…sürü ahlakı en başta, kendisi olmaya, kendi dışında olana, farklı olana hayır der: Ve bu hayır deme onun yaratıcı eylemi olur.’ NIETZSHE

SÜRÜ AHLAKI!

Yaşadığı çağdan kendisini soyutlamayan, aksine sorumlu tutan Nietzsche ‘Ben bu çağın çocuğuyum‘ der ve yaşadığı çağın dekadansına, yani çöküşüne ve gerilemesine karşı kendisine ve diğer bilgelere, ‘çağını aşmayı ve çağından bağımsız olmayı‘ öğütler. Çünkü Nietzsche’ye göre kendi yaşadığı çağdaki çöküşün, gerilemenin, yozlaşmanın, çürümenin nedeni ahlaktır. Sürü ahlakıdır. Toplum hayatındaki çözülmeyi, yozlaşmayı, çöküşü insanın sürü ahlakı yaratmıştır. İnsanın zayıf ve güçsüz yapısının bir ürünü olan sürü ahlakına bağlı olarak insanın doğası, beraberinde insanın hayatı kendi tarzında ve anlayışında anlamlandırmasını getirmiştir. Bu tarz bir anlamlandırma, insanın doğru ya da yanlış bulduğu, iyi veya kötü olarak nitelendirdiği şeylerin gerçek değerini değil, o şeyleri değerlendiren insan için taşıdığı anlam ve değeri ortaya çıkarmıştır.

Bu yaklaşım Nietzsche’ye göre insanın hayatta kalabilmek için gücünü çoğaltmak çabası içinde olmasını, yani güç istemini zorunlu kılar. Zira insan ancak bu şekilde değer yaratabilir, değer yarattıkça ayakta ve hayatta kalabilir.

Hayatın kendisine cömert davranmamasından dolayı hem fizik hem de akıl, beceri ve yetenek yönünden güçsüz ve zayıf olan insan, varlığını sürdürebilmek için başka insanlara dayanmak zorundadır. Bu insanlar ya zaman içinde ya da yetiştirilmelerine veya içinde bulundukları koşullara bağlı olarak güçsüzleştirilerek sürüye katılmaya uygun hale getirilirler ya da doğaları gereği güçsüz oldukları, kendilerine emek vermedikleri, kendilerini olduramadıkları için sürüden biri olurlar.

Sadakat köpeklere mahsustur ve her köpek için bir Napolyon vardır‘ diyen Stalin biraz acımasız şekilde de olsa, sürü ahlakını yaratanın efendiler değil, köle ruhlu olanlar, Nietzsche’nin isimlendirmesiyle sürü insanı olduğunu ifade eder. Onun için Max Stirner ‘Büyük, yalnızca biz diz çöktüğümüz için büyüktür. Ayağa kalkalım!‘ der.

Kendi efendisini diz çökerek kendisi yaratan sürü insanı, bir yandan efendisine sadakat ile bağlı ve hizmet ederken, diğer yandan hem efendisine hem de kendi dışında olana, kendisi gibi olmayana hınç duyar. Zira sürü ahlakına sahip güçsüz insan kindar ve kurnazdır. Efendisini sever, ama aynı zamanda ondan nefret eder. Nefret ettiği için de fırsatını bulduğunda, kendisini bir şekilde güçlü, efendisini veya kendisinden farklı olanı zayıf hissettiğinde ona zarar vermekten çekinmez. Bu tam da Peyami Safa’nın dediği gibi bir şeydir, yani ‘Sevgi ile nefret arasında çok ince bir çizgi vardır. Birisinden nefret ediyorsanız ve onu yenemeyeceğinizi düşünüyorsanız onu sevmeye başlarsınız. Sevdiğiniz o kişiyi yenebileceğinizi düşündüğünüz zaman ondan nefret edersiniz‘ gibi bir şeydir.

Nietzsche bütün bunları ‘Ecco Homo/İşte İnsan’ isimli eserinde şu cümlelerle ifade eder: ‘Kindar insanın gönlü kapalıdır. Kindar insan kendisine karşı dürüst ve içten değildir. Gönlü çarpıktır. Ruhu saklı yerleri, gizli yolları, açık kapıları sever. Saklı olan, gizli olan her şey onun dünyasında, kendi güvenliği, kendi iyileştirici ilacı olarak onu kendisine çeker. O, susmayı bilir, unutmamayı, beklemeyi, geçici olarak kendisini küçültmeyi, kendisini alçak gönüllü olarak göstermeyi bilir.’

Sürü ahlakı itaat ahlakıdır. Efendiye itaattir, lidere itaattir, bir davaya itaattir, bir ideolojiye itaattir. Bu durum aslında zayıf ve güçsüz kişinin kimliğini, kişiliğini sürü içinde bulmasından, kendisini sürünün içinde daha güvenli hissetmesinden kaynaklanır. Amin Maalouf, ‘Yüzüncü Ad’ isimli romanında itaat üzerine kurulu olan bu sürü ahlakının efendisine, liderine: ‘Senin için iyi olan, başkaları için de iyidir; gerçek senin elindeyse, yolunu yitirmiş koyunları doğru yola getirmen gerekir, hangi yolla olursa olsun’ sözleri ile metaforik biçimde seslenir.

Amin Maalouf’un kullandığı bu metafor, Michel Foucault’ın iktidar teknolojisinin gelişiminde önemli bir yere sahip olduğunu ifade ettiği ve özellikle İbraniler tarafından geliştirilen ‘pastoral iktidar’, yani halkın yararına olan iktidar geleneğinin bir türü olan ‘çoban-kral’ anlayışına dayanır.

Pastoral iktidarda, çoban-kral kendisine Tanrı tarafından emanet edilen sürünün esenliğinden sorumludur. Burada sürüden ayrılanları takip edip doğru yola getirmek, yani yeniden sürüye katmak, yola getiremediklerini ise yok etmek çoban kralın asli görevidir.

Bu anlayış bir bakıma halka çeki düzen vermenin peşinde olan, tek doğru etrafında halkı biçimlendirmeyi amaçlayan, demokrasi ve açık toplum düşmanı Platon’cu toplum mühendisliğinin çağdaş bir çeşitlemesidir. Onun için modern dönemlerde siyasal seçkinler, yoldan çıkanları doğru yola getirmek için, kimi zaman beyin yıkama ve propaganda gibi yöntemleri, kimi zaman şiddet yöntemini, çoklukla da her iki yöntemi birlikte kullanırlar.

İtaati, boyun eğmeyi ve adanmışlığı zorunlu kılan sürü ahlakı, bu ahlak anlayışının gereği olarak özverili ve alçak gönüllü olmayı şart koşar. Dahası bu iki değer yargısını bir erdem olarak kabul eder ve kutsar. Öyle olduğu için sürü ahlakını benimsemiş insan, kendisinden, kendi bireysel tercihlerinden vazgeçmek zorunda kalır, itaate dayanan bir sorumluluk ve ödev anlayışını benimser.

İnsanın topluluk halinde yaşama ihtiyacına bağlı olarak ve güçlü olma arzusundan kaynaklanan toplumsallaşmaya yönelmesi bir bakıma güç isteminin doğal bir sonucudur. Zira güç istemi kendisini güçsüz hisseden insanda toplumsallaşma içgüdüsünü harekete geçirir. Güçsüz olduğu için kendisine yetmeyen ve kendi yalnızlığından korkan insan, onun için kendisine benzeyenlerle bir araya gelmek suretiyle bir topluluk oluşturur. Bu oluşum, güçsüzlüğünün bilincinde ve farkında olan insanın güç istemini yerine getirmesidir. O nedenle güçsüz insanın gerçekleştirdiği ilk başarı kendisinin de üyesi olduğu toplumu veya topluluğu yaratmak olmuştur. Shakespeare’in ‘Toplum kendisi dışında kalanlara pek cömert davranmaz‘ demesi bundan dolayıdır.

Bu noktada, yani güçsüz insanın topluluk oluşturması noktasında söz alan Nietzsche Zerdüşt’ü konuşturur. Ve Zerdüşt şöyle buyurur: “Komşunuzun çevresinde toplanır ve ona güzel sözler söylersiniz. Fakat ben size derim ki: Sizin komşunuzu sevmeniz, kendinizi kötü sevmeniz nedeniyledir. Komşunuza sığınır ve bundan bir erdem yaratmak istersiniz. Ama ben sizin özverinizin gizli maksatlarını bilirim. ‘Sen’, ‘ben’den eskidir; ‘sen’ kutsallaştırılmıştır, ama ‘ben’ daha henüz kutsallaştırılmamıştır: İnsan onun için komşusuna gider.” İnsan komşusuna ne zaman gitmek istemez? ‘Ben’ oldum dediği, yani gücü ele geçirdiği, kendisini kutsallaştırdığı, kendisini efendi hissettiği zaman gitmek istemez ve hatta gitmez de.

Ve Canetti. Görkemli bir imgeleme sahip bulunan, filozofların yapması gerekeni yaparak bize yeni kavramlar kazandıran, insanlığın yalnız dahilerinin içinde en seçkinlerinden birisi olan Elias Canetti. ‘Düşünmek ısrar etmektir’ diyerek kaleme aldığı ‘Kitle ve İktidar’ isimli abidevi eserinde bize, bir başka sürüyü, sürü ahlakını anlatır. Kitleyi ve kitlenin güç isteminin tezahürü olan iktidar istemini, iktidarla olan ilişkisini anlatır.

Kitle ve iktidar! Birbirini hiç durmadan, hiç soluk almadan, hiç soluk vermeden üreten, sonra yeniden üreten ve çoğaltan, birbirinin hem nedeni hem de sonucu olan iki canavar. İnsan doğasının, kitle ve iktidarla olan ilişkisinin zaman, mekân, din farkı olmaksızın nasıl benzeştiğini tarih üstü boyutlarıyla ele alan Canetti anılan eserinde: ‘insanlar arasında emir ve itaat ilişkisinin nasıl biçimlenerek saldırganlığa dönüştüğünü, en az sorgulanan, ama en tehlikeli şey olan emir vermenin, emredilende özgür ve bağımsız bir kişilik oluşmasını önleyen bir sızı bıraktığını, bu sızının emir alanları nasıl katılaştırdığını ve itaat eder hale getirdiğini, kitlenin yıkıcı, iktidarın öldürücü olduğunu, insanın -iktidar- isteği ile Tanrının kıyamet ve dehşet tehdidini çaldığını, deşarj olmadan kitlenin gerçek anlamı ile mevcut olmadığını, insanın başkaları ile arasına koyduğu mesafelerle taşlaşıp çoraklaştığını, insanların mesafe yüklerinden kurtulabilmek için kitle olarak deşarja gereksinim duyduklarını, deşarj olmak için evlerini, evlerin pencerelerini, camlarını kırdıklarını, arabaları yaktıklarını, kitlenin iç dünyasının en çarpıcı özelliğinin zulme uğramış olma duygusu olduğunu, bu duygunun bir kez ve sonsuza dek düşman ilan ettiği insanlara yönelttiği kendine özgü bir öfke ve sinirlilik hali olduğunu’ anlatır. Yani sürüyü, sürü ahlakını, sürünün marifetlerini anlatır.

Son bir söz: Sen sen ol, koyun olma. ‘Sürüler içinde sürmeli koyun’ olacaksın deseler dahi, koyun olma, sürüden biri olma. Çünkü insanlar koyunları severler, ama koyunları yerler…

Bir de şiir size. Adı ‘Koyun ile Sürü’ Mehmet Burakgazi yazmış. Okuyalım:

Bir zamanlar sürü içinde, / Uslu, edalı, nazlı bir koyun, / Gider patika yollara düşer, / Kılıflara girer, oynar oyun, / Et ile ten için çıkarır sorun…/ İnkar edince sürüyü dışlanır, / Tek başına kalır uslu koyun, / İşte orada başlar, tüm sorun, / Ah be koyun sana ne lazımdı, / Aşk kokan, etli, tenli oyun…

Uzaklığa ya da üstü kapalı düşüncelere rağmen, orada ya da burada kendisiyle karşılıklı bir anlayışın hissedildiği birisini tanımak dünyayı bir bahçeye çevirmeye yeter.’ GOETHE

MARLENE DIETRICH, LİLİ MARLEEN, DOSTLUK VE SAVAŞ ÜZERİNE –

Büyük sanatçı, unutulmaz sinema yıldızı Marlene Dietrich’in anılarını anlattığı, Türkçeye Mehmet Emin Özcan tarafından “Benden Sonra Tufan” adıyla çevrilen, orijinal adı “Marlene Dietrich” olan kitap, Goethe’nin yukarıda yazdığım özlü sözü ile bitiyor. Marlene Dietrich, “kendisi için Pierre’ler, Paul’ler ve Jean’lar olmadığını, kitabın özel olarak hiç kimseye adanmadığını, kitabı kendisini beyaz perdede ve sahnede beğenenler, para kazanmasını, vergilerini ödemesini ve yaşamın sunabileceği geçici zevklerin sefasını sürmesini sağlayanlar için yazdığını” söylüyor ve şunu ekliyor. “Belki bu kitabı okurlar. Belki de gülüp geçerler bana.”

Yıllar önce okuduğum, çok sık olarak dinlediğim Lili Marleen şarkısı üzerine anımsadığım ve yeniden okuduğum Marlene Dietrich’e ve yazdıklarına ben gülüp geçmedim. Aksine, savaşta kaybettiği annesinin tabutunu okul sıralarından bozma tahtalardan yapan, kilise bombalandığı için annesini kilisede değil, dışarıda ve yağmur altında toprağa veren bu büyük sinema ve sahne sanatçısının yaşam öyküsünü bazen gülümseyerek, bazen de içim burkularak okudum.

Marlene Dietrich’i beyaz perdede ilk kez Konya’da öğrenci iken 1962 veya 1963 yılında, başrollerini Spancer Tracy, Burt Lancaster, Richard Widmark, Maximillian Schell, Judy Garland, Montgomery Cliff ile paylaştıkları “Nuremberg Duruşması” isimli filmde seyrettim.

Nazi dönemi yargıçlarının yargılandığı davayı ve yaşanmış gerçek olayları konu alan film, benim üzerimde, Marlene Dietrich’den daha fazla yargılama aşamasındaki sanıkların savunmaları ile onları yargılayan Amerikalı yargıçların, yani sanıkların meslektaşlarının yargılama biçimleriyle iz bıraktı. Savcı Tad Lawson rolündeki Richard Widmark’ın iddianamesini mahkemeye sunduğu konuşmasını bitirirken söylediği “Sanıklar, burada, görev yaptıkları dönemde başkalarından esirgedikleri adaleti bulacaklardır” şeklindeki sözlerini hala anımsarım.

Döneminin ikonlarından birisi olan ve pek çok kişi tarafından güzel bulunan Dietrich’i ben hiçbir zaman güzel bulmadım. Ama soğuk görünüşü, uzun kirpikleri, düşük göz kapakları ve anlamlı yüz ifadesiyle Marlene Dietrich, kadın olarak bana her zaman çok çekici gelmiştir.

Marlene Dietrich’den etkilenmemin başlangıcı ve bir diğer nedeni de, ilk kez ondan dinlediğim “Lili Marleen” şarkısından dolayıdır. Fevkalade bir felsefe dili olan Almanca bana göre bir şarkı dili değildir. Ancak Marlene Dietrich’in Almanca söylediği Lili Marleen yorumu olağanüstü güzeldir. Sadece yorumu değil, Marlene Dietrich’in o buğulu, o hüzün dolu, acı dolu, o duygulu sesi de gerçekten sıra dışıdır. Çok yakın arkadaşı ve hatta dostu olan Ernest Hemingway’e göre “O sesiyle kalbinizi kırabilir, sonra yine sesiyle ve bir tek sözcükle yaralarınızı iyileştirebilir.” Öylesine etkileyici bir sestir yani.

Lili Marleen aslında tek kişi değil, iki ayrı kişidir. Lili ve Marleen. İkisi de şarkının söz yazarı Hans Leip’in sevgilisidir. Rus cephesinde Alman askeri olarak savaşan, savaş alanında, kurşunların, şarapnel parçalarının havada uçuştuğu, ölümün her tarafta serserilik ettiği o zamanlarda sevgilileri Lili’yi ve Marleen’i düşünen Leip, onlar için bir şiir yazar. Adı “Das Mädchen Unter der Laterne/Lambanın Altındaki Kız” olan ve “Kışlanın büyük kapısının önünde/Büyük bir sokak lambası vardı./Ve o orada durdukça buluşacağız,/Sokak lambasının yanında duracağız./Tıpkı bir zamanlar Lili Marleen’in durduğu gibi” mısralarıyla başlayan şiir daha sonra Norbert Schultze tarafından bestelenir ve “Lili Marleen” şarkısı olarak ün kazanır.

Leip yazdığı şiirde her iki sevgilisi arasında ayrım yapmaz, adil davranır onlara. Önce “Gözlerini düşünüyorum Marleen,/Yalnızlık boğazıma yapıştığında ve/‘Bu dünyada hep savaş vardı düşüncesini unutmak istediğimde,/Yaşama dair bir güzellik gibi sen geliyorsun aklıma.” diyerek Marleen’e seslenir.

Daha sonra “Uzakta serin elleriyle, tutuşan öfkelerime dokunan elleri Lili’nin./İnsan bir bahar sabahı gözlerini gülerek açar ya/Ben yıllardır bahara açmadım gözlerimi/Sanki bu barikatlarda doğmuş gibiyim /Ve biliyorum bu barikatlar mezarım olacak benim.” diyerek Lili’yi anımsar ve ona seslenir. Ve şiirinin son mısraında “Tek avutucu düşüm Lili Marleen…” diyerek her ikisini birleştirir. Sevmenin sorumluluk olduğunun bilincinde ve farkında olduğu ve yine hem Lili’ye hem de Marleen’e karşı sorumluluk duyduğu için yapar bunu.

Sinemadaki ününü 1930 yılında yönetmenliğini Josef Von Sternberg’in yaptığı “The Blue Angel/Mavi Melek” filmindeki “Lola-Lola” rolüyle kazanan Marlene Dietrich, sinema setlerindeki arkadaşlarını toplama kamplarında öldüren Hitler rejimine karşı mücadele etmek amacıyla İkinci Dünya Savaşı’nda müttefikleri destekleyecek kadar siyasal bilince sahip bir insan olmasının yanı sıra, son derece başarılı bir kabare şarkıcısıdır. Keman ve piyano çalan, edebiyat ve şiirle çok yakından ilgilenen Dietrich aynı zamanda iyi bir entelektüeldir. Yani o “Lola-Lola’dan çok daha fazla bir şeydir.

Mavi Melek” filmini çok geç sayılabilecek bir zamanda, İstanbul’da öğrenci iken 1969 yılında Sinematek’te seyrettim. Seyredenler bilirler, Mavi Melek filmdeki kabarenin adıdır. Film, Gymnasium’da saygın bir profesör olan Immanuel Rath’ın öğrencilerini uzak tutmak için gittiği kabarede şarkı söyleyen Lola’ya aşık olmasını, saygın bir kişi iken aşk uğruna saygınlığını yitirmesini, ihtiras, aşk ve şehvet yolundaki hazin trajedisini anlatır.

Dönelim Marlene Dietrich’in anılarına. “…Kimi güzel şeylerden vazgeçerek yaşamayı öğrettiler bana ve ben de bunu öğrendim” diyor Dietrich anılarında ve şöyle devam ediyor: “Eğer söyleyecek ilginç bir şeyin yoksa ağzını açma, sevdiğini yok etme. Hayat bir gül bahçesi değildir, her şey hoş, her şeyi tatlı değildir, ama öyle olması için uğraşırsan hayat güzeldir.” Yani özetle Dietrich, “hayat senindir, onu güzelleştirmek de senin elindedir” diyor.

Yakın arkadaşı olan Orson Welles’ten öğrendiği pek çok önemli şeyden bir tanesinin aşkla ilgili olduğunu yazan Dietrich, Welles’in kendisini “Söyleyeceklerim kulağına küpe olsun. Eğer sen mutsuzsan, ona boyun eğsen de, onun bir dediğini iki etmesen de, sevdiğin erkeği mutlu edemezsin” diyerek uyardığını söylüyor. Bu tam da Mevlana’nın dediği gibi bir şeydir. Yani “…A yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara;/Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara” gibi bir şeydir.

Dostluk” sözcüğünün anlamını çok az kişinin bildiğini, Hemingway’in, Fleming’in, Oppenheimer’in bunu bildiklerini ifade eden Dietrich sözlerine şöyle devam eder: “Dostluk, anne sevgisine, kardeş sevgisine, sonsuz sevgiye, düşlenen, her zaman istenen saf sevgiye yakındır; aşk örtüsü altındaki sevgi değildir, saf bir duygudur, asla hak iddia eden bir duygu değildir, sonsuz bir duygudur. En önemli insan ilişkisidir dostluk ve dostluğun hedefi aşkın hedefinden daha ileridir. Dostluk, aşktan daha çok birleştirir insanları. Değerli ve kutsaldır. Askerleri savaşta birleştirir, direnen güçleri sağlamlaştırır, amaçlarımız karanlık olsa da hepimizi kucaklar. Benim için dostluk mülklerin en değerlisidir. Bir dostluğu yadsıyan her kim olursa olsun, kendisini dışlanmış, unutulmuş, dost çemberinden sonsuza kadar çıkarılmış bulur. Sizi aldatan dostlar ölüme mahkum olmuşlardır, onlar kendilerine seslerinin neden yankı bulmadığını sorar dururlar. Onları küçümsüyorum. Onlar tortunun tortusudurlar. İnsan bir dostunun hayır duasını aldığı zaman, onun ve dostluğun kanunlarına boyun eğmekle yükümlüdür. Sonuç ne olursa olsun bu kanunlara boyun eğmek gerekir. İster susarak, ister konuşarak, ama hep dostluk kurallarına saygı duymak için. Kolay bir iş değildir bu. Çaba gerektirir. Özveri gerektirir. Aşk gelip geçicidir. Anne sevgisi dışında aşk hep tutarsızdır ve bunun geçerli nedenleri de vardır. Ama dostluk ya vardır ya da yoktur…Dostluk size değdiği anda sizin kanatlanıp uçmanızı sağlar…Dostlar arasında el sıkışarak verilen söz unutulmaz bir yemindir. Buna sadık kalmak gerekir.

Dietrich’in yaşamında Hemingway’in çok özel bir yeri vardır. Anılarının sonunda Goethe’den alıntıladığı ve benim bu yazının en başına koyduğum sözler, yani “…kendisiyle karşılıklı bir anlayışın hissedildiği birini tanımak dünyayı bir bahçeye çevirmeye yeter” sözleri sanırım Hemingway için söylenmiştir. Sevdiği bütün insanları güzel hatırlayan Dietrich, başka şeyler de söyler Hemingway için. Mesela şöyle söyler: “O benim dostumdu. Onu hep sevdim. Platonik bir aşktı benim ona karşı duyduğum. Ona hayrandım. Onun ve benim birbirimize karşı duyduğumuz aşk saf ve mutlaktı. Kuşkularla bulanmayan, ufkun ötesinde, mezarın ötesinde bunun olmadığını çok iyi bilsem de, bir aşktı… O benim için Cebelitarık kayasıydı. Yıllar onsuz geçti, her yıl bir öncekinden daha hüzünlüydü…O, demirdi, bilgeydi, kestirip atandı, öğüt verenlerin en iyisiydi, benim özel kilisemin papazıydı. Çok şey öğretti bana…

Dietrich’in dostlukla, dostlarla ilgili olarak bu söylediklerine eğer bir şeyler eklemek gerekir ise, sanırım eklenecek en güzel sözler Can Yücel’in dostlarla ve dahi sözde dostlarla ilgili aşağıdaki dizeleridir. Okuyalım;

Dostlar ırmak gibidir/Kiminin suyu az, kiminin çok/Kiminde elleriniz ıslanır yalnızca/Kiminde ruhunuz yıkanır boydan boya/İnsanlar vardır; üstü nilüferlerle kaplı,/Bulanık bir göl gibi…/Ne kadar uğraşsanız görünmez dibi./Uzaktan görünüşü çekici, aldatıcı/İçine daldığınızda ne kadar yanıltıcı…./Ne zaman ne geleceğini bilemezsiniz;/Sokulmaktan korkarsınız, güvenemezsiniz!/İnsanlar vardır; derin bir okyanus…/İlk anda ürkütür, korkutur sizi./Derinliklerinde saklıdır gizi,/Daldıkça anlarsınız, daldıkça tanırsınız;/Yanında kendinizi içi boş sanırsınız./İnsanlar vardır, coşkun bir akarsu…/Yaklaşmaya gelmez, alır sürükler./Tutunacak yer göstermez beyaz köpükler!/Ne zaman nerede bırakacağı belli olmaz;/Bu tip insanla bir ömür dolmaz./İnsanlar vardır; sakin akan bir dere…/İnsanı rahatlatır, huzur verir gönüllere./Yanında olmak başlı başına bir mutluluk./Sesinde, görüntüsünde tatlı bir durgunluk./İnsanlar vardır; berrak, pırıl pırıl bir deniz./Boşa gitmez ne kadar güvenseniz./Dibini görürsünüz her şey meydanda./Korkmadan dalarsınız, sizi sarar bir anda./İçi dışı birdir çekinme ondan./Her sözü içtendir, her davranışı candan…/İnsanlar vardır; çeşit çeşit, tip tip./Her biri başka bir karaktere sahip./Görmeli, incelemeli, doğruyu bulmalı./Her şeyden önemlisi insan, önce insan olmalı…

Marlene Dietrich dedik, Mavi Melek dedik, Lili Marleen dedik, dostluk dedik ve sözün sonuna geldik. Söze yine “Lili Marleen” diyerek nokta koyalım. Ama bu “Lili Marleen” başka bir “Lili Marleen.” Ahmet Kaya’nın bestelediği, çok da güzel, çok da hissederek yorumladığı bir “Lili Marleen.” Adı “Lili Marleen Türküsü.” Türkünün sözleri Attila İlhan’a ait. Onun aynı isimli şiirinden oluşuyor. Okuyalım:

Akşam olur mektuplar hasretlik söyler / Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü / Siperden sipere ateş tokuşturanlar / Karanlıkta dem çeken ishak kuşu / Bu civarlarda benim bir cennet mekanım olacak / Aslan sıfatlı Johnny, hisar boylu silahşör / Arkasında Mısır El Kahire / Ehramlar, cana can katan Nil, cüzamlı dilenci, trahomlu insan / Sağında mavi gözlü dilber Akdeniz / Solunda çöl ve balta girmemiş orman / Biz dünyalılar yemin içtik, imanımız var / Hürriyet için hürriyet aşkına / Savulacak dönem, savulacak düşman / Dehrin cefasını çektik, sefasını süreceğiz / Biz Sudanlılar, kıbleye karşı namaza duranlar /Aragon’dan bıçak gibi çekilmiş yedi mısra / Sidney’den bir muhalif rüzgar / Akşam olur mektuplar hasretlik söyler / Zagrep radyosunda Lili Marlen türküsü / Dost ağlar, karanfilim dost ağlar / Marş söylemeden ölmek bize yakışmaz / Ve biz gene yıldızlara bakarız / Ve yine yıldızlar bize bakar / Duadır güneş baht olasın civan oğlum / Hürriyet için dipçik tutan el dert görmesin

Son bir söz. Onu da Ermeni sanatçı ve bestekar Aram Tigran söylüyor ve şöyle diyor: “Dünyaya bir daha gelsem; ne kadar tank, tüfek ve silah varsa hepsini eritip saz, cümbüş ve zurna yapacağım

UZUN İNCE BİR YOL!

Yakında Dorlion Yayınevi tarafından yayımlanacak olan “Uzun İnce Bir Yol” isimli kitabım için yazdığım “ÖNSÖZ” ü aşağıda paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyorum.

ÖNSÖZ

Herkesin hayatı öyle midir bilmiyorum ama ben kendi hayatımı, özellikle meslek hayatımı “uzun ince bir yol” olarak tanımladım ve bu kitabımın ismini de onun için “Uzun İnce Bir Yol” olarak koydum.

Peki neler oldu yetmiş beş yıllık ömrümde de ben bu kitabımın ismini “Uzun İnce Bir Yol” olarak koydum?

Hemen söyleyeyim: başarılar oldu, başarısızlıklar oldu; yengiler oldu, yenilgiler oldu; umutlu, umutsuz anlar oldu; mutlu, mutsuz anılar oldu; sevinçli ve acılı günler, inişli, çıkışlı yıllar oldu; bir gelecek inşa etmek için yapılan mücadeleler ve çabalar oldu.

Bu uzun ama ince yolda ve özellikle meslek hayatımın başında önümde bir merdiven ve bir ışık vardı. Benim hedefim o merdivenin yukarısına, en yukarısına çıkmaktı. Bu hedefe ulaşmak için hep o ışığa baktım ve o hikâyeyi gördüm. Bu hikâye benim hikâyemdi, daha doğrusu bu hikâyeyi ben yazacaktım.

Bu hikâyeyi yazmak için kimi zaman çıplak ayaklarla, kimi zaman ayakkabılarımla yürüdüm. Dikenler, çiviler battı ayaklarıma. Bazen ayakkabılarım sıktı ayaklarımı, bazen tekme, bazen de çelme yedim. Zaman zaman sendeledim. Gün geldi fikirlerimden dolayı itelendim, ötelendim, engellendim. Ama yılmadım, umutsuzluğa kapılmadım, kendime inandım ve asla pes etmedim. Çünkü “kendime inanırsam arkasının geleceğini” Goethe’den, pes etmemeyi ise Tennyson’ın; ‘Gelin dostlarım/Henüz vakit çok geç değil/Yeni bir dünya arayalım/Bunun için günbatımına dek uzanalım/Gücümüz yetmese de/Yeri göğü sarsmaya/Yine de sahibiz gerekli cesarete ve isteğe/Zaman ve kader bizi zayıflatsa da/İrademiz yeterlidir/Çabalamaya, aramaya, bulmaya/Ve asla pes etmemeye’ diyen ‘Ulyses’ isimli şiirinden öğrenmiştim. Hem de çok erken yaşta!

Öğrenmekle geçen, bir gelecek inşa etmek çabası ile geçen, hukukla, dava dosyalarıyla, sıkıntılarla, paralı parasız günlerle geçen, kendimi yetiştirmekle, oldurmakla geçen, bütün bunları yaparken yaşamın kimi güzelliklerini ıskalamakla geçen meslek hayatımda, bir avukatın mesleğinde gelebileceği en yüksek yere, önce Ankara Barosu Başkanlığı’na ve daha sonra Türkiye Barolar Birliği Başkanlığı’na geldim.

Frank Sinatra’nın o güzel şarkısında söylediği gibi “I did it my way” diyerek, yani kendi yolumu kendim yaparak geldim bu yerlere. Bu yerler, meslek hayatımda ulaştığım, ulaşabileceğim en yüksek, en kariyerli yerlerdi. Benim için, ailem için çok büyük bir onur ve çocuklarıma bırakacağım en değerli mirastı.

Bir şey olmak için değil, bir şeyler yapmak için geldiğim bu yerlerde, arkadaşlarımla birlikte mesleğim için, meslektaşlarım için, meslek örgütüm için çok ama çok önemli işler ve hizmetler yaptım. Yaptığım işleri ve hizmetleri bakmasını değil, görmesini bilenler gördü ve takdir etti. Neden mi? Bakmak gözün, görmek ise kalbin ve vicdanın işidir de ondan!

Okuyanlar bilir Yüce Mevlana’nın “Mesnevi” kadar önemli olan ve Türkçe “İçindekiler İçindedir” anlamına gelen “Fîhi Mâ-Fîh” isimli kitabının ilk cümlesi: “Ona dayanırım Ben-Rahman ve Rahim Allah Adıyla” sözleriyle başlar ve şöyle devam eder: “Bilginlerin kötüsü, beyleri ziyaret eden bilgindir; beylerin hayırlısı da bilginleri ziyaret eden beydir. Ne güzel beydir yoksulun kapısındaki bey; ne kötü yoksuldur beyin kapısındaki yoksul.

Mevlana’nın bu sözleriyle kastettiği şey, kendisinin de açıkladığı üzere, cümlenin harici anlamı, yani “beyleri ziyaret eden bilgin kötüdür; bilginleri ziyaret eden bey hayırlıdır” demek değildir. Araplar “Biz vermeyi öğrendik, almayı öğrenmedik” derler. Mevlana’ya göre de “almaya değil, vermeye giden bilgin iyidir; almaya değil, vermeye giden bey hayırlıdır.

Ben ve benim gibiler, “alma değil, verme terbiyesi” ile büyüdük. O nedenle, benim bu kitabı yazmaktan, değişik platformlarda yaptığım konuşmaları ve yazdığım yazıları paylaşmaktan amacım, almak değil, vermektir.

Nedir vermek istediğim? Gandi “benim hayatım, benim mesajımdır” diyor. Aslında sadece Gandi’nin değil, herkesin hayatı, hayatında yaptıkları, yazdıkları ve konuştukları kendi mesajıdır. Benim bu kitapta paylaştığım yazılarım ve konuşmalarım da benim mesajımdır. Öyle ki, bu konuşmaları ve yazıları paylaşmakla hukuk fakültesi öğrencilerine, ileride avukat, yargıç, savcı, noter veya akademisyen olmak isteyenlere, halen avukatlık, yargıçlık, savcılık, noterlik ve akademisyenlik yapanlara, mesleği her ne olursa olsun bu kitaba ilgi duyacak olanlara bir mesaj vermek istedim.

İyiliğin mesajını, önemli olmanın değil, değerli olmanın mesajını, bir şeyler olmanın değil, bir şeyler yapmanın mesajını, umudun mesajını, doğru ve güzel olan şeyler için, pozitif hedefler için mücadele etmenin mesajını, iyi olmanın, ahlaklı olmanın, erdemli olmanın mesajını, sade olmanın, mütevazi olmanın, saydam olmanın, bağımsız, özgür, özerk birey olmanın, iyi olanların bir gün mutlaka kazanacaklarının mesajını vermeye çalıştım. Verebildiysem eğer, emin olun tek tesellim, tek kazancım ve mutluluğum bu olacaktır.

O nedenle, yaptığım bütün işlerden ve hizmetlerden, yazdıklarımdan ve söylediklerimden dolayı hiç kimseden ne bir alkış ne de bir övgü beklemiyor, sadece Lermantov’un o güzel şiirinde yazdığı şu dizeleri paylaşıyorum: “Hayır, ilgi beklemiyorum ben/Hüzünlü sayıklamalarına ruhumun/Alışkınım el çekmeye isteklerimden/Eski günlerinden beri çocukluğumun/Yazdıklarımdan, söylediklerimden ve yaptıklarımdan da bir şey beklemem/Fakat isterim ki yıllar sonra/Kısa, fakat isyancı bir ömürden/Bir iz kalsın onlarda/Kim bilir, belki günün birinde/Tüm sayfaları hızla geçerken/Takılıp kalacaksınız bu dizelere/Mırıldanarak: ‘Haklıymış gerçekten’/Belki o sevinçsiz şiir uzun süre/Durduracak üstünde bakışlarınızı;/Bir mezar taşının yol üstünde/Durdurması gibi yabancıyı.” Nokta! 

Saygılarımla.

BİR TERCÜME: “TİTO” VE İKİ ÖNSÖZ

Bir süredir sevgili arkadaşım ve değerli meslektaşım Makbule Özer ile birlikte, Yugoslavya’nın efsanevi Başkanı TİTO’nun biyografisini içeren “TİTO” isimli kitabın İngilizceden Türkçeye tercümesi üzerinde çalışıyoruz. Kitap İngiliz gazeteci George Bilainkin tarafından yazılmış. 287 sayfadan oluşan kitabın tercümesini önümüzdeki beş altı ayda tamamlayacağımızı umuyorum.

Parçalanan ve o nedenle günümüzde siyasi ömrünü tamamlamış bulunan Yugoslavya’nın kurucusu Tito’nun hayatı; fırtınalarla, zorluklarla, başarılarla ve son derece ilginç olaylarla geçmiş.

O nedenle, okunması gerekir diye düşündüğümüz kitabın yazarı George Bilainkin tarafından kitap için yazılmış olan önsöz ile kitabı tercüme edenler olarak bizim yazdığımız önsözü aşağıda paylaşıyor ve size iyi okumalar diliyoruz.  

YAZARIN ÖNSÖZÜ

1945’de Kıta Avrupası’na yaptığım seyahatten döndükten sonra, benden Mareşal Tito hakkında bir makale yazmam talep edildi ama ben o zaman mevcut “vakıaların” az, çelişkilerin ise oldukça yaygın ve yoğun olduğunu tespit ettiğim için bu daveti üzülerek reddettim. Ancak daha sonra, 1943’ün ortalarından itibaren Londra’daki kütüphanelerde toplanan gazete kupürlerini yakından incelediğimde, Tito’nun ve onun Hitler’in savaşı sırasındaki hizmetleri hakkında çok az şey bilindiğini fark ettim.

Daha sonra 1945 yılında, savaşta yıkılan, savaştan sonra ise dirilen ve canlanan Belgrad’a gittiğimde ve Tito hakkında biyografik bir çalışma yapmak istediğimi bildirdiğimde, Yugoslavya Dışişleri Bakanlığı’nın üst düzey yetkilileri ve görevlileri bana güldüler, Tito’nun özgeçmişinin daktilo edilmiş bir örneğini, eğer yok ise basılı bir örneğini talep ettiğimde ise bana hüzünlü bir şekilde baktılar.

Daha sonra Kasım ayında Londra’da, Yugoslavya Büyükelçisi Dr.Ljuba Leontic ile konuştum. Bu konuşmamızda Dr.Ljuba Leontic ile birlikte iki saatimizi Tito’nun kariyeri üzerine olan oldukça güvenilir malzemeyi incelemeye harcadık. Ama bu konuşmada benim not ettiğim vakıalar, eğer dokunaklı genel terimlerle ifade etmem gerekir ise acınacak kadar azdı.

Birçoğu dört yıldır parti üyesi olan ve Tito’nun saflarında yer alan Tito’nun diplomatik misyonunun samimi üyeleri, İngiliz ve Amerikan dergileri için hazırlanmakta olan makalenin yazılması konusunda işbirliği yapmaya çalıştılar. Ama ne yazık ki bu makale yazılmadı.

Ben, 1946’da Dünya’nın spot ışıkları Tito’ya odaklanmadan ve masum izleyicilerin Tito’nun erken dönemdeki yaşamına dair her şeyin bir yerlerde birileri tarafından zaten biliniyor olması gerektiğini varsaymadan önce, Yugoslavya’ya gittim ve Mareşal hakkında bana daha çok şey anlatabileceğinden emin olduğum ileri gelen insanlarla tanıştım. Bu yeni arkadaşlarım ve tanıdıklarım, Tito’nun devlet adamı olarak savaş zamanındaki yaptığı konuşmalarını ve yazdığı makaleleri, (ki üretemediler) savaşta gösterdiği bulaşıcı derecedeki sakin cesaretini, yaralandığı zaman ortaya koyduğu metanetini, hoş mizah anlayışını, halk danslardan zevk almasını övdüler öyle ki, çoğu zaman o partilere “iyi geceler” dedikten sonra geri döner ve saraydaki neşeli ve gürültücü misafirler onu çok ihtiyaç duyduğu dinlenmeden uyandırırlardı. O, yeni bir Dünya’da zafer kazanmaya çalışırken, bu arkadaşlar onun korkusuz liderliğine, sorumluluk duygusuna, çekici alçakgönüllülüğüne işaret etmekteydiler.

Belgrad’daki Enformasyon Bakanlığındaki yardımsever yetkililerden birine gülerek Tito’nun köyü Kumrovec’u ziyaret etmek istediğimi söyledim. Bunu söylediğim kişi önce şaşırdı ve biraz durduktan sonra bu konuda bir gezi tertip edeceğini söyledi. Bu arada, Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de ciddi şeyler olduğu konusunda ısrarlı oldu. Bu kişinin ısrarlı bir şekilde ciddi olduğunu söylediği husus; “Hırvatistan başpiskoposu faşist Stepinac’ın davası idi.” Dünya basını bu dava ile ilgilenmekteydi, o nedenle, benim, Roma Katolik Kilisesi’nin ileri gelenlerine karşı açılan bu davalarla ilgilenmem gerekiyordu. Bu arada, benim yapacağım yolculuk için ihtiyaç duyulan tüm düzenlemeler iki saat içinde tamamlandı, gerekli evraklar hazırlandı ve karşılıklı olarak imzalandı. Ben ertesi günü mahkeme salonunda geçirdim, tutuklu olan sanığı ve daha alt düzey “yıldızları”, hem mahkemede ve hem de akşamın ilerleyen saatlerinde rahat hücrelerinde gördüm.

Benim biyografi malzemeleri üzerinde yapacağım ciddi araştırmam ertesi gün sabah saat 7.30’da başladı. Talebim üzerine mahkemede benim hakkımda soru soran gazeteciye, tam olarak Hırvatistan’da seyahat ettiğimi ifade etmem gerektiği söylenmişti. Nitekim Kumrovec Köyü’ne yaptığım seyahatimde bana şoför, irtibat memuru, yerel gazete muhabiri ve James Jarche’nin (çn: o zamanlar kimliği belirsiz Wallis Simpson’ın ilk resimleri ve ayrıca Louis Blériot ve Siege of Sidney Street/Stepney Muharebesi olarak da bilinen Ocak 1911’deki Sidney Caddesi kuşatması ile ilgili resimleriyle tanınan basın fotoğrafçısı) başarılarını gösteren bir fotoğrafçı eşlik ediyordu. Kumrovec Köyü cemaatinin lideri konuksever, yardımsever ve hoş bir insandı. Köyün yerel yönetim komitesinde görevli yaşlı birisine ait evde Tito’nun çocukluğunu, gençliğini, yetişkin bir devrimci olarak cesaretini bilen arkadaşlarını ve akrabalarını dinledim ve onlarla sohbet ettim. Köyün bir sokağındaki evlerden birinde oturan bir kişi, evinin kapısında benim sorularımı dinledi, sorularıma cevaplar verdi, açıklamalar yaptı ve bazı küçük ayrıntıları düzeltti. Kumrovec’teki okula gittim, genç Josip Broz Tito’nun 1905’te doldurduğu kırk yıllık kayıtları inceledim.

Daha sonra Tito’nun genç kardeşlerinden birisinin yaşadığı kasabaya gittim. Zira Zagreb’deki ve Belgrad’daki resmi görevlilerin hiçbirisi Tito’nun varlığı hakkında tam olarak bilgi sahibi değillerdi. Tito’nun bu akrabası, onun eşi ve eşinin cana yakın kız kardeşi ile konuştum. Tito’nun ara sıra saklanmak için yaptırdığı gösterişsiz bungalov evi gördüm. Tito’nun eşinin kız kardeşi bana Mareşalin lahana ve borç çorbasını, domuz etini, sirkeyi sevdiğini, yeşil sebzeleri, ıspanağı, kıvırcık marulu sevmediğini söyledi. Ben de onlara bir odada “uzmanların” Tito’nun İspanya’da General Franco ile savaşmaya karar verdiğinde, Paris’te aşçılık deneyimine dair uzun mektuplarla renkli açıklamalar yaptığını duyduğumu ve yine Tito’nun kardeşinin evinde üretilen son pasaportu almak için geceleyin Zagreb yakınlarına gizlice gittiğini söyledim. (Tito eski belgelerden dördünü hatıra olarak saklamaktaydı) Akrabaları bana, Tito’nun geceleri evinde yürüyüşler yaptığını, devrim üzerine yazılmış olan yasak yayınları okuduğunu, çok sayıda yazı yazdığını, kaldırımlardan gelen ayak seslerini dinlediğini söylediler. O bazen çok cesur hareket ediyor ve hatta kıyafet değiştirerek Kumrovec’e iki saat uzaklıktaki küçük kasabadaki yerel sinemaya gidiyordu. Fırsat buldukça daha hafif edebi eserleri, örneğin Conan Doyle tarafından yazılan Sherlock Holmes öykülerini okuyordu. Ben Tito’nun yazdığı mektupların metodik bir şekilde nasıl yok edildiği konusunda oldukça bilgi toplamıştım. Çünkü o süreçte önce Kral Alexander’ın, daha sonra Prens Paul’un polisi, yasaklanmış Komünist Parti üyelerini suçlamak için evleri basıyor ve bastığı evlerde delil arıyordu. Ancak o zamanlar genç Tito’nun fotoğrafları mevcut değildi. Zira bunların tamamı Alexandar’ın ve Paul’ün polisinden saklanmak amacı ile 1941’deki Nazi ve Ustaşa (çn: 1929-1945 yılları arasında faaliyet gösteren Hırvat, faşist, aşırı milliyetçi örgüt) işgali öncesinde yakılarak imha edilmişti. Eğer bu yapılmamış olsaydı, Ustaşa, Tito’yu derhal Yugoslavya’nın yeterince tanıtılmayan Dachau’su, yani toplama kampı olan Jassenovats’a gönderirdi.

Köyde, küçük kasabada, mezrada yaptığım tüm konuşmalardan ve görüşmelerden, gece ve gündüz güvenlik taleplerinin yirmi yıl boyunca Tito’nun erken dönem yaşamı ve anları hakkında nasıl benzersiz bir gizlilik ürettiğini, böylece sayfaların tamamının B veya C tarafından değil, sadece A tarafından bilindiğini anladım, ama ayları ve yılları temsil eden bütün sayfalar sadece B’ye aşinaydı, A ya da C’ye ise aşina değildi. Bu sayfalar, o yılları ve o yıllardaki göçü ifade eden tek sözcük olan “Emigracija“yı kapsıyordu.

Daha sonra Tito ile özel olarak görüşmek için teşebbüste bulundum. Ama 1945’te bu konu ile ilgili olarak yaptığım iki kısa görüşmenin ve konuşmanın tek başına ciddi bir biyografik değeri yoktu. 1945 ve 1946’da Mareşal’in çeşitli işbirlikçi gruplarına yakın etkili şahsiyetlerin bana verdiği sözlere rağmen, randevu alamadan Yugoslavya’dan ayrılmak üzereydim. Bir akşam Majestic Otel’de tek başıma yavaş yavaş yemeğimi yerken, Milovan Djilas’ın (çn: Karadağ asıllı Yugoslav siyasetçi, komünizm karşıtı teorisyen ve yazar) ve Belgrad’ın kurtarıcısı General Peko Dapcevic’in orada olduklarını fark ettim. 11 Kasım 1945’teki seçim gününde Kragujevac’ta öğle yemeğinde beni ağırladığını hatırlayan Djilas’tan, Mareşal ile görüşmeme yardım etmesini istedim. Sert bir bakışla bana, “Ben Mareşal’in sekreteri değilim” dedi ama bana kendi rehberinde kayıtlı olan Mareşalin telefon numarasını verdi.

İki gün sonra Tito’nun çalışma odasındaydım. Karşımda tamamen tarafsız, bütünüyle samimi, açık sözlü, alçakgönüllü bir insan vardı. Öyle ki, Tito, Rusların, bizim ve Amerikalıların aptalca uygulamalarının, birçok iğnelemelerinin, yaptıkları tehditlerin ve azarlamanın ışığında, acılardan veya sert sitemlerden uzak duruyordu. Her ne kadar Kumrovec artık gözle görülür şekilde onun çok gerisinde kalmış olsa da, O, Batı’daki ve Doğu’daki “yıldızlar” ile olan temasları takip eden doğal cilasıyla oturuyor ve herhangi bir kendini beğenmişlik veya ihtişam belirtisi göstermiyordu. Tito İngiliz dostluğunu samimi olarak talep ediyordu-Tito’da başbakan yardımcısı Eduard Kardelj gibi Yugoslavya’nın kimsenin özel kampında olmadığı konusunda ısrarlıydı-bu durum daha sonra Londra’da gördüğüm masum resmi görevliler üzerinde çok azda olsa etki yaratıyordu.

Tito’nun makamından ayrıldıktan sonra “barış” gürültüsüyle geçen iki kayıtsız yıl içinde, bu adamın Yugoslavya’da dikkate değer sayıda ev, fabrika, köprü, demiryolu araçları ürettiğini ve beş altı yıldır görülmemiş bir şekilde dükkânların, kıyafetlerle, yiyeceklerle ve ev eşyalarıyla dolduğunu duyduğumda bunlara pek inanmadım. Ancak 1948 ve 1949’da yaptığım seyahatlerimde, bu ziyaretlerin neye hizmet ettiğini gördüm, bu seyahatlerim nedeniyle Tito’nun, daha az estetik olan Batı ülkelerinde bulunamayacak derecede bir heyecanla, Yugoslavya halklarının büyük çoğunluğunun hayatına, çalışmalarına, birliklerine yeniden bir canlanma coşkusuyla ilham verdiğine tanıklık ettim.

Bu kitap, ne Tito’nun 1948 ve 1949’daki şaşırtıcı kalkınma ataklarının ve ne de Sovyet siyasetinin bir savunması değildir. Bu kitap, günümüzün objektifliği içinde ve alışılmışın dışında bir yol izlemeyi hedeflemekte, mümkün olduğunca dipnotlarda belirtilen kaynaklarla tespit edilebilir olan gerçekleri elde etmeye çalışmakta ve Tito’yu nitelikleri, erdemleri ve zayıflıkları ile eksiksiz olarak sunmaya çalışmaktadır. Bu kitap, astrologların Doğu’nun Tito’ya dayattığı Batı yöneliminin muhtemel sonucu hakkındaki tahminleriyle bitmemekte, Denikinist ve Wrangelst göçmenlerinin birer yiğit Sovyet yurtseverleri olduklarını, daha küçük bir ülkenin akademilerinden gelen genç yetim öğrencilerin geri dönüşüne yönelik talebini görmezden gelmenin nezaketli bir davranış olduğunu, Yugoslavya’nın teslim olmak için “oynadığı” keşfin devamını tahmin etmeyi ummaktadır. Zira Moskova’daki İngiliz delegelerin, Korintli Slovenlerin yaşadığı topraklara ilişkin iddiaları onlar için memnuniyet vericidir. Unutmamak gerekir ki, hakikatin güçlü bir muzaffer dönüş alışkanlığı vardır.

Eylül 1949.

GEORGE BILAINKIN

TERCÜME EDENLERİN ÖNSÖZÜ

Asıl adı Josip Broz olan, çevresindeki kişilere görev verirken ve iş yaptırırken sık sık “Ti-To/Sen Bunu Yap” dediği için arkadaşları tarafından Tito lakabı takılan ve bu lakapla meşhur olan Tito, 07 Mayıs 1892 yılında Hırvatistan’ın kuzeyinde, Hırvatistan-Slovenya sınırı üzerinde Krapina-Zagorje bölgesine bağlı bir köy olan Kumrovec’de doğmuştur. Tito’nun babası Hırvat, annesi ise Sloven’dir.

Yugoslavya Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer alan ve bu partiye bağlı olarak yürüttüğü siyasi faaliyetlerinden dolayı birçok kez tutuklanan, 1928’de yürütülen bir soruşturma ve bunu takiben açılan dava neticesinde altı yıl hapis cezasına mahkûm edilen ve 1934’te hapisten çıkan Tito, İkinci Dünya Savaşı sırasında işgal kuvvetler ile işbirliği yapan ve faşist bir örgütlenme olan Ustaşa’ya karşı bir direnme hareketi başlatmış, yayımladığı bildiriyle Yugoslavya halkına birlik, beraberlik, kardeşlik ve bağımsızlık çağrısı yaparak halkı ayaklandırmıştır.

Tito’nun başlattığı bu direnişi örgütleyen iki önemli gruptan biri, Draiza Mihailoviç (çn: İkinci Dünya Savaşı’nda görev yapmış olan ve Almanların Yugoslavya’yı işgal ettiklerinde Çetnik gerilla gruplarını örgütleyen Yugoslavyalı Sırp general) önderliğinde ve amacı Büyük Sırbistan’ı kurmak olan Çentikler; ikincisi ise önderliğini Tito’nun yaptığı ve amacı bütün Güney Slav halklarını federal bir devlet çatısı altından birleştirmek olan Partizanlardı.

Ama bu gruplardan amacına ve hedefine ulaşan grup, Sovyetlerin de desteğini alarak Alman işgaline son veren Partizanlardı. Daha sonra “Yugoslavya Antifaşist Ulusal Kurtuluş Konseyi” adıyla Partizan parlamentosunu toplayan Tito, önce geçici bir devrim hükûmeti kurmuş, daha sonra altı cumhuriyet ile Sırbistan’ın içinde yer alan Kosova ve Voyvodina isimli iki otonom bölgeden oluşan Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetini kurarak Yugoslavya’nın eşit halklardan meydana gelen federal bir topluluk olduğunu ilan etmiş, savaşın sona ermesi üzerine 1945 yılında yapılan seçimlere Halk Cephesi isimli partisiyle katılmış, seçimleri kazanması sonrasında  ülkedeki monarşi/krallık yönetimine son vermiştir.

Avrupa’nın ortasında sosyalist bir rejim kurması nedeniyle Batı Blokunu karşısına alan Tito, gerek Yugoslavya’nın bağımsız bir devlet olmasını istemesi, gerekse Jozef Stalin’in Yugoslavya’yı Sovyetler Birliği yönetim biçimine göre şekillendirmek istemesine karşı çıkması nedeniyle Sovyetler Birliği ile de ters düşmüştür.

İzlediği bu politika sonrasında Batı devletlerine ve ABD’ye yaklaşan Tito, Batı devletlerinden ve ABD’den iktisadi, askeri ve mali yardımlar sağlamış, 1968’de Varşova Paktı’nın Çekoslovakya’yı işgal etmesini kınamış, yürüttüğü ve başını çektiği yüzün üzerinde ülkenin bir araya gelerek oluşturdukları uluslararası bir oluşum olan ve kendilerini hiçbir güç blokuna dahil veya hariç olarak addetmeyen, Soğuk Savaş döneminde Batı İttifakı ile Doğu Blokunun yanı sıra üçüncü bir blok olarak hareket eden “Bağlantısızlar Hareketi” ile çok sayıda üçüncü dünya ülkesini bir araya getirmiş ve bu ülkelerin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) nüfuzundan kurtarılmasını sağlamıştır.

1950’li yılların başında pek çok ülkenin “kapitalizm-sosyalizm” ve “liberalizm-devletçilik” ikilemleri arasında gidip geldiği bir dünyada ve Tito’nun öncülüğünde Marx’tan hareketle “özyönetim” modelini uygulamaya koyan Yugoslavya, bu modeli anayasası ile sosyalist bir yönetim şekli olarak tanımlamış ve bu modelle özellikle 1950 ile 1980 yılları arasında ekonomik ve sosyal alanda önemli bir gelişme kaydetmiştir. Bütün mülkiyet sahiplerinin işçi ve bütün işçilerin mülkiyet sahibi oldukları bu üretim ve yönetim modelinde, işçiler işletme yönetim kurullarının seçimine ve işletmenin ekonomik fazlasının dağıtımına eşit bir biçimde katılıyorlardı.

Nitekim bu üretim ve yönetim modeli Yugoslav resmi kaynakları tarafından: “Yugoslavya olarak bizim sosyalizme giden yolumuz, Marksist bilimin verili aşamaya, ülkemizde var olan özel koşullara mümkün olan en yakın uyum ile uygulanmasına dayanır. Bizim için bu yol bir dogma değildir fakat bir liderlik aracıdır… Yaptığımız her şeye bu bilimin ruhunu koymaya çalışıyoruz çünkü bunun doğru olduğunu düşünüyoruz…Zira ve her ne bahane altında olursa olsun, bu prensiplerden herhangi bir uzaklaşma, sadece işçi sınıfına değil, tüm insanlığa ihanet etmek anlamına gelecektir.” şeklinde açıklanıyordu. (Caner Sancaktar, Ayrıntı Yayınevi – 2015)

Güney Slavları Ülkesi” anlamına gelen ve Sırp, Hırvat, Sloven, Boşnak, Karadağ ile Makedon halklarından oluşan Yugoslavya’nın kurucusu ve milli kahramanı olan, Yugoslav halkı tarafından her gittiği yerde “Biz Tito’yuz, Tito Biziz”  sloganı ve tezahüratı ile karşılanan ve sevilen Tito’nun 1980 yılında 88 yaşında vefat etmesi üzerine ülkede dini ve etnik bir fanatizm başlamış, Yugoslavya yaşadığı iç savaş sonucu parçalanarak 1992 yılında dağılmış ve bu dağılma sonunda eski Yugoslavya’nın yerini Bosna Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Makedonya, Karadağ, Slovenya ve Kosova devletleri almıştır.

Ayakta ve hayatta kaldığı sürece, çok sayıda etnik ve dini kimliği bir arada tutan ve barış içinde yaşatan ve bu özelliği ile örnek bir ülke olan Yugoslavya’nın akıbeti, benzer özellikler taşıyan ülkemiz için önemli bir ders niteliği taşımaktadır.

Öyle ki gerek kişiliği gerekse vizyonu ile Tito, hayatta olduğu süre içinde Yugoslavya için nasıl yapıştırıcılık görevi ve işlevi görmüş ve Yugoslavya’yı bir arada ve bir bütün olarak ayakta tutmuş ise, Atatürk’ün varlığı, fikirleri, vizyonu, karizması da bugüne kadar Türkiye’yi ayakta ve hayatta tutmuştur.

O nedenle, tarihten ders alalım, içeriden dışarıdan gelen kışkırtmalara kulağımızı kapayalım, ülkemizi ve birbirimizi sevelim, farklılıklarımızın eksiklik değil, zenginlik olduğunu bilelim, aklımıza sahip olalım, aklın, sağduyunun, bilimin, Atatürk’ün birleştiriciliğinden ve yapıştırıcılığından vazgeçmeyelim, ülkemizi O’nun hedef gösterdiği doğrultuda hep ileriye, daha ileriye, çok daha ileriye doğru taşıyalım.

Değil ise ne mi olur? Bizi bu dünyadan indirirler ve biz Yugoslavya’dan daha beter olur ve hepimiz aynı enkazın altında kalırız!

Arz ettik!

Makbule Özer                               

Vedat Ahsen Coşar