tanrısal, yarı emperyal bir karaktere bürünmekte gecikmedi. İşte tüm olanlar bu anlayış ve yaklaşım sonunda oldu ve kovboy asıllı eski Teksas Valisi George W. Bush yönetimindeki ABD uygarlıklar beşiği Mezopotamya’yı cehenneme döndürdü. Oysa yukarda kısaca atıfta bulunduğum, 6 Ocak 1941 yılında Franklin Roosevelt’in söyleminden yıllar sonra, Bill Clinton’un 13 Mart 1996 günü dillendirdiği barış söylemleri bölgemizin yanı sıra tüm dünyada barış, huzur ve güvenlik için umut olmuştu.

Tüm bunların sonucu olarak şu değerlendirmeyi yapmak mümkündür. Geçmişten günümüze uluslararası hukuk çerçevesinde yerel ve evrensel çatışma ve savaşlara karışan ABD, insan haklarını ve hukuku öne çıkardığı sürece kabul görmüş, ama son yıllarda Orta Doğu’da uyguladığı ve insan hakları ile uluslar üstü hukuku dışladığı sürece çok ciddi yanlışlar yapmış, dünya kamu oyunda prestij yitirmiştir. Bu günkü manzara kabaca, ‘dünyanın en büyük gücünü elinde bulunduran ABD’siz olmuyor’ şeklindedir. Ama hukuka ve insan haklarına saygılı olmayan bir ABD yönetimi, hem iç, hem de uluslararası politika ve ilişkilerde inandırıcılığını kaybetmektedir. Nitekim geçtiğimiz günlerde Kongre ara seçimlerinde muhalefetteki demokratlar, Irak ve Orta Doğu politikalarının mimari olan Bush ve onun temsil ettiği Cumhuriyetçilerin 12 yıllık hakimiyetini yıkmışlardır. Kendi ülkesi yanında tüm dünyanın huzuru ve barışı için duyarlılık gösteren ABD halkını kutlamak gerek. Yine ABD Barolar Birliği, Orta Doğu ve Irak politikalarından sorumlu olan kimi ABD üst yöneticileri hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. Tüm bu gelişmeleri yansız bir biçimde gözlemlediğimizde karşımıza sözde değil, özde, başka bir anlatımla, sadece söylemlerde ve yazılı metinlerde tekrarlamak değil, tüm ulusların büyük bedellerle yarattığı ‘insan hakları ve uluslararası hukuku’ koşulsuz ve ön yargısız tanımak gerekmektedir. Önde gelen dinlerin ve inanışların doğması nedeniyle kutsal topraklar ile çağımız enerji ve sanayi sektörünün temel taşını oluşturan petrol yataklarını sınırları içinde bulunduran Orta Doğu, geçmişten, günümüze her dönemde uluslararası siyasetin ve ekonominin ilgi odağı olmuştur. Bunun sonucu bölge ülkeleri çoğu kez dış kaynaklı müdahalelerle karşı karşıya kalmaktadır. Özellikle İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte bu müdahaleler daha da artmıştır. Çünkü uzun yıllar, dünyanın dört bir yanına yayılmış Yahudi topluluğu, bu ırkın girişimci özelliği gereği, bulundukları ülkelerde önemli lobiler oluşturmuşlardır. Bunun doğal sonucu olarak uluslararası kuruluşlarda ve ilişkilerde çok etkin bir konuma gelmişlerdir. Zaman zaman bu güç ve etkinliklerini haksız ve yanlış kullanmaktadırlar. Oysa dünyanın en çok horlanan, dışlanan, soykırıma uğrayan halkının, bu gün geldiği noktada, insan haklarına daha çok saygılı olması, bölge barışını koruması, hukuk dışı davranışlardan özenle kaçınması gerekirdi. Bölge topraklarına ismini veren kadim Arap uluslarının hemen hemen çoğunda dini kuralların egemen olduğu, şer’i hukuk düzeni geçerlidir. Tanrı buyruğuna dayanan bu hukuk düzeni ile insan aklının ürünü olan laik hukuk arasında çok ciddi farklılıklar bulunmaktadır. Bu fark ve çelişki ulusal ve uluslararası ilişkilerde çeşitli sorunların yaşanmasına neden olmaktadır. Bu hukuk farklılığı yanında, radikal İslam yanlılarının cihat adına sergilediği terör olayları dünya kamuoyunun bölgeye duyarlılığını artırmaktadır. Dileğimiz hep beraber yaşamak durumunda ve zorunda olduğumuz bu coğrafyada aklın rehber, hukukun egemen olmasıdır.

Sayın Konuklar,

Bölgede uzun yıllar güç, söz ve toprak sahibi olan Türkiye ile ilgili birkaç saptama yapmak istiyorum. Ülkemizde 1839 yılında başlayan ve büyük önder Atatürk ile doruk noktasına varan çağdaşlaşma yolculuğunda, hukuk devleti, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkelerine dayanan anayasal ve siyasal aşamalar, kimi sorunlarımıza karşın, önemli bir birikimi ve deneyimi beraberinde getirmiş, bunun sonucu olarak ülkemiz bölgenin barış ve istikrarı yakalayan devletlerinden biri olmuştur. Sözlerimi büyük Atatürk’ün ‘Yurtta Barış, Dünyada Barış’ özdeyişine uygun bir Orta Doğu’da buluşmak umudu ve toplantının bölge barışma katkı sunması dileğiyle bitiriyor, hepinize saygılarımı sunuyorum.”

Özdemir Özok’tan sonra kürsüye gelen Uluslararası Avukatlar Birliği (UIA) Orta Doğu Bölge Temsilcisi rahmetli Sami Akl yaptığı açış konuşmasında şunları söyledi:

“… Sayın Özdemir Özok’a ve Vedat Ahsen Coşar’a bu güzel girişimleri nedeniyle ve Arap Avukatlar Birliğini, ‘Lübnan’a Saldırı, Filistin Sorunu ve Bunların İnsan Hakları ve Uluslararası Hukuk Üzerindeki Etkisi ile Avukatların Barış Perspektifinden Rolü’ konulu sempozyuma davet ettikleri için teşekkür etmek istiyorum.

Sayın Coşar, bölgemizdeki insan hakları konularında aldığınız inisiyatif ve gösterdiğiniz yüreklilikle beni derinden etkiliyorsunuz. Arap dünyasının Baro Başkanları ve Türk meslektaşlarımızla yapılan bu toplantı, bu topraklardaki problemleri daha iyi kavramamız için bölge halklarına kalıcı bir barışa yönelik bir adım, avukatlar olarak bizlerin başarılı olması için elimizden gelen tüm gayreti göstereceğimiz bir adamdır.

Ankara’da, İstanbul’ da, BCBA toplantılarında birçok vesile ile Türkiye’nin, bölgedeki tüm ülkelerle arasındaki önemli tarihsel ilişkisi nedeniyle Orta Doğu barışında önde gelen bir rol oynayabileceğini belirtmiştim. Türkiye ve Yunanistan Dışişleri Bakanları’nın İsrail ve Filistin Yönetimindeki ortak barış misyonunu bu bakımdan değerlendiriyoruz. Ayrıca 16 Temmuz 2002 tarihinde Sayın Sadık Erdoğan’ın Başkanlığı döneminde Ankara Barosu tarafından Antalya’da düzenlenen ‘Doğu Akdeniz’de Barışın Anlamı’ konulu toplantıda Adalet Bakanı Sayın Prof. Dr. Hikmet Sami Türk konuşmasında şunları söylemişti: ‘Şimdi İsrail’de her gün insanlar öldürülüyor. Filistinlilerin bağımsız varlıklarını kabul etmek istemiyorlar, oysa ki İsrail’deki ve bölgenin hassas kısımlarındaki tüm halkların hakları tanınmalıdır. Filistin halkının bağımsız varlığı tanınmalıdır. Geçmişte Yahudiler adaletsiz muamelelere maruz  kalmışlardı, şimdi de İsrail diğer topluluklara karşı benzer muamelede bulunmamalıdır. Ortak arzumuz İsrail, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerde barışın gerçekleştirilmesidir… Ne yazık ki Lübnan’da kavga ve savaş sona ermedi. İsrail yakın zamanlarda, yani bir ay önce 12 Temmuz 2006’da Lübnan’a saldırmış ve köprüleri bombalamak yoluyla kara ulaşımını engelleyerek, sivillere karşı yasak silahlar kullanarak ve denizden ve havadan abluka altına alarak masum insanları öldürmüş, birçok köyü harap etmiş ve güneyde bir milyondan fazla kişiyi evinden etmiştir. Bu büyük saldırı insan Haklarına ve Uluslararası Hukuka aykırıdır ve meydana gelen tahribatın ölçüsü, sivillerin çektiği acı ve ölümler için hiçbir kabul edilebilir gerekçe yoktur. Askeri operasyonların bitiminden önceki günlerde İsrailler operasyonun biteceğini bildikleri halde Güney Lübnan’a 1.200.000 adet misket bombası atılmıştır. Bu zamana kadar bu mühimmattan dolayı her gün ölümler meydana gelmektedir ve askeri uzmanlara göre bunların tamamen temizlenmeleri için 10 yıl geçmesi gerekmektedir.

Son altmış yılda kötü savaş gördük: bazı insanlar için görünen o ki, İsrail’de söz konusu olan ordusu olan bir ulus değil ulusu olan bir ordudur. Diğerleri için ise İsrail’in ördüğü duvar, ki bu duvar eninde sonunda yıkılacaktır, İsrail halkını gerçek bir gettoya sokmaktadır. Bölgedeki hiç kimse, özellikle de Arap avukatlar, böyle bir yazgı istemez. Bu karmaşık durum yakın gelecek için herhangi bir ümit bırakmamaktadır. Dolayısıyla bugün burada yalnızca İsrail’in ‘saldırılan’ ve bu saldırıların Lübnan, Filistin ve tüm bölge üzerindeki etkisi üzerinde odaklanmak için değil, nihai, adil ve de kalıcı bir Barışın elçileri olarak birlikte çalışmak için toplanmış bulunuyoruz.

Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.”

Bu konuşmalar sonrasında, dönemin Ankara Barosu Başkanı olarak yaptığım konuşmada, ben de şunları söyledim:

“… Öncelikle herkese hoş geldiniz diyor, konferansa yaptıkları katkılarından dolayı tüm katılımcılara, Barom adına, kendi adıma teşekkür ediyor, en iyi dileklerini sunuyorum.

Konuşmamı sunmazdan önce, bizleri bir araya getiren ve burada toplanmamızda büyük katkısı olan değerli meslektaşım Sayın Sami Akl’a teşekkür ediyorum. Çünkü bu konferansın yapılmasında herkesten daha fazla katkısı olan Sami Akl’dır. O nedenle, en çok teşekkür etmememiz gereken kişi O’dur. Teşekkürler Sayın Sami AkI. Sadece Sayın Sami Akl’a değil, katkılarından dolayı Arap Avukatlar Birliği ile Arap Barolarına da teşekkür ediyoruz. Onların bugün burada bizlerle birlikte olmalarından dolayı gerçekten mutluyuz ve onur duyuyoruz. Katkılarından ve bugün burada bizlerle birlikte olmalarından dolayı kendilerine Yönetim Kurulum adına, kendi adıma teşekkür ediyorum.

Bu vesile ile ifade etmek isterim ki, Ankara Barosu, sadece üyesi olan avukatların ortak gereksinimlerini karşılamak, genel menfaatlere uygun olarak avukatlık mesleğinin gelişmesini sağlamak, meslek mensuplarının birbirleriyle ve halkla olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni egemen kılmak üzere meslek disiplinini ve ahlakını korumak amacıyla yasayla kurulmuş bir kamu kuruluşu değildir.

Ankara Barosu, aynı zamanda, toplumun avukatı, demokrasinin ve barışın içten savunucusu, hukukun herkesi eşit olarak korumasının, insan haklarının, hukukun üstünlüğünün de koruyucusudur.  Bu bağlamda, ‘Yurtta barış, dünyada barış’ ilkesine inanmak, bu amaçla başkalarının hak ve özgürlüklerine mutlak saygı üzerine kurulu barış dolu bir yaşamı, karşılıklı sevgiyi ve dostluğu talep ve arzu etmek Ankara Barosu’nun temel ilkesidir.

İnsan hakları ihlallerine, hem yurdumuzda ve hem de dünyada meydana gelen haksız ve gayri adil her türlü saldırıya tanıklık etmek Ankara Barosu olarak, avukat olarak bizim görevimizdir. 0 nedenle, bu toplantının yararlı sonuçları olacağına, hem ülkelerimiz arasındaki dostluğa ve hem de dünya barışına katkı yapacağına Ankara Barosu olarak inanıyor ve bunu umut ediyoruz.

Barışa katkılarının sağlanabilmesi için, bu konferansın İsrail Barosunun da katılımı ile yapılması kuşkusuz daha uygun olurdu. Ne yazık ki, henüz yaşanan acıların taze, hissedilen öfkenin sıcak oluşu buna izin vermedi. Bununla birlikte, gelecekte bunu da başaracağımızı umut ediyorum.

‘İnsanlar sınırlardan daha önemlidir’ diyor Vaclev Havel. Doğru da söylüyor. Zira insanlar, insanların hakları, gerçekten her şeyden daha önemli ve değerlidir. Esasen hukuk ve yargı, insanların haklarını güvence altına almak için icat ve tesis edilmiştir. Hukuk anlayışımızın büyük bir kısmı liberal kuramdan türemiştir. Bu kuram, büyük ölçüde toplum sözleşmesi kuramından yararlanmak suretiyle hukuku, medeni ve düzenli bir var oluşun temel güvencesi olarak kabul eder. Devletin ve hukuk sisteminin var olmadığı ‘tabiat halinde’, kimi insanlar ya başka insanlara zarar vermekte ya da diğer insanları tehdit etmektedir.  0 nedenle, hukukun işlevi, toplumdaki her insanı, toplumdaki kötü niyetli ve karakterli diğer insanlardan korumak ve böylelikle insanların hak ve özgürlüklerine tecavüz edilmesinin önüne geçmektir.

Bu korumanın, toplumu ve toplumun her bir üyesini kapsaması için, hukukun tarafsız bir niteliğe sahip olması gerekir. Esasen hukuk siyasetin üzerindedir ve devletin bireye, zenginlerin fakirlere, erkeklerin kadınlara, beyazların siyahlara üstün tutulmasını önlemek için, hukukla siyaset arasında katı bir ayrılığın ve ayrımın yapılması zorunludur.

Özgürlük, hukuk, adalet, barış ve demokrasi kuşkusuz herkes için son derece önemlidir, ancak bu değerler avukatlar için çok daha önemlidir. Onun için biz avukatlar, demokrasiye, barışa, hukuk devletine, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına saygı duyulmasına çok daha sıkı biçimde bağlıyız. Bugün burada bir araya gelmemizin, burada olmamızın nedeni de budur.

Bize göre, günümüzün en büyük sorunu ve zorluğu, hukuku ve demokrasiyi egemen ve üstün kılmak, hem bölgemizde, hem de tüm dünya ölçeğinde barışı ve güvenliği sağlamaktır. Bu sorunu ve zorluğu aşabilme konusunda, biz avukatların üzerine düşen sorumluluk ve görevler, diğer mesleklere göre çok daha fazladır. İlkesel olarak, insan haklarına ilişkin sorunun ve zorluğun çok önemli oluşu, zamanımızın iki temel değeri olan demokrasi ve barışla olan yakın bağlantısından kaynaklanmaktadır. Öyle ki, insan haklarının tanınması ve korunması, demokratik anayasaların inşa edilmesinin temeli olduğu kadar, her bir devlette ve uluslararası sistem içinde, insan haklarının etkili bir biçimde korunmasının önkoşulu da barışı sağlamaktır.

Yakın geçmişte yeniden tecrübe ettiğimiz üzere, eski bir özdeyiş olan ‘silahlar konuştuğunda, yasalar susar’ sözü, bugün hala doğruluğunu korumaktadır. O nedenle, sürekli barış idealinin, sadece uluslararası sistemin giderek demokratikleşmesiyle sağlanabileceğine, bugün her zamankinden daha çok ikna olmuş durumdayız. Yine, demokratikleşme yönündeki bu gelişmenin, insan haklarının devlet düzeyinde korunmasından daha çok, ulusal üstü düzeyde çok daha etkili biçimde korunmasına katkı yapacağına da inanıyoruz. Bu tarihsel hareket için gerekli olan üç unsurdan birisi insan hakları, diğeri demokrasi ve üçüncüsü de barıştır.

Bu bağlamda, insan haklarını tanımadan ve bu hakları etkili bir şekilde korumadan demokrasi olamayacağı gibi, demokrasi olmadan, devlet diye isimlendirdiğimiz geleneksel olarak birbirleri üzerinde çok daha fazla etkili olan büyük toplulukların veya bireylerin ya da grupların birbirleriyle olan çatışmalarının barışçıl yoldan çözülebilmesinin asgari koşullarının oluşturulamayacağı da aşikardır. Zira demokrasi bir yurttaşlar topluluğudur ve tebaa, temel insan haklarına sahip kılındığı zaman yurttaş statüsünü kazanır. O nedenle, kalıcı bir barış, alternatifi savaş olmayan bir barış, ancak insanların, şu ya da bu devletin yurttaşı değil, dünya yurttaşı oldukları zaman olacaktır.

Bu genel değerlendirme ve açıklamalardan sonra, gerek bu etkinliğimizin konusu, gerekse Irak, Filistin ve Lübnan sorunu hakkında şunları söylememiz gerekir.

Saddam Hüseyin ve işbirlikçileri 35 yılı aşkın bir süre, tüm ülke düzeyinde, yaygın biçimde işkence, yasadışı idamlar, keyfi tutuklamalar, gözaltılar ve kayıplar üzerine kurulu, itaati ve suskunluğu zorunlu kılan karmaşık ve patronaj yapıda bir devlet inşa etmişlerdir. Amerikan Hükümeti, Saddam’ın bu patronaj yönetimine son vermek iddiasıyla Irak’ı işgal etmiş olup, 2003 yılından bu yana, demokratik bir devlet oluşturmak için çalışmakta, Irak sivil toplumuna ve karar organlarına geniş olanaklar sağlamakta ve siyasal yönden tavsiyelerde bulunmaktadır. Ne var ki, Amerikalılar, demokrasinin, ancak toplum tarafından ihtiyaç duyulduğunda veya talep edildiğinde tesis edilebileceğini ve kurumsallaşacağını, ithal ya da ihraç edilemeyeceğini bilmedikleri için bu konuda başarılı olamamaktadırlar ve olamayacaklardır da.

Irak’ın işgali, hukuka aykırı ve adil olmayan bir eylemdir. Bu askeri operasyonun sonucu gerçekten trajiktir. Bugün Irak, Saddam’ın zamanından çok daha kötü bir durumdadır. Öyle ki, bugün Irak’ta ölenlerin, yaralananların, mağdur olanların, kayıpların, işkencelerin ve insan hakları ihlallerinin sayısını tam olarak bilmiyoruz.

Şimdi yeri gelmiş iken, Amerikan Hükümeti’ne kendi Bağımsızlık Bildirisi’nin şu bölümlerini anımsatmak isteriz;  ‘İnsani olayların akışı içinde, bir halk, kendisini bir başka halka bağlayan siyasi bağları koparmak ve doğa yasalarının ve Tanrı’nın, ona yeryüzü iktidarları içinde bağışladığı eşit ve bağımsız yeri almak gereksinimini duyduğu zaman, o halk, insanlığın görüşlerine olan saygısı gereği kendisini ayrılmaya zorlayan nedenleri açıklamak zorundadır. Biz şu gerçeklerin bizim için aşikar olduğunu biliyoruz: tüm insanlar eşit yaratılmışlardır, Yaradanları tarafından bağışlanmış vazgeçilmez haklara sahiptirler, Yaşam, Özgürlük ve Mutluluğu Arama hakları bunların arasındadır. Bu hakları güvence altına almak amacıyla, insanlar kendi yönetimlerini kendileri kurarlar ve bu yönetimler, iktidarlarının haklılığını yönetilenlerinin rızasından alırlar: Herhangi bir yönetim biçimi, bu hedefleri gerçekleştirmede yıkıcı olmaya başladığında, bu yönetimi değiştirmek veya ortadan kaldırmak, güvenliklerini ve mutluklarını sağlayacağına en çok inandıkları ilkeler ve yetkiler üzerine inşa edilmiş yeni bir yönetim kurmak halkın hakkıdır.’

Herkes, ama özellikle Amerikalı politikacılar şunu iyi bilmelidirler ki; ‘yaşam, özgürlük ve mutluluğu arama hakları ‘ sadece Amerikalıların değil, Irak, Filistin ve Lübnan halklarının da hakkıdır.

Bu noktada akla hemen Yahudi halkının Kutsal Kitabı’ndaki ‘On Emir’ gelmektedir; Bu emirlerden bir tanesi, özelde Yahudi halkına, genelde tüm insanlara ‘öldürmeyeceksin’ der. Ama İsrail Devleti öldürüyor. Dün öldürüyordu bugün de öldürüyor. Nitekim İsrail Devletinin, insanların yaşam hakkına karşı acımasız saldırıları ve hukuka aykırı tecavüzleri hala devam ediyor. Bu bağlamda, İsrail’in Lübnan ve Filistin’e yönelik haksız saldırısına ve orantısız karşılık verişine, masum insanları ve çocukları da hedef alışına hep birlikte tanıklık ettik, tanıklık ediyoruz. Zira ortada bir Filistin sorunu yoktur, emperyal bir anlayışa ve siyasete sahip bir İsrail sorunu vardır.

O nedenle, öncelikle ve özellikle, İsrail’in bu ve benzeri korkunç saldırılarını protesto ediyor ve bu konudaki üzüntümü ifade etmek istiyorum. Yalnızca İsrail’i değil, El Kaide terörünü ve dünyadaki diğer her türlü terörü protesto etmek gerekir. Sadece bunu değil, aynı zamanda her çeşit baskıyı, ayrımcılığı ve şiddeti de protesto ediyoruz.

Son olarak, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ‘insanlık ailesinin bütün üyelerinin doğuştan sahip oldukları insanlık onurunu ve eşit ve vazgeçilmez haklarını tanımak, yeryüzündeki özgürlük, adalet ve barışın temelidir’ diye başlayan bölümünün, İsrail Devletine ve yönetimine hatırlatılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum. Zira bu sözler, Birleşmiş Milletler statüsüne doğrudan yollamada bulunmakta, temel insan haklarına olan inanca yeniden vurgu yaparak devam etmekte ve ‘gelecek kuşakları savaşın felaketinden korumak’ gerektiğini bildirmektedir.

Son bir söz; Ankara Barosu ve avukatlar olarak: Filistin, Lübnan ve Irak halklarının kendi davalarında haklı olduklarına inanıyoruz. Bu bağlamda, Amerika destekli İsrail saldırıları, hem uluslararası hukuka ve hem de ahlaki değerlere aykırıdır. Bununla birlikte, bizler avukatız, politikacı değiliz. Bu platform da bir hukuk platformudur. Dolayısıyla, bizler tüm sorunları hukuki bir çerçeve içinde tartışmak zorundayız. Tüm konuşmacıların, hukuki bir zeminde duracaklarına inanıyor ve bunu diliyorum. İlginiz için teşekkür ederim.”

Konferansın sonunda yayımlanan deklarasyonda; ‘Filistin’e ve Lübnan’a yapılan saldırıların durdurulması, sivil halkın korunması, çatışmalara son verilmesi, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nu üye devletler ve örgütler aracılığıyla İsrail’in Filistin ve Lübnan halklarına yönelik ihlal ve suçlarını araştırmakla, özellikle de İsrail’in Lübnan’daki Kana ve Filistin’deki Beit Hanoun katliamlarını inceleyecek Uluslararası Soruşturma Komisyonu oluşturulması, herkes için adil, kapsayıcı ve kalıcı bir barışı gerçekleştirmek ve barış görüşmelerini başlatmak için uluslararası bir konferans çağrısında bulunulması’ hususlarına yer verildi.

Konuya ilgi duyanlar için iyi bir başvuru/referans niteliği taşıyan bu konferansta sunulan tebliğler, daha sonra Türkiye Barolar Birliği tarafından kitap olarak bastırıldı

Bu konferans, o tarihe kadar Arap Barolarıyla/Avukatlarıyla Türkiye Baroları arasında yapılan ilk ve son ortak çalışmaydı. Filistin sorunu ilk kez ve son kez Türkiye’de, Türk ve Arap barolarının bir araya gelmesiyle, o toplantı da hem hukuki, hem de siyasi yönüyle ele alındı. Uluslararası alanda pek çok konuda haksızlığa uğrayan Araplara, sorunlarını ortaya koymaları, kendilerini ve uğradıkları haksızlıkları ifade etmeleri için oluşturulan bu platform, Arap Barolarını ve avukatlarını ziyadesiyle mutlu etti.

Bu konferans aracılığıyla başlayan işbirliği ve diyalog sonraki yıllarda da devam etti. Bu bağlamda, benim Ankara Barosu’nda başkanlık yaptığım süre içinde, Arap Barolarının başkanları ve temsilcileri, her yılın Temmuz ayında düzenlediğimiz Ankara Barosu’nun kuruluş yıldönümlerine davetimiz üzerine katıldılar. Aynı şekilde Arap Baroları ve özellikle Arap Avukatlar Birliği de, dönemin Ankara Barosu Başkanı olarak beni ve yine dönemin Birlik Başkanı olan rahmetli Özok’u etkinliklerine davet ettiler.

STATÜ ENDİŞESİ, PARA, ŞÖHRET, MEVKİİ, MAKAM HIRSI ÜZERİNE BİR DENEME –

İsviçreli yazar ve felsefeci Alain de Botton, Türkçeye ‘Statü Endişesi’ olarak çevrilip yayımlanan özgün adı ‘Status Anxiety’ isimli,  hem eğitici, hem düşündürücü, hem de kışkırtıcı kitabında, başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğü korkusu, başarısızlığımızın toplum tarafından acımasızca yargılanacağı duygusu, başkalarını aslında değerli bir varlık olduğumuza ikna edemeyeceğimiz kaygısı, sonsuza dek başarılı kişilere buruklukla, kendimize ise utançla bakmaya mahkûm edileceğimiz sanrısı gibi, bizi fena halde kedere ve hüzne sürükleme tehlikesini içinde taşıyan evrensel bir endişeyi, statü endişesini inceler ve şöyle yazar: ‘Bizi yüksek statü arayışına yönelten karşı konulmaz isteğin neler olduğu konusunda yaygın birtakım yargılar vardır: bunlardan ilk akla gelenler para, ün, mevkii ve itibar edinme hırsıdır.

Bu tür hırslarla ilgili olarak Adam Smith, 1759 yılında yazdığı ‘The Theory of Moral Sentiments/Ahlaki Duygular Teorisi’ isimli kitabında şunları söyler: ‘Dünyadaki bütün bu hırgür, bu keşmekeş neye hizmet ediyor? Para hırsıyla canımızı dişimize takmış, zenginlik, iktidar, mükemmellik peşinde koşuyoruz; bu koşunun sonunda bizi ne bekliyor? Doğanın gereklerini mi yerine getirmeye uğraşıyoruz? En yoksul işçinin yevmiyesi bile doğanın gereklerini karşılamaya yeter. Öyleyse daha iyi şartlarda yaşamak adını verdiğimiz o yüce amacın bize nasıl bir yararı var? Şu yararı var: bütün bu koşuşturmanın sonucunda gözlemlendiğimizi, ilgilenildiğimizi, bize sempatiyle, beğeniyle, takdirle bakıldığını hissederiz. Zengin adam servetinin keyfini sürer, çünkü aslında o servet ona dünyanın ilgisini ve beğenisini de beraber getirmektedir. Tam aksine yoksul adam, yoksulluğundan utanç duyar, çünkü o yoksulluk onu insanlığın ilgi alanının dışına itmiştir. Bizimle ilgilenilmediği duygusu, insan doğasının en ateşli isteklerine bile ket vuran bir duygudur. Yoksul adam evden işe, işten eve gidip gelen hiç kimsenin fark etmediği adamdır. Dışarıda kalabalığın içinde yürümesi ya da hiç dışarı çıkmadan kendi evinde yaşaması hiçbir şeyi değiştirmez. Her iki durumda da aynı silikliğin ve görünmezliliğin içindedir. Oysa rütbeli ve haysiyetli adam bütün dünyanın gözleri önündedir. Herkes ona bakar, davranışları kamuoyunun ilgi odağıdır. Her sözü, her hareketi ilgiyle karşılanır.

Aynı konuda J.J. Rousseau gerçekten okunması gereken ‘İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma’ adlı kitabına, ‘Biz her ne kadar bağımsız akıllara sahip olduğumuzu düşünsek de, gerçekte kendi gereksinimlerimizin neler olduğunu anlamak konusunda acınacak durumdayız’ diyerek başlar ve şöyle devam eder: ‘Ruhlarımız, tatmin olmak için neye gereksinme duyduklarını ender olarak dile getirirler. Olur da bir şeyler fısıldarlarsa bile, söyledikleri temelsiz ve çelişkilerle doludur. Aklımız, sağlıklı olmak için tam olarak nelere gereksinme duyduğumuzu açık yüreklilikle ifade eden bir bedene sahip değildir. Tam aksine, susadığında şarap isteyen, yatıp dinlenmesi gerektiğinde dans edeceğim diye ısrar eden bir bedendir. Aklımız, bize tatmin olabilmek için neye gereksinim duyduğunu söyleyen dışarıdaki seslerin etkisindedir. İşte! Dışarıdaki bu sesler, ruhlarımızın ender olarak ifade ettiği bize ait fısıltıları ezer geçer, önceliklerimizi belirlemek adını verdiğimiz o çok yorucu işin üstesinden gelmeye çalışırken bizim dikkatimizi dağıtır.’      

Gerek yukarıda bir bölümünü sunduğum eserinde, gerekse siyasal toplumun oluşmasından önceki ‘tabii hal’ durumunu anlatan ‘Sosyal Sözleşme’ isimli kitabında; ‘yaratanın elinden çıkan her şey iyidir, her şey insanın elinde yozlaşır’ ilkesinden yola çıkan Rousseau, insanlar arasında kurulmuş olan ilişkilerin adaletsizliğini ortaya koymaya çalışır. Kötü kurulmuş bir dünyada mutluluğa ulaşamayan pek çok insan gibi, hayal gücünü seferber ederek gönlüne göre kurduğu dünyaya bizi yaklaştıracak ilkeler sunar. İnsanlık tarihini, barbarlıktan uygarlığa doğru ilerleyen ve gelişen bir tarih olarak okumaz. Aksine insanlık tarihini, uygarlıktan barbarlığa doğru giden bir süreç olarak okur. Bu biçimde okuduğu için de, başlangıçta gerçekten gereksinme duyduğu şeyleri içtenlikle ifade ve talep eden insanların, giderek kendisine yabancı şeyleri talep eden, başkasının yaşamlarına kıskançlıkla bakan insanlar olup çıktıklarını ileri sürer.

Rousseau’nun görüşlerinin geçmişte yaşananlarla ne ölçüde bağdaştığı, ne ölçüde insanlık tarihinin sosyal ve maddi gerçeklerine uygun düştüğü tartışılabilir ve hatta Rousseau’nun romantik düşünceleri, moderniteye kin besleyen pastoral bir filozofun hayalleri, varsayımları ve uçuklukları olarak da kabul edilebilir. Ne var ki, Rousseau gibi İsviçreli olan Alain de Botton’da, bu konuda Rousseau’dan pek farklı düşünmez. Ona biraz da hak verircesine, insanlık tarihinden bir örnek vererek, bize Kuzey Amerika’daki Kızılderililerin öyküsünü şu şekilde anlatır. ‘On altıncı yüzyılda Amerika’daki yerlilerin yaşamını ele alan kayıtlar, Kızılderililerin maddi açıdan son derece basit, yalın, ancak manevi yönden doyurucu bir yaşamları olduğunu gösteriyor. Bu kayıtlara göre, küçük kabileler halinde ve iç içe yaşayan Kızılderililer, eşitlikçi, dindar, oyunbaz ve savaşçıydı. Para ile pek işleri olmayan, bireysel olarak çok az mal mülk sahibi olan Kızılderililer, meyve yiyerek, avlanarak besleniyorlar, çadırlarda yatıyorlar, hep aynı şeyleri giyiyorlar, aynı ayakkabıları kullanıyorlardı. Kabile şefinin durumu da kabilenin diğer üyelerininkinden pek farklı değildi. Ne var ki, bu basit, bu yalın, bu maddi her türlü olanaktan ve yaşam için gerekli kolaylıktan yoksun ortamda, son derece doyurucu ve mutlu bir yaşam sürüyorlardı. Kıtanın keşfi ve beyaz adamların kıtaya gelmeleri sonrasında, Kızılderililerin yaşamlarında ve statü sistemlerinde olağanüstü değişiklikler oldu. Avrupalı tüccarlarla, teknolojiyle, Avrupa sanayinin ürettiği lüks mallarla, silahla, mücevherle, alkolle tanışan Kızılderililerin,  kendileri, yaşamları ve tüketim alışkanlıkları esaslı biçimde değişmeye başladı. O güne kadar değer verdikleri bilgeliğin, doğanın kurallarına bağlı basit ama doyurucu yaşamın, kendilerini korumak ve avlanmak için kullandıkları yayın, okun, mızrağın yerini, Avrupalı tüccarların getirdiği gümüş küpeler, bakır ve pirinç bilezikler, Venedik camından yapılmış kolyeler, aynalar, ipekli dokumalar, ketenden yapılmış üzeri işlemeli elbiseler, içkiler, barut, tüfek, tabanca ve bunlara sahip olma hırsı aldı. Ne var ki, tutkuyla istedikleri bütün bunlara sahip olmak, Kızılderilileri daha mutlu yapmadı. Avrupalı tüccarların getirdikleri şeylere sahip olabilmek için daha çok çalışmaya başlayan, daha çok geyik, daha çok tilki, daha çok yılan öldüren Kızılderililerin sonu yozlaşma, kendi öz değerlerini yitirme, intihar, alkolizm ve mutsuzluk oldu. Kabileler parçalandı. Bölünen kabileler Avrupa mallarını paylaşmak için birbirleriyle savaşmaya başladı. Kızılderililere, Avrupa’nın lüks tüketiminden, modernliğin boyalı dış görünüşünden kendilerini kurtarıp, kabilelerinin alçakgönüllü hazlarına, boş kanyonların şafak ve akşam vakitlerindeki ışıklarına, rüzgârın, yağmurun sesine ve kendi iç seslerine geri dönmeleri yönünde yapılan çağrılar etkili olmadı ve sonuçta bütün bir ırk, bütün bir kültür, otantik değeri olan bir uygarlık yok oldu.

Alain de Botton’un da işaret ettiği üzere, yaşam, bir endişeyi terk edip ötekine koştuğumuz, bir arzudan sıyrılıp kendimizi bir başka arzunun kollarında bulduğumuz bir süreçtir. Bu sözler elbette, endişelerimizi yenmekle uğraşmamamız, arzularımızı hiçbir biçimde tatmin etmeye yönelmememiz anlamına gelmemelidir. Ama herhalde, yetişkin insanlar olarak şunların da bilincine varmış olmamız gerekir. Arzuladığımız bütün bu hedefler, bir kez başarılı olduktan sonra bize durup dinleneceğimizi vaat ederler. Ancak vaatlerini hiçbir zaman yerine getirmezler. Veya bizim kendi hırslarımız buna imkân vermez.

Satın aldığımız ev, araba, markalı giysiler, aksesuarlar, takılar, sahip olduğumuz diğer bütün şeyler gibi, yaşamamızın maddi arka planında eriyip gider ve bir süre sonra onun varlığı fark edilmez olur’ diyor Alain de Botton ve şöyle devam ediyor; ‘bize asıl gerekli olan, bizim üzerimizde asıl etkili olan/olması gereken duygusal doyumlardır. Araçların, eşyaların en zarifi ve en donanımlısı bile bize; sevginin, aşkın, dostluğun, arkadaşlığın, aile huzurunun ve sıcaklığının, çocuklarımızın varlığının, onların sağlıklı ve güvende oluşunun yaşattığı doyumu sağlayamaz, bir kavganın veya ayrılığın yarattığı hüsrana çare olamaz. Sahip olamadığımız mal, mülk, mevkii ve diğer şeyler için kıskançlığımızın önüne geçemiyorsak eğer, burada asıl üzülmemiz gereken, bütün yaşamlarımızı yanlış şeyleri kıskanarak geçiriyor oluşumuzdur.

Günü yaşayan ve güne dair şeyler üzerine düşünerek zaman geçirenlerin, bütün bunları da düşünmeleri gerekir diye yazdım bunları. Asıl olan hayatta, işinde, mesleğinde, bulunduğun makamlarda ve mevkiiler de yaptıklarındır, ürettiklerindir, senden geriye ne ya da neler bıraktığındır. Gerisi berisi hikayedir, lafı güzaftır. Esasen hayat, “bir iskambil oyunu gibidir. Doğru kartları seçmek kuşkusuz bizim elimizde değildir ama eldeki kartlarla iyi oynamak bizim elimizdedir.” Hayattaki yerimizi, değerimizi ve başarımızı da sadece ve sadece bu belirler.  

Arz ettim!