GUY DE MAUPASSANT ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME –

Aşağıda, Fransız şair, romancı ve eleştirmen Paul Charles Joseph Bourget’in, tercümesini yapmakta olduğum Guy de Maupassant’ın “NOTRE CŒUR VEYA BİR KADININ GÖNÜL EĞLENCESİ” isimli romanına yazdığı, Guy de Maupassant üzerine olan ilginç ve gerçekten okunmaya değer önsözünü sizinle paylaşıyor ve size iyi olumalar diliyorum.

ÖNSÖZ

On Dokuzuncu Yüzyılın ikinci yarısındaki Fransız romans (çn: 12. yüzyıl Fransa’sında ortaya çıkan ve Orta çağ şövalyelik sisteminin anlatımıyla karakterize olmuş bir edebiyat türü) yazarlarından hiçbirisi Guy de Maupassant kadar hızlı bir şekilde şöhret kazanmamıştır. Hiç kimse itibarını sadece hayatta iken değil, ölümünden sonra da onun kadar kolay koruyamamış, yine hiç kimse kişiliğinin ihtişamını onun kadar bütünüyle gizleyememiştir. Ünlü bir adamın en önemsiz eylemlerinin gözetlendiği, kaydedildiği ve hakkında yorum yapıldığı, en büyük reklam çağında, “Boule de Suif/Yağ Tulumu”, “Pierre et Jean/Pierre ve Jean”, “Notre Cœur” isimli eserlerin yazarı olan Maupassant, eserlerindeki kişiliğini silmenin bir yolunu bulmuştur.

1850’de Normandiya’da doğan De Maupassant, Gustave Flaubert’in gözde öğrencisidir, deyim yerindeyse, Flaubert onun edebi hamisidir.  De Maupassant, ilk çıkışını 1880’in sonlarında, küçük bir koleksiyona eklenen, Emile Zola ve onun genç arkadaşları tarafından “Medan Geceleri” başlığı altında yayınlanan bir romanla yapmış, daha sonra,  beyin hastalığına yakalandığı 1891 yılına kadar, her yıl öyküler ve romanslar yayınlamayı ihmal etmemiş ve nihayet 1893’te sağlığını geri kazanamadan vefat etmiştir.

Onun fiziksel yönden yorucu bir yaşamı ve uzun yolculukları, özellikle denizde uzun yolculukları tutkuyla sevdiğini biliyoruz. Onun adını, içinde haftalarca ve aylarca kaldığı “Bel-Ami/İyi Arkadaş” isimli kitabından alan küçük bir yelkenli yatı vardır. Oldukça yetersiz olan bu ayrıntılar, halkın merakını tatmin için toplanan hemen hemen yegane ayrıntılardır.

Ünlü bir insanın hayatında her zaman belirgin olan efsanevi tarafı, örneğin Maupassant’ın har vurup harman savuran zengin bir dünyalı olduğuna ilişkin dedikoduyu bir kenara bırakıyorum. Zira onun yazdığı eserlerin sayısı dahi bu dedikodunun aksini ispat etmek için yeterlidir. Esasen bu kadar çok sayıda eser, sefahat alışkanlıklarıyla bağdaşmayan bir erdem olan çalışma erdemi olmadan yazılamaz. Kuşkusuz bu durum, bu büyük romansların yazarının eğlenceyi sevmediği ve dünyayı tatmadığı anlamına gelmez, çünkü bu durum onun için tali olan bir şeydir. O nedenle, onun çalışma psikolojisini, tamamen yanlış veya abartılı anekdotların sağladığından başka bir yorum bulmak gerekir. Dolayısıyla ben, vermiş olduğum üç-dört olumlu veriyle aydınlatılan bu çalışmanın, benden bunu nasıl talep ediyor gibi göründüğünü özellikle belirtmek istiyorum.

Önce onun kişiliğini gizleme kaygısı, bu kadar aşırıya taşındığında, bu neyi kanıtlıyor diye sormak gerekir? Bu sorunun cevabı, edebiyat tarihini yakından inceleyenlerin zihninde kendiliğinden ortaya çıkar. Öyle ki, onun aramızdaki bu konumu, bir Turgenyev’in ya da Mérimée’nin veya bir Molière’in ya da Shakespeare’in klasik büyükler arasında konumu olan biri tarafından korunan kendisiyle ilgili mutlak sessizliği, içgüdüsel bir kişide ise, aşırı derecede sinirsel bir duyarlılığı açığa çıkarır.

Ne kadar çekingen olursa olsun, kendi türünden bir sanatçı için veya biraz kederli biri için, duygularının derinliğini gösterme şansı oldukça fazladır. Eğer az önce alıntılanan isimlerden sadece ikisini tekrar ele alacak olursak, “Terres Vierges”in (çn: Turgenyev’in  “Bakire Toprak” isimli romanı) ve “Colomba”nın (çn: Prosper Mérimée’nin eseri) yazarının durumu budur.

Maupassant’ın romanlarının ve romanslarının biraz ayrıntılı bir analizi, biz bunları harekete geçiren olayların niteliğini bilmesek dahi, Maupassant’ın aşırı derecede gergin bir duygusallıktan muzdarip olduğunu göstermek için yeterli olacaktır. Peki, onda dokuzu üslup özgürlüğünün sağlıklı bir görüntüsünü veren bu hikâyelerin konusu nedir? Trajik bir bölüm olarak onun “Matmazel Fifi”, “La Petite Roque/Küçük Roque”, “Inutile Beauté/İşe Yaramaz Güzellik”, “Le Masque/Maske”, “Le Horla/Saat”, “L’Épreuve/Test”, “Le Champ d’Oliviers/Zeytin Tarlası” isimli romanlarından rastgele alıntılar yapıyorum. Bu alıntılar arasında önce, onun aşk romanları olan “Une Vie/Bir Hayar”, “Pierre et Jean/Pierre ve Jean”, “Fort comme la Mort/Ölüm Gibi Kuvvetli”, “Notre Cœur” isimli romanları yer alır. Onun eserlerindeki hayal gücü, insanı hem dayanılmaz, hem de kaçınılmaz bir duruma hapsedilmiş olarak temsil etmeyi amaçlar. Bu keder ve sıkıntının büyüsü, yazar üzerinde öyle bir etki yaratır ki, o yazar, keyifle başlayan öykülerini uğursuz bir dramla bitirir. Bununla ilgili olarak,

onun “Saint-Antonin/Aziz Antuan”, “A Midnight Revel/Bir Gece Yarısı Şenliği”, “The Little Cask/Küçük Fıçı” ve “Old Amable/Sevimli Yaşlı” isimli eserlerini örnek  olarak verebilirim. Bu enerjik eskizlerin sonunda kitabı kapattığınızda, bunları yaşayan kişinin sürekli acı çektiğine onun ne kadar kesin bir şekilde işaret ettiğini hissedersiniz.

Bu husus, Maupassant’ın edebi fizyonomisinin önde gelen özelliği olduğu gibi, eserlerinin psikolojisinde de en önde gelen en derin özelliktir, yani bu özellikler, insan yaşamının ve neşesinin her zaman sefalete dönüştüğü, bu özelliklerin doğanın kurduğu bir tuzak olduğu, asil sözlerin ve en yüksek inanç itiraflarının, üzüntü, suç ve aptallığın amansız bir şekilde umutlarımızın peşinden koşmak, erdemlerimizi geçersiz kılmak ve bilgeliğimizi yok etmek için sonsuza kadar hazır olduğu en düşük planlara ve en acımasız egoizme hizmet etmektedir. Ama durum bütünüyle bunlardan ibaret değildir.

Maupassant’a edebi bir nihilist denilmiştir, (oysa bu onun tekil dehasının ikinci özelliğidir) ama onda nihilizm kendisini, o kadar taze ve o kadar yoğun bir hayvan enerjisiyle bir arada bulur ki, bu en yakın gözlemciyi dahi uzun bir süre aldatır. Emile Zola, onun mezarının başında yaptığı belagatli söylevinde bu yanılsamayı çok iyi bir şekilde tanımlamış ve şöyle demiştir: “Bozulmaz görünen sağlığı ve haklı olarak grubumuzun en sağlam yapısı konusunda ve aynı zamanda en berrak akılla ve en mantıklı sebeple onu tebrik ettik. İşte bu korkunç yıldırım onu o zaman yok etti.”

Kibirli bir dehası olan De Maupassant’ın, mutlak olarak aklı başında bir insan olduğunu söylemek kesinlikle mümkün değildir. Biz onu bugün daha iyi anlıyor ve onu yeniden okuyunca, her yerde onun son hastalığının izlerini buluyoruz. Belki tuhaf olacak, ama bu yaralı dehanın aslında sağlam bir insanın dehası olduğunu söylemek de kesinlikle mümkündür. Hiç şüphesiz bu anomaliyi bir fizyolog, başlangıçta hafif olan sinirsel bir lezyonun kaslı, atletik bir mizaçla bir arada bulunmasıyla açıklayacaktır. Ama sebep her ne olursa olsun, sonuç inkar edilemez. Zira De Maupassant’ın hünerli ve zarif karamsarlığına, onun alışılmadık dinçliği ve fiziği eşlik etmiştir. Onun duyguları, eski bir Fransız deyişinin anlamlı bir şekilde ifade ettiği gibi, “hızlı ayak, kartal göz” olan ve doğanın tüm fısıltılarına uyum sağlayan bir avcı ve bir denizcinin duyumlarıdır.

Onun kaleminin özgür, hayvani bir varoluşun sarhoşluğunu anlatmasına izin verdiği yegane sır, onun gençliğinin en tatlı anılarından biri olan kano partilerini hatırladığı “Mouche/Sinek” adlı öykünün açılış sayfalarındadır. Seine üzerinde ve “La Vie Errante/Gezgin Hayat”da, denizde geçirilen bir gecenin – “sıcak bir gecede gökyüzünün altındaki su üzerinde yalnız kalmak” –  şeklindeki ifade ve yine onun mutluluğundan bahsettiği betimlemesinde yer alan “Gözleri, ağızları, kulakları ve koku alma duyularıyla aldıkları gibi, duyuları etlerinin tüm yüzeyiyle birlikte olan alanlar” ifadesi bunun örnekleridir.

Onun ilk gençliğinde yazdığı eşsiz ve çok yetersiz şiir koleksiyonu, Rönesans’tan beri yazılmış en korkusuz, belki de en safça diyeceğim “Water’s Edge/Suyun Kenarında” (Au Bord de l’Eau) ve “Kırsal Venüs” (La Venüs Rustique) isimli iki şiirini içermektedir: O bu şiirlerinde, doğasının her zaman var olan ikiliğini gündeme getiren bir tezatla, şevki tarif edilemez bir küçümseme ürpertisiyle sona eren bir putperestlikle şöyle demektedir: “Birbirimize bakıyoruz, şaşkın ve kıpırdamadan. Ve ikisi de o kadar solgun ki, bu bizi korkutuyor.”…”Eyvah! Tüm duyularımız aracılığıyla hayatın kendisi kayıp gidiyor.”

“Water’s Edge/Suyun Kenarında”nın bu sonu, “Kırsal Venüs”ün panteist ilahisini sona erdiren cinayet ve korku vizyonundan daha az uğursuzdur. Bunları yazan kişinin ruh halini ortaya koyan belgeler olarak kabul edilen bu iki lirik deneme, spontane oldukları için özellikle önemlidir. De Maupassant’ın kendisini inşa ettiği ilk yıllarında, öykülerinin kahramanları olarak neden ilkel varoluşa çok yakın yaratıkları, köylüleri, denizcileri, kaçak avcıları, çiftliğin kızlarını ve bunların ona verdiği gücün kaynağını gönüllü olarak seçtiğini tanımladığı bu kaba figürler açıklamaktadır. Onun bu animalizminin sağlamlığı, bu varlıkların tüm basit duyumlarını tamamen hayal etmesine izin verirken, bu acımasız geleneklerin eskizlerine hafif bir küçümseme unsuru katan karamsarlığı onu kabalıktan korumuştur. Onun şöhretine bu kadar çok katkıda bulunan şey, Norman sahnelerine benzersiz bir değer veren bu sürekli ve istemsiz karşıtlıktır. Bu durum, yaşamı her zaman en yoğun renklendirmeyle hareket halinde göstermeye ve yine de bu yaşamın izlenimini giderek daha incelikli hale getirmeye çalışan edebiyat sanatındaki bu iki çelişkili eğilime karşılık gelir. Renk ve hareketteki bütün bu kazançlar, duyarlılığın azalmasına yol açmaya ve tersine, bir hırsı diğeriyle aynı anda nasıl tatmin edilebilir? Yapısının paradoksu, Maupassant’a, kendi gelişimi üzerinde çok güçlü bir etkisi olan bir zekanın – yukarıda bahsettiğim yazar Gustave Flaubert’in – yardımıyla, görünüşte imkansız olan bu anlaşmaya izin vermiştir.

Her ikisi de harika olan bir öğrenci ile bir ustanın bu karşılaşmaları ve buluşmaları, gerçekten nadir görülen bir karşılaşma ve buluşmadır. Aslında, bu karşılaşmalar ve buluşmalar, bazı sıkıntılı durumları sunmaktadır, bunlardan ilki, iki düşünce türü arasındaki derin analojidir. Yine bu durum, yaşlanmakta olan ünlü bir kıdemli ile tanınmayan ama ünü artan bir genç arasında pek sık görülmeyen bir sevginin karşılıklı olmasıdır. Burada kıskançlık yeniden arttığı gibi, bu sevgi de nesilden nesle, yeniden artmaktadır. Fransız edebiyatçılarının şerefine, burada bu istisnai olgunun On Dokuzuncu Yüzyılda iki kez kendini gösterdiğini eklememiz gerekir. Öyle ki, Mérimée’nin yirmi yaşında Stendhal’den aldığı faydanın aynısını Maupassant da Flaubert’ten almıştır.

“Une Vie/Bir Hayat”ın yazarı ile “Clara Jozul”un yazarı, üstelik tekil ve benzer bir şekilde birbirlerine benzemektedirler. Öyle ki, her ikisi de ilk darbede ve eşitlenebildiklerinde ama asla aşamadıkları bir şaheserle ün kazanmışlardır. Her ikisi de erken yaşlarda insan düşmanıdırlar ve Beyle’nin (Stendhal) müridinin mührü üzerinde taşıdığı kadim öğüdü sonuna kadar uygulamışlardır: μεμνήσο απιστἔιν—”Güvenmeyi unutma.” Ama aynı zamanda, her ikisinin de bu kinizm yapmacıklığının altında kırılgan ve hassas bir kalpleri vardır, her ikisi de mükemmel evlatlar, kusursuz arkadaşlar, müsamahakâr üstatlardır ve her ikisi de astları tarafından putlaştırılmışlardır. İkisi de dünyevidir ama yine de her ikisi de bir gezginin hayatını sevmişlerdir; her ikisi de sürekli bir lüks zevkine ve karşı konulamaz bir yalnızlık arzusuna katılmışlardır. Her ikisi de dönemlerinin edebiyatının aşırı soluna mensupturlar, ancak onlar kendilerini aşırılıktan uzak tutmuşlar ve kendilerini okullarının daha sağlam ilkelerinden olağanüstü derecede emin bir yargıyla kullanmışlardır. Onlar, biçimde olduğu kadar zevkte de berrak ve klasik kalmayı bilmişlerdir, bu, en egzotik fantezinin tüm cüretkarlığına rağmen Mérimée’de ve en çeşitli ve en kesin gözlemin gerçekçiliğinde Maupassant’da böyle olmuştur. Biraz uzaktan bakıldığında, onlar, aynı zihin ailesinin belirli özelliklerinde birbirinin aynı olan iki modeli gibi görünmüşlerdir ve onların birini bilen ve diğerini seven Turgenyev, onları kardeş olarak sınıflandırmaktan asla geri kalmamıştır.

Bununla birlikte, onlar, belki de doğalarından çok dürtülerini aldıkları ustalarının doğasından kaynaklanan derin farklılıklarla birbirlerinden ayrılmışlardır: Stendhal’ın, gençliği savaştan ve orduda olgun bir yaştan sonra çok uyanık, çok hareketli, deneyimler açısından zengin, anlık ve kişisel serseri yolculuklarla geçmiştir; Flaubert’in hayatı ise doğrudan izlenimlerde o kadar fakir, sağlığından, ailesinden, hatta teorilerinden o kadar felç olmuştur ki, onun düşünceleri o nedenle, o kadar zengindir ve o çoğunlukla yalnızdır.

Madame Bovary’nin anatomistinin teorileri arasındaki yazışmalarında şu ya da bu biçimde durmadan ortaya çıkan iki teori vardır ve bunlar, De Maupassant’ın sanatında en güçlü şekilde belirgin olmuştur. O nedenle, Maupassant’a, hayatı acı bir şekilde hissetme ve aynı zamanda çok fazla hayvani güçle çifte güç bahşedilmiş olduğu için, bu sonuçlar nedeniyle kaçınılmaz olan sonuçları görürüz. Bunlardan ilkinin teorisi, karakterlerin seçimi ve romantizmin hikayesiyle, ikincisi ise üslubun karakteriyle ilgilidir. Bir hekimin oğlu olan ve bilimsel yöntemin katı kuralları içinde büyüyen Flaubert, bu yöntemin bilimde olduğu kadar sanatta da etkili olduğuna inanmaktaydı. Örneğin, bir romans yazarken, o, esas olanın mutlak kesinliğin ve yerel rengin olduğu bir gelenekler tarihi geliştirirken olduğu kadar bilimsel görmekteydi. Bu nedenle, o, doğal olarak çevrenin en titiz ve ayrıntılı gözlemini yapmak istedi.

Nitekim o, romanlarının, – “Madame Bovary”, “The Sentimental Education/Duygusal Eğitim” ve “Bouvard ve Pécuchet” isimli romanlarının – kendi tarihsel romanları kadar ayrıntı içeren belgelerle hazırlanmasında ona mal olan muazzam emeği böyle açıklamaktaydı. Her şeyin ötesinde, o, son derece önemli olan detayları seçmeye çalıştı. Sonuç olarak, o, romans yazarının bu önemi azaltan her şeyi, yani olağanüstü olayları ve tekil kahramanları bir kenara bırakması gerektiği kanısındaydı. Ona öyle geliyordu ki, istisnai şahsiyet, tıpkı yüksek dramatik olaylar gibi bastırılmalıydı, çünkü daha az genel nedenlerle üretilen nedenlerin kapsamı daha kısıtlıydı. Ona göre, belirli bir sınıfı resmetmeyi öneren gerçek anlamda bilimsel romans yazarı, eğer orta sınıf şahsiyetleri canlandırırsa ve sonuç olarak o sınıfa özgü özellikleri resmederse amacına daha etkili bir şekilde ulaşacaktı. Ve ona göre, sadece orta sınıfın özellikleri değil, aynı zamanda orta sınıfın maceraları da öyle yazılmalıydı.

Bu bakış açısıyla, eğer Rouen’li Usta’nın üç büyük romansını incelerseniz, onun sanatının bu ilk ve en büyük ilkesini, ikinci ilkeden daha fazla gözden kaçırmadığını görürsünüz. Ona göre belgelerin, kesinlikle mükemmel bir teknikle nesir olarak hazırlanması gereklidir. Biz, onun cümleleri üzerinde ne kadar tutkulu bir özenle çalıştığını ve bu cümleleri ne kadar yorulmak bilmez bir şekilde defalarca değiştirdiğini biliyoruz. Böylece o, bir yandan romantik ruhundan doğan güzellik içgüdüsünü tatmin ederken, bilimsel eğitiminden doğan hakikat talebini de ince ve titiz doğruluğuyla tatmin etmiştir.

Kompozisyonda, bir yandan konunun temeli olarak gerçeğin anlamı teorisi – “Une Vie”nin başında “alçakgönüllü gerçek” olarak adlandırdığı – ve diğer taraftan güzelliğin ıstırabı, Maupassant’ın edebi yeteneklerinin tüm kullanımını belirler. Bu, onun doğuştan gelen o zarif ama tehlikeli karamsarlığının daha yoğun ve daha sistematik hale gelmesine yardımcı olmuştur. Bizimkisi gibi yorucu ve bezdirici bir toplumda, orta sınıf şahsiyeti her zaman bir karikatürdür ve olaylar hemen hemen her zaman bayağıdır. Birisi bunları çok fazla çalıştığında, o kişi, insanlığa tiksinti ve umutsuzluk açısından bakılarak bitirilir. De Maupassant’ın aşk romanlarının ve romanslarının felsefesi, o kadar sürekli ve derinden şaşırtıcıdır ki, insan bunalır. Bu sınıra ulaşır ve insanın ihtişama duyarlı olduğunu ya da daha üstün bir düzenin güdülerinin ruhu yükseltip yüceltebileceğini inkar eder gibi görünür, ama bunu derin bir üzüntüyle yapar. Duygusal ve ahlaki dünyanın kendi içinde en yüksek olan kısmı ise ona kapalı kalır.

Bu felsefe, intikamda kendisini günümüzün yarı uygarlığıyla acımasızca kesin bir ilişki içinde bulur. Ben bununla, belirli bir egoizmi haklı çıkaracak kadar bilgiye bulaşan, ancak bir ideali tasavvur edemeyecek kadar yeteneksiz ve doğuştan gelen kabalığı kurtarılamayacak kadar bozulmuş olan yetersiz eğitimli bireyi kastediyorum. Bluzunun ya da paltosunun altında – ister “Petite Roque”daki iğrenç suikastçı gibi Renardet, ister “Bel-Ami”nin kurnaz kahramanı gibi Duroy, isterse aşağılık baştan çıkarıcı gibi Bretigny “Oriol Dağı” ya da aynı adlı romanda Eski Amable’ın oğlu Césaire olsun, Maupassant’ın öykülerinde bolca bulunan bu aşağılık tip, işaret ettiğim güçlü mizaçla buluştuğunda, neredeyse neşeli bir gaddarlıkla çağrıştırılır. Bu da onlara daha da kesin bir gerçeklik verir, çünkü yarı uygar insan genellikle dürtüseldir ve sonuç olarak fiziksel olan kolayca baskın çıkar. Orada, başka yerlerde olduğu gibi, yozlaşmış kişi, her yerde sıradan bir insan izlenimi veren yozlaşmış bir kişidir.

Büyük şehirlerde bu türden çok sayıda insan vardır. Ama hiçbir yazar bu karmaşık mizacı De Maupassant kadar adaletle hissedip ifade etmemiştir, ama o son derece dikkatli bir gözlemci olduğundan, çevreyi, manzarayı ve kesin bir orta mesafe oluşturan her şeyi belli bir zamanda ve belli bir çizgide çalıştığından, onun romanları sosyal sınıfların reddedilemez bir kaydı olarak kabul edilebilir. Örneğin Norman ve Provence köylüsü; ayrıca küçük memur, taşra beyefendisi, taşra ağası, Paris’in kulüp üyesi, bulvar gazetecisi, kaplıca doktoru, reklam sanatçısı ve kadınların olduğu taraftaki, hizmetçi kız, çalışan kız, demi-grisette/şık ve şuh Fransız kız, sokak kızı, zengin ya da fakir, şehrin ve taşranın yiğit hanımı ve sosyete kadını, bunlar, onun birçok mekanda resmettiği, resmedildikleri roman ve aşk romanlarının tarih olma etkisi bulunan ve onun alıştığı figürlerden bazılarıdır. Sezarların Roma’sını, nasıl Petronius’un eserleri olmadan anlamak imkansızsa, 1850-90 Fransa’sını da Maupassant’ın bu hikayeleri olmadan tam olarak anlamak imkansızdır. “Satyricon” (çn: Petronius’un eseri) Roma’nın bütün resmi olmadığı gibi onlar da ülkenin bütün imajı değildir, ama o yazarlarının resmetmek istediğini, hayata ve aşırı derecede grafik olan bir fırçayla resmetmiştir.

Eğer Maupassant, genel olarak, yalnızca belirtilen karakterleri ve edebiyatın evresini resmetmiş olsaydı, o, “natüralistler” olarak adlandırılan grubun diğer yazarlarından ayırt edilemezdi. Zira onun gerçek görkemi, sanatının olağanüstü üstünlüğündedir. O bir sanat icat etmemiştir ve onun yöntemi “Madam Bovary”nin yöntemine yabancı değildir, ama o, eserine Flaubert’te her zaman eksik olan esnekliği, çeşitliliği ve özgürlüğü nasıl vereceğini bilmiştir. İkincil olarak o, en iyi sayfalarında her zaman gergindir. Eğer Yunanlı sporcuların anlamlı metaforunu kullanacak olursak, o “yağ kokuyordur.” Flaubert’in histerik epilepsi nöbeti geçirdiğinde, korkunç hastalık krizini sakinleştiriciler aracılığıyla ertelediği hatırlandığında, onun yapıtına hakim olan bu gergin emek atmosferi, kendisini uyuşukluk şeklinde açıklar. O bir atlet, bir koşucu ama ayaklarının altında korkunç bir ağırlık taşıyan biridir. O, sadece her hareketinin yoğunluğunu ortaya koyduğu bir çabanın ödülü için yarışmaktadır.

Öte yandan Maupassant, her ne kadar sinirsel bir lezyondan muzdarip ise de, o, bu konuda kalbi dışında hiçbir yerde hiçbir belirti vermemiştir. Onun zekası parlak ve canlıdır ve her şeyden önce, onun her zaman tetikte olan duyularının hizmet ettiği hayal gücü, birkaç yıl boyunca doğrudan görmenin şaşırtıcı tazeliğini korumuştur. Onun sanatı eğer Flaubert’e ait ise, bu sanat Raphael’i Perugini’nin taklitçisi olarak adlandırmaktan daha aşağılayıcı değildir.

Flaubert gibi o da öykü yazmakta, gerçekleri ince bir dereceyle dağıtmakta, tanıdık bir diyaloğun sonuna şaşırtıcı derecede dramatik bir şey getirmekte çok başarılıdır; ama onun için böyle bir kompozisyon kolay görünmüş ve öykülerindeki betimlemeler olağanüstü bir şekilde yerleşmiş olsa da, Flaubert’te her zaman biraz cilalı görünen bunun tam tersi de doğrudur. O nedenle, Maupassant’ın anlatımı, ne kadar dramatik olursa olsun, kolay ve akıcı olmaya devam eder.

Maupassant, kasıtlı olarak seçtiği terimlerde her zaman büyük ve uyumlu bir ritim aramış, teknik güzelliğe sürekli özen göstererek her zaman sağlam ve sağlıklı bir dil seçmiştir. O, ustasından zaten dövülmüş bir aleti miras olarak almış ve o mirası daha emin bir beceriyle kullanmıştır. O, aynı anda çok sağlam ve net, çok muhteşem ama çok ölçülü, çok esnek ve çok sağlam olan üslubunun kalitesiyle, On Yedinci Yüzyılın yazarlarıyla eşittir. Onun çok derin ve basit bir şekilde Fransızca olan yöntemi, betimlemelerine tarif edilemez bir “tıpkı” vermeyi başarır. Onun doğadan aldığı gözlem, eğer onun hikayelerine gerçekliğin güçlü vurgusunu damgalıyorsa, onların kutsallaştırıldığı nesir, ırkın dehasına bir toprağın şamarı  kadar uygundur.

Günümüz eleştirmenlerinin Guy de Maupassant’ı klasik yazarlarımız arasına koyması yeterlidir. O, Regniers, La Fontaines, Molières ile birlikte saf Fransız dehasının saflarındaki yerini almıştır. Ve bu sağlıklı nesrin altında her yerde sezilen gizli kötülük işaretleri, onu tanıyan ve sevenler için onu tarif edilemez bir acımayla çevrelemektedir.

Paul Bourget

Erdemli insanın üzerine titrediği şey karakterdir, bayağı insanın üzerine titrediği şey ise makam ve mevkidir.’ KONFÜÇYÜS

FAZİLET MÜCADELESİ!

Amerika Birleşik Devletleri’nin eski başkanlarından John Fitzgerald Kennedy, 1956 yılında ve daha henüz genç bir senatör iken yazdığı Türkçeye ‘Cesaret ve Fazilet Mücadelesi’ olarak çevrilen ve bu isimle yayınlanan ‘Profiles In Courage/Cesaret Profilleri’ isimli kitabında siyaseti cesaret ve erdem boyutuyla inceler.

Kitabını takdim ederken, ‘Bu eserin konusu medeni cesarettir’ diyen Kennedy, Amerikan siyasi tarihinden cesaret ve erdemle ilgili somut örnekler verir ve aslında insani bir meziyet olmayan, her insanda bulunması gereken asgari bir özellik olan erdeme Ernest Hemingway’den yaptığı şu alıntıyla yollamada bulunur: ‘Her türlü baskıya rağmen erdem.’

Kennedy’nin kitabında incelediği sekiz cesur siyasi figürden birisi olan Cumhuriyetçi Parti Nebraska Senatörü George W.Norris, yapılacak bir oylamada, kullanacağı oy üzerinde partisinin baskı kurması üzerine, senatoda yaptığı konuşmada şunları söyler: ‘Herhangi bir partinin veya şahsın aleti, kölesi, uşağı olarak zafer arabalarında gezmektense, temiz bir vicdanla siyaset hayatından çekilir giderim daha iyi! Ne dostlarının ne de düşmanlarının güvenip saymadığı ihtiyar bir politika kurdu olarak bu hayata devam etmektense bir kenara çekilmeyi ve hem dostlarım hem de düşmanlarım tarafından daima düşüncelerine bağlı kalan ve doğru bildiği yoldan şaşmayan bir insan olarak hatırlanmayı tercih ederim!

Amerikan siyasetinin dürüst, temiz, onurlu, cesur kişilerinden başkaca örnekler de veren Kennedy daha sonra şunları yazar: ‘Geçmişteki cesaret ve fazilet örneklerini unutan bir millet, mevcut liderlerinden cesaretli ve erdemli davranışlar beklemesini bilmediği gibi, bu özellikleri mükâfatlandırmaktan da aciz kalacaktır… Siyaset adamının milli menfaat uğruna kendi çıkarlarından fedakârlık etmesi beklenir. Bir tek ilke için her rütbeyi, itibar ve güvenliği tepmesi istenir.

Siyaset, en geniş anlamda, insanların bugünlerini, yarınlarını, yani hayatlarını düzenleyen genel kuralları koymak, korumak, toplumun gereksinimlerine bağlı olarak gerektiğinde bunları değiştirmek için yapılan bir insani faaliyettir. Bu bağlamda siyaset, bir şey olmak adına değil, bir şeyler yapmak adına ve yine bir düşünce, bir inanç uğruna, bir düşünceye karşı ve bir düşünce temelinde yapılan bir iktidar mücadelesidir.

Bu tanım çerçevesinde siyaset, gazeteci Ertuğrul Özkök’ün yazdığı gibi ‘…bir şövalyeler mücadelesidir. Çalılıklar arasında saklanıp oraya buraya uzaktan kumandalı mayınlar koyan, göğüs göğse mücadeleyi göze alamayan, hayatı kalleş pusuların kuytularında geçmiş cücelerin savaşı değildir. Bana göre siyaset, belden yukarı yapılan bir grekoromen zarafetidir. Bana göre siyasetin; yani mertçe siyasetin tabiatında belden aşağı vurma pespayeliği yoktur.

O halde siyasetin, dürüstlükle, ilkeli, onurlu ve erdemli bir şekilde yapılması gerekir. Zira Platon’un da söylediği gibi  ‘Yapılan iş her ne olursa olsun, erdem olmayınca elde edilecek her şeyin ve yapılacak her işin sonunda utanç ve kötülük vardır.’ Esasen yapılan iş, ister siyaset, isterse ticaret olsun veya arkadaşlık, dostluk gibi gündelik hayatın diğer insani ilişkileri olsun, erdem içinde yapılmıyor ve kişisel çıkarlar için yapılıyor ise eğer, La Rochefoucauld’nun işaret ettiği üzere ‘Irmakların denizde kaybolup gitmesi gibi, erdemler de çıkarların içinde öylece yok olup giderler.

Pek çok insan gibi kişisel olarak ben de, aynı inançta veya düşüncede olmasam dahi, bir düşüncenin kavgasını inanarak ve dürüstlükle veren, o yolda kararlı bir şekilde yürüyen ve onuruyla mücadele eden insanlara hem değer verir, hem de saygı duyarım. Ama makam, mevki gibi bir şey olmak dışında hiçbir düşüncesi, hiçbir pozitif hedefi, planı, programı, projesi olmayan, yürüttüğü görevde herhangi bir başarısı bulunmayan kişilerin, oturdukları koltukları muhafaza etmek için daha düne kadar küfrettikleri birileriyle ittifaklar kurmalarını, kurdukları bu ittifaklarla kendilerine yeni pozisyonlar sağlamaya çalışmalarını asla erdemli bir davranış olarak görmem. Her kim olursa olsun, bunu yapanlara şahsen değer vermediğim gibi saygı da duymam.

Peki, insan hayatının hemen her alanında varlığını aradığımız, yokluğunda kirlendiğimizi hissettiğimiz beş harften oluşan şu erdem kavramı nedir ve neye hizmet eder? Kennedy’nin üzerine kitap yazdığı cesaret nedir? Hiçbir şeyden korkmamak mıdır, yoksa neden korkacağını ya da korkmayacağını bilmek midir? Cesaretle erdem arasındaki bağlantı ya da ilişki nedir?

Homeros’un şiirlerinde ‘her türlü üstünlük veya erdem için kullanılan’ cesaret kavramının kökünü ilk önce Antik Yunan’da buluruz. Aslında hem ahlaki, hem de felsefi bir kavram olan cesaret, en saf haliyle insani bir erdemdir ve daha henüz ahlaki anlamda kullanılmadan önce Antik Yunan’da ‘bir varlığın yerine getirmesi gereken işlevi en iyi biçimde yerine getirmesi’ olarak tanımlanmıştır.

Başta Sokrates olmak üzere diğer bütün filozofların üzerinde düşündükleri, söz söyledikleri felsefenin başat kavramlarından birisi ve hatta birincisi olan erdem kavramının kökü de yine Antik Yunan’a, Kıbrıslı Zenon’un kurduğu Stoacı felsefeye dayanır.

Onun için erdem ve cesaretle ilgili yukarıdaki soruların yanıtını vermezden önce, felsefe nedir, ne işe yarar sorularının yanıtını vermek gerekir.

Rus asıllı Amerikalı düşünür ve yazar Ayn Rand’ın özlü ifadesi ile felsefe; ‘kokteyl partilerindeki veya kiliselerdeki törenlerin içini doldurmak için yaratılmış anlamsız soyutluklar gösterisi olmadığı gibi, oryantal abartmalarla çınlayan gereksiz bir Avrupa uğultusu da değildir. Felsefe, İngiliz profesörler tarafından başka türlü bir işe girmesi mümkün olmayan çalışma arkadaşları için geliştirilmiş olan ve gerçek ile yollarını ayırmış bir satranç oyunu da değildir. Felsefe, insan yaşamındaki en temel unsurdur. Felsefe, insan aklını ve karakterini, ulusların kaderini biçimlendiren asıl güçtür. İnsanın tercihi bir felsefe sahibi olmak veya olmamak konusunda değil, fakat sadece hangi felsefeye sahip olma konusundadır. İnsanın tercihi, tercihinin bilinçli, açık, mantıklı ve bu nedenle pratik mi olacağı, yoksa rastgele, belirsiz, çelişkili ve bu nedenle zararlı mı olacağı konusundadır…Neden onursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığınız yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, yaşamınızın neden imkansız çelişkilerle dolduğunu, neden – ya beden, ya ruh – gibi, – ya akıl, ya kalp – gibi, – ya güvenlik, ya özgürlük – gibi yapay seçimlerden kaçmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz? Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı ret etmişsiniz, yitirmişsiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme çarpıldı diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz. Aklınızı takip etmedikçe, hayatınızı bu sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça, başkalarının tercih ettiği bir yaşama mahkum olacaksınız. Felsefe, yaşamı sorgulama, varoluşu anlama, aklı ve mantığı kendi mutluluğunuz için kullanma aracıdır. Felsefe, entellerin bir araya geldiklerinde, kafanızı karıştırmak için yaptıkları laf kalabalığı değildir.

Peki, cesaret nedir, erdem nedir? Bunlar neye yarar, bu ikisi arasında hangi noktada bağlantı vardır?

Vikipedi cesareti ‘aynı zamanda yiğitlik, kararlılık, ataklık, ve dayanıklılık özelliklerini de içeren, korku, acı, risk, belirsizlik veya tehdit ile başa çıkabilme yeteneği’ olarak tanımlıyor ve ‘fiziksel cesaret’, ‘ahlaki cesaret’ şeklinde ikiye ayırıyor. Fiziksel bir acı, zorluk veya ölüm tehlikesi ile yüzleşme sırasındaki cesareti tanımlarken, ‘ahlaki cesaret’ kavramına yer veriyor ve bunu ‘utanç, skandal veya şevk kırıcı bir eylem veya durum karşısında etik davranma’ olarak nitelendiriyor.

Napolyon’un ‘taklit edilemeyecek tek eylem’ diye tanımladığı cesaret, bir yönüyle insanın kendisi olmak için attığı bir adımdır, tabii atabilirse. Cesaret korkunun olmaması demek değildir. Korku vardır ve bu insani bir duygudur. Yani insan korkar. Cesaret korkuya rağmen ilerlemektir, korkuya teslim olmamaktır. Aptal ve cahil cesaretini bir kenara bırakırsak eğer, cesaret, mevcut veya olası tehlikeler karşısında aklın kullanılmasıdır. Buna göre cesaret,  nelerden korkulacağını, nelerden korkulmayacağını bilmek ve ona göre önlem almak ve hareket etmektir.

Arapçada fazilet olarak isimlendirilen, Türkçede hem fazilet, hem de erdem olarak kullanılan kavram, Arapçada ‘bir fazlalığa ve üstünlüğe’ işaret eder. ‘Fazlalık veya üstünlük’ göreceli bir ifade ve niteleme olmakla, elbette zamana, olaylara, kültüre ve toplumlara göre farklılık gösterir. Örneğin kahramanlığa değer veren bir toplumda erdem, ‘özgür bir insanın kendisini ifade etmesine ve bu işlevini yerine getirmesine imkan ve destek veren özelliklerdir.

Yaşadığı zamanda ve toplumda, yani Antik Yunanda yerleşik ahlaki değerleri eleştiren, insan için doğru ve iyi olanın; sağlık, zenginlik, mevki, makam, şöhret gibi dünyevi başarılar ve değerler olmadığını savunan ve kesin olarak sadece erdem ve erdemsizliğin iyi veya kötü sayılabileceğini belirten Zenon’a ve onun Stoacı felsefesine göre erdem, ‘düşünce ve eylem bütünlüğüne ve dinginliğe ulaşmış bir zihni durumdur.’ Erdemsizlik ise, ‘düşünce ve eylem tutarsızlığı, insani değerlerin bir zafiyeti ve hatta bir hastalığıdır.

Doğal hukuk’ öğretisinin oluşturulmasına ve geliştirilmesine çok önemli katkılarda bulunan Stoacı felsefenin bu yaklaşımına göre erdemli insan, ruhen, fikren ve vicdanen huzur içindedir, mutlu olabilmenin bütün koşullarına sahiptir ve öyle olduğu için de mutludur. Erdemsiz insan ise, alışılmış şekliyle dünyevi anlamda zenginlik, makam, mevki, şöhret gibi pek çok şeye sahiptir, ama mutsuzdur. Çünkü korku, suçluluk duygusu, endişe, tutku, üzüntü, boş gurur gibi duygusal gelgitler içindedir. Duygu, düşünce ve davranışları ölçülü ve dengeli değildir. Özgüveni yoktur. Güçsüzdür, cesaretsizdir. Kendisiyle barışık değildir. Parası vardır, ama itibarı yoktur. Onun için makam ve mevki peşindedir. Kendi içinde bölünmüş bir zihne ve kişiliğe sahiptir. Bütün bunlardan dolayı erdemsiz insan ya da insanlar, ayakta ve hayatta kalabilmek, mevki ve makamlarını koruyabilmek, bir şey olabilmek ve olduktan sonra o yeri koruyabilmek için kendisine bir koltuk değneği bulmak, birisine yaslanmak zorundadır.

Böylesi insanlar, tam da Blair Pascal’ın ‘Düşünceler’ adıyla Türkçeye çevrilerek yayınlanan ‘Pensées’ isimli eserindeki gibidirler: yani ‘büyük adam olmak için heveslerle doludur, fakat bir gün anlar ki, sadece bir küçük adamdır; mutlu olmak için heveslerle doludur, fakat bir gün anlar ki, sadece mutsuzdur; mükemmel olmak için büyük hevesler taşır, fakat bir gün anlar ki, sadece kusurlarla doludur; insanlar tarafından sevilen ve sayılan bir kişi olmak için devamlı umutlar taşır, fakat bir gün anlar ki, kusurlarından dolayı sadece insanların hor görüşüne layık görülmektedir. İşte, dışına çıkmaya imkan bulamadığı bu utanç duygusu, o insanda güçlü bir adaletsizlik ve yıkma ihtirası yaratır, çünkü bu durumda o, kendisini kusurlarından dolayı mahkum eden ve bunun suçunu kendisine yükleyen gerçeğe karşı bitmez tükenmez bir nefrete bürünmüştür.

Onun için bu ve benzeri diğer insanlara William Reich gibi ‘Dinle Küçük Adam’ diye söze başlamak ve tarihin şu gerçeklerini hatırlatmak gerekir: ‘…Nietzsche’nin üstün insana yükselme ile Hitler’in alt insanına alçalma arasında seçeneğin vardı. Sen yaşa diye bağırıp alt insanı seçtin….Lenin’in gerçek demokratik anayasasıyla Stalin’in diktatörlüğü arasında seçeneğin vardı. Sen Stalin’in diktatörlüğünü seçtin…Freud’un, senin ruh hastalığının özünü aydınlatmasıyla, yine onun kültür uyumu kuramı arasında seçeneğin vardı. Bacaklarının altından akıp giden kültüre uyumu seçtin ve seksüel kuramı unuttun…Marx’ın, bütün mal değerlerini tek başına yaratan, senin emek gücünün verimi kavrayışı ile devlet düşüncesi arasında seçeneğin vardı. Sen, emeğindeki dirimi unuttun ve devlet düşüncesini seçtin…Fransız Devrimi’nde acımasız Robespierre ile büyük Danton arasında seçeneğin vardı. Acımasızlığı seçip, büyüklüğü ve iyiliği giyotine gönderdin…Almanya’da Göring, Himmler ile Liebknecht, Landau arasında seçeneğin vardı. Himmler’i polis şefi yaptın ve büyük dostlarını katlettin. Lodge ile Wilson arasında seçeneğin vardı. Sen Wilson’ı seçtin…

Alkibiades I’ isimli eserinde Platon, bilge Sokrates’in henüz kamusal ve siyasal yaşamına başlamak üzere olan, halkın önünde konuşmayı ve sitede dilediği her şeyi yapabilecek güçte olmayı isteyen genç öğrencisi Alkibiades’i, gelecekteki kamusal yaşamın sorumluluklarına hazırlamak için ona ‘kendisine dikkat etme/kendisine özen gösterme’ tekniğini öğretişini anlatır.

Yazılış tarihi kesin olarak belli olmayan, sanal bir Platonik diyalog olması da muhtemel bulunan ‘Alkibiades I’ diyaloğunun ilk ilkesi, tüm Platoncu felsefenin de çıkış noktasını oluşturan ‘kendine dikkat etme/kendine özen gösterme’ ilkesidir.

Çok uzun olan bu diyaloğun sonlarına doğru bilge Sokrates, genç Alkibiades’e şunları söyler: ‘Mutlu olmak için şehirlerin, ne duvarlara, ne üç sıra küreklilere, ne tersanelere, ne de nüfusa ve geniş arazilere ihtiyacı vardır. Sahip olması gerekli olan tek şey erdemdir, öyle değil mi? O halde sitenin/şehrin işlerini iyi görmek istiyorsan, onlara erdem aşılamalısın. Peki, kişi kendinde olmayan bir şeyi başkasına verebilir mi? Öyleyse önce sen erdemli olmalısın; bu, yalnız kendinle ve kendine ait şeylerle değil, fakat aynı zamanda, siteyle/şehirle ve siteye/şehre ait şeylerle de ilgilenmen demektir, zira onları idare etmek isteyen kişiye bilgiden önce erdem gerekir. Eğer eğri davranırsan, gözlerin karanlığa ve kötülüğe yönelir. Karanlıkta olursan, kendinle ilgili olarak cehalet içinde olursan, ihtimaldir ki, yapacağın iş de kötülük olur. Bir şehirde erdem yoksa kötülükler önlenemez. Alkibiades, mutlu olmak için, senin de, şehrin de edinmesi gereken şey iktidar değil, erdemdir.

Bu diyaloğa göre kişi erdemi, ‘kendini bil-mek’ ile öğrenir ve öğrendiği zaman da erdemli yaşar. Onun için erdem, ahlaki anlamda bir kişilik özelliğidir ve bu özellik kişinin işine, duruşuna, davranışına, ilişkilerine, bazen doğrudan, bazen dolaylı şekilde yansır. Ahlaken erdemli bir kişi, toplumun ortak ahlaki değerleri olan çalışkanlık, duygusal akıl, şeref, adalet, dayanışma, yardımseverlik, merhamet gibi değerlerine bağlıdır.

Stoacı felsefeye göre iyi insan olmak aynı zamanda iyi yurttaş olmak demektir. Erdem kavramının ahlakın ve siyasetin bir kavramı olarak düşünülmesine imkan veren de bu yaklaşımdır. İyi yurttaş olmak ise adil, ölçülü, dengeli, erdemli ve bilge olmakla mümkündür. Onun için Sokrates erdemi, bilgi olarak tanımlar. Bu bilgi, insanın kendisini tanımasını ve dolayısıyla nelerden korkulacağını, nelerden korkulmayacağını, nelere yaklaşıp, nelerden ve kimlerden uzak durulması gerektiğini bilmeyi gerektirir.

Toplumda ve insanda bulunması gereken en yüce iyinin erdem, erdemin ise doğanın yasasına uymak olduğunu savunan Stoacı görüş, ahlak felsefesine ‘ödev’ kavramını getirmiştir. Hak sahibi olan, hakların öznesi olan insanın, insan olarak, yurttaş olarak, bir mesleğin mensubu olarak, bir malın veya mülkün sahibi olarak, arkadaş olarak, dost olarak ödevleri vardır. Bu ödevlerin en başında da, insana saygı, başkalarının haklarına saygı, komşunun hukukuna saygı, mesleğe/göreve saygı, meslektaşlarına saygı, arkadaşlarının, dostlarının değerini bilme ve onlara karşı vefalı olma, yurduna bağlılık/sadakat gelir.

Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez’ diyen Sokrates, bu sonuca şunları düşünerek ve söyleyerek ulaşır: Yaşanmaya değecek tek hayat iyi bir hayattır. İyi bir hayatı sadece ‘iyi’ ve ‘kötü’nün ne olduğunu bilirsem yaşayabilirim. ‘İyi’ ve ‘kötü’ göreceli değildir. Bir mantık ve sorgulamayla bulunabilecek şeylerdir. Bu yolla ahlak ve bilgi birbirine bağlanır. Sağlıklı bir kuşkuya dayanmayan bir hayat,  ahlakı olmayan bir cahilliktir. Onun için sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez.

Peki! Ne yapalım? Sadece var olmak için değil, yaşamak için yaşayacaksak eğer, bir mola alalım ve hep birlikte kendimizi ve hayatımızı sorgulayalım…!

John Fitzgerald Kennedy ile başladık, Mevlana’nın hepimizin, ama en önce ve en fazla siyasetçilerin dersler çıkarması gereken aşağıdaki dizeleriyle sözlerimize son verelim:

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.

Işığı gördüm, korktum.

Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.

Karanlığı gördüm, korktum.

Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi…

Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.

Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;

Aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.

Zamanı öğrendim.

Yarıştım onunla…

Zamanla yarışılamayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim…

İnsanı öğrendim.

Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…

Sonra da her insanın içinde iyilikler ve kötülükler bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.

Sonra güvenmeyi…

Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,

Sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.

Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu…

Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.

Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.

Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek

Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.

Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.

Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.

Kendime yazıyı öğrettim sonra…

Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…

Gitmeyi öğrendim.

Sonra dayanamayıp dönmeyi…

Daha sonra da kendime rağmen gitmeyi…

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta…

Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.

Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiği sonucuna vardım.

Düşünmeyi öğrendim.

Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.

Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde…

Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;

Gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün….

Ve gerçeğin acı olduğunu…

Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da “lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını, ama bazılarının sadece hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.

Olur ya …

Kalp durur …

Akıl unutur …

Ben dostlarımı ruhumla severim.

O ne durur, ne de unutur ….

Öğretim görevlisi olarak ders vermekte olduğum Ankara Bilim Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, 2022/2023 akademik yılının Bahar Döneminde “Siyaset ve Siyasi Tarih” dersini vermeye başladım.

Bana bu görevin tevdii edilmesi üzerine, hem öğrenci arkadaşlarıma yardımcı olmak, hem de kendi entelektüel zevkimi tatmin etmek ve entelektüel bir işlevi yerine getirmek amacıyla “Siyaset ve Siyasi Tarih” isimli bir kitap yazmaya başladım.

En geç Nisan ayı sonuna kadar bitirmeyi ve yayımlamayı planladığım bu kitabın “Siyaset Nedir?” başlıklı bölümünü aşağıda sizinle paylaşıyor ve ilgi duyanlara iyi okumalar diliyorum.

Saygılarımla.

SİYASET NEDİR?

Siyaset sözcüğü Türkçeye Osmanlıcadan geçmiştir. Bu sözcük Arapça “Seyis/At Bakıcısı” sözcüğü ile bağlantılıdır. Buna göre Türkçede “At” kökünden türemiş olan “Atkarma” sözcüğü, “siyaset yapmak, idare etmek, icra etmek, muvaffak olmak” anlamlarına gelir. Dolayısıyla “Siyaset” ve “Atkarma” sözcükleri “atın idare edilmesi” demektir.

Yine Osmanlıcada siyaset sözcüğü aynı zamanda padişahın hükmettiği “ölüm cezası” anlamında kullanılmıştır. Esasen İslam kamu hukukunun önemli bir unsuru olan “siyaseten katl” deyimi, Türk – İslam devlet teorisinde hükümdarın mutlak otoritesine dayanarak verdiği en ağır ceza olan “ölüm cezası” demektir.

İngilizcede siyaset sözcüğünün karşılığı olan “politics” sözcüğü, Yunanca “şehir” anlamına gelen “polis” sözcüğünden türetilmiştir. “Polis” sözcüğü Yunancada “şehirle ilgili işler” demektir. Günümüzde ve modern toplumlarda “polis” sözcüğünün karşılığının “devlet” olduğu dikkate alındığında, siyaseti “devletle ilgili işler” şeklinde tanımlamak gerekir.

Ancak bu tanım oldukça sınırlı bir siyaset görüşünü içerir. Zira bu tanıma göre siyaset, devlet aygıtı etrafında dönen bir sosyal örgütlenme sistemi olan ve yine İngilizcede “polity” adı verilen bir işleyişi ve faaliyeti ifade eder. Yani buna göre siyaset, sadece yasama organı, yürütme organı, siyasi partiler ile bunların çevresindeki yerlerde ve bu yerlerde görev yapanlar, yani milletvekilleri, bakanlar, siyasi parti üyesi olan kişiler tarafından yapılan bir faaliyettir.

Siyasetin bu tanımı esas alındığında, siyaset, sadece milletvekillerinin, bakanların, siyasi parti üyesi olan kişilerin tekelinde olan ve bunların dışındaki kişilerin ve kurumların siyaset dışı kabul edildikleri bir alan, bir iş, bir işleyiş ve faaliyettir.

Ne var ki, siyasetin bu şekilde ve sadece bu kapsamda kabul edilmesi ve tanımlanması doğru olmadığı gibi, genel anlamda hayatın, daha dar anlamda gündelik hayatın akışına ve gerçeklerine de uygun değildir.

Zira en geniş anlamıyla siyaset, insanların hayatlarını düzenleyen genel kuralları yapmak, korumak ve değiştirmek için gerçekleştirdikleri faaliyetlerdir ve aynı zamanda akademik bir konu ve alan olmakla, bu faaliyetlerin incelenmesidir. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 2, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Bu çerçevede ve bu anlamda siyaset, hem bir çatışma, hem de bir işbirliği faaliyeti ve alanıdır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 2, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Siyaset bir çatışma faaliyeti ve alanıdır, zira siyaset birbirine rakip olan fikirlerin, farklı isteklerin, ihtiyaçların ve çıkarların birbirleriyle yarıştığı,  karşı karşıya geldiği bir alandır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 2, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Yine siyaset bir işbirliği faaliyeti ve alanıdır, zira aynı görüşte olan, aynı isteklerde bulunan, ortak çıkarlarda buluşan insanların birlikte ve işbirliği içinde yürüttükleri bir faaliyet alanıdır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 2, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Yine siyaset, hemen hemen bütün toplumlarda ve zamanlarda, insanların ilgisini çeken ve albenisi olan bir faaliyettir. Bunun nedeni, Aristoteles’in nitelemesiyle insanların “bir zoon politikon, yani “siyasal bir hayvan” olması ve gerek siyasi görüşleri, gerekse yönetim anlayışları ve yönetenlerin yönetim şekilleri konusunda birbirleriyle uyuşmazlık halinde ve çatışma içinde olmalarıdır. Zira insanlar, nasıl bir hayat sürmeleri konusunda aynı görüşte olmadıkları gibi, kimin yönetmesi, nasıl yönetmesi, ülke kaynaklarının kime, neden ve nasıl dağıtılması, kararların kim tarafından ve ne şekilde alınması, ihtilafların çözümlenmesi başta olmak üzere, diğer pek çok konu hakkında aynı görüşte değillerdir.

Nitekim siyasetin ne olduğu, nasıl tanımlanması, kimin tarafından yapılması gerektiği konusunda, gerek bu konunun uzmanları, gerekse siyasiler ve hatta sıradan insanlar arasında bir fikir birliği yoktur. Bu bağlamda, siyaset, kimilerine göre, bir “hükümet etme sanatıdır”, kimilerine göre “kamusal işlerdir veya bu işlerin görülmesidir”, kimilerine göre bir “uzlaşma ve mutabakattır”, kimilerine göre ise, “iktidar olarak siyasettir”.   

O nedenle, siyaset, gerek kavram ve kurum olarak, gerekse icra-i bir faaliyet olarak tartışmalı bir kavram ve kurumdur. Bununla birlikte, siyasetin sosyal bir faaliyet olduğu, monolog olmadığı, aksine diyalog olduğu, tek başına değil, başka insanlarla birlikte ve bir arada yapılan veya yapılabilen bir faaliyet niteliği taşıdığı hususları tartışmalı değildir.

Buna ve İngitere’de Orpington Koleji’inde Siyaset Çalışmaları müdürlüğü yapan siyaset bilimci Andrew Heywood’un “Politics/Siyaset” isimli kitabına göre ve bu kitabı takip ederek ve referans alarak siyaseti aşağıdaki şekillerde tanımlayabiliriz;

b- Hükümet Etme Sanatı Olarak Siyaset

Prusya Şansölyesi Bismark’a göre siyaset, “bir bilim değil, bir sanattır.” Bu tanımı ve yaklaşımı ile Bismark, kolektif kararların alınmasının ve uygulanmasının ve bu yolla toplum içinde kontrolün sağlanmasının, insanların yönetilmesinin bir ustalık ve sanat olduğunu ifade eder. Kuşkusuz bu ustalık ve sanat, bilmeyi, yani bilgiyi ve bilimi gerektirdiği gibi, yeteneği, bir sanat olan insanları yönetmeyi, idare etmeyi de gerektirir. Bu ise, deneyimi, deneyim sahibi olmayı gerektirir.

Diğer taraftan, Bismark’ın bu tanımı, aslında siyasetin eski Yunan’daki özgün anlamından türetilmiş olan klasik tanımına uygun bir tanımdır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 2, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Zira eski Yunandaki tanıma ve anlayışa göre siyaset, daha önce de işaret ve ifade ettiğimiz üzere, “polisin işleri, polisle ilgili işler” demektir. Polis sözcüğünün ve kavramının günümüzde “devlet” sözcüğüne ve kavramına tekabül ettiği dikkate alındığında, siyaset  “devletin işleri, devletle ilgili işler” anlamına gelmektedir.

Bu tanıma göre siyasetin alanı, devletin, daha geniş anlamda otoritenin kullanılması ile sınırlıdır. Nitekim Aristoteles’e göre siyaset, siyasi otoritenin kullanılması yoluyla örgütlenmiş bir toplumun çoğunluk tarafından herkesin çıkarına göre yönetilmesidir.

Ne var ki, Bismark’ın bu tanımı, siyaseti sadece devlet aygıtı ve otoritesi etrafında dönen bir sosyal örgütlenme ve faaliyet olarak kabul ettiği için sınırlı bir tanımdır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 4, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Zira bu tanım, siyaseti ve siyasi faaliyeti, sadece bakanlar kurulunda, yani yürütme organında, yasama organında, hükümet dairelerinde ve bu nitelikteki yerler ile özellikle siyasetçiler, kamu görevlileri ve lobicilik yapanlar gibi sınırlı sayıdaki belirli bir insan grubu tarafından yapılan ve yapılması gereken bir faaliyet olarak kabul eden, bunların dışındaki kişileri ve grupları, örneğin iş adamlarını, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını, sivil toplum örgütlerini, dernekleri, üniversiteleri, aileleri, siyasetin ve ülke yönetiminin dışında gören (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 4, Liberte Yayınları-Şubat 2006) ve o nedenle, hem gerçekçi olmayan, hem de dışlayıcı olan bir tanımdır.  

Oysa Aristoteles’e göre “siyasal bir hayvan” olan insanın ve insanların oluşturdukları yapılar olan sivil toplum kuruluşlarının, iş adamlarının, meslek örgütlerinin, üniversitelerin, derneklerin siyasetin dışında olmaları düşünülemez ve hatta düşünülmemelidir. Zira siyaset işi ve kurumu, gerek yaptıklarıyla, gerekse yapmadıklarıyla hepimizin hayatını olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen bir kurumdur.

Bu yönden bakıldığında, gerek siyaset kurumu, gerekse yönetim işi, elbette ve sadece profesyonel siyasetçilerin işi olmadığı gibi, sadece onların tekelinde de değildir. Aksine, siyaset, her yurttaşın, her iş adamının, her meslek mensubunun, her meslek kuruluşunun, her sivil toplum örgütünün, her derneğin ve her üniversitenin ilgi alanı içindedir ve ilgi alanı içinde olmalıdır ve esasen ilgi alanı içindedir. Bu bağlamda, Atinalı devlet adamı ve asker olan Perikles’in “yönetimle ilgileniniz” şeklindeki öğüdü ve çağrısı, sadece siyaseti kendilerine meslek edinenlere ve yönetenlere yönelik bir öğüt ve çağrı değil, aslında yönetilenlere, yurttaşlara verilen bir öğüt ve çağrıdır.

Kaldı ki, siyaseti meslek edinmiş olmasalar da, siyasetle fiilen uğraşmasalar da, insanların ve yurttaşların siyaset yapma hakları ve özgürlükleri vardır. Bu bağlamda, her yurttaşın, her iş adamının, her meslek mensubunun, her meslek kuruluşunun, her sivil toplum örgütünün, her derneğin ve her üniversite mensubunun siyasete katılmaya hakkı olduğu gibi, ülke ve dünya siyaseti ile ilgilenmeye, bu konularda söz söylemeye, eleştiri yapmaya da hakkı ve bu konuda özgürlüğü vardır.

Kaldı ki, insan hakları, bu hakların ayrılmaz bir parçası olan kadın ve çocuk hakları, dayanışma hakkı kapsamında bulunmakla, tüm dünya insanları ile dayanışarak kullanmak ve korumak zorunda olduğumuz çevre ve barış hakkı, insanların kadim dostu olan hayvanların hakları ile onların korunması, siyasi olmaktan daha çok hukuki konular, kurumlar ve kavramlardır.

Bunları korumak ve kollamak, bu konularla ilgilenmek ve uğraşmak ise, her yurttaşın, her iş adamının, her meslek mensubunun, her meslek kuruluşunun, her sivil toplum örgütünün, her derneğin ve her üniversitenin en başta gelen görevleri arasındadır. 

Buna göre, her yurttaşın, her iş adamının, her meslek mensubunun, her meslek kuruluşunun, her sivil toplum örgütünün, her derneğin ve her üniversitenin ve bunların üyelerinin siyasetle ilgilenme, siyaset üzerine görüş bildirme, eleştiride bulunma hakkı vardır.

O nedenle, siyaseti,  sadece devlet aygıtı ve otoritesi etrafında dönen,  siyaseti ve siyasi faaliyeti, sadece bakanlar kurulunda, yani yürütme organında, yasama organında, hükümet dairelerinde ve bu nitelikteki yerler ile özellikle siyasetçiler, kamu görevlileri ve lobicilik yapanlar gibi sınırlı sayıdaki belirli bir insan grubu tarafından yapılan bir sosyal örgütlenme ve faaliyet olarak kabul etmek ve bunların tekelinde görmek, hem mümkün ve hem de doğru değildir.

Bu konuda önemli olan ve işaret edilmesi gereken husus, adı geçen kurum ve kuruluşların günlük siyasetin dışında olmaları ve kalmaları, bir siyasi partinin ön veya arka bahçesi şeklinde hareket etmemeleridir.

c- Kamusal İşler veya Bu İşlerin Görülmesi Olarak Siyaset

Siyaseti, kamusal işler veya bu işlerin görülmesi olarak kabul eden anlayış ve yaklaşım, daha geniş anlamda bir siyaset kavrayışını ifade eder, zira bu yaklaşım                                                                                                                                                                    ve kabul, siyaseti hükümetin veya iktidarın dar alanının dışına çıkarır ve siyaseti kamu hayatı veya kamusal işler olarak düşünülen ve kabul edilen alanın içine dahil eder. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 8, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Diğer bir deyişle, “siyasi olan” ile “siyasi olmayan” şeklindeki ayrım, hayatın kamusal alanı ile özel alanı arasındaki ayrımla örtüşür. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 8, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Bu tür siyaset yaklaşımının kökleri Aristoteles’e kadar götürülebilir, öyle ki, Aristoteles “Siyaset” isimli eserinde, insanın doğası gereği bir “siyasi hayvan/zoon politikon” olduğunu ifade etmiş ve bununla da insanın ancak siyasi bir toplumda, yani devlet içinde “iyi bir hayat” yaşayabileceğini anlatmak istemiştir. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 8, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Bu bakış açısına göre siyaset, “adil toplum” yaratmaya ilişkin etik bir faaliyet ve yine Aristoteles’in ifadesiyle “bilimlerin efendisidir/üstadıdır.” (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 8, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Bu noktada siyasetin alanının belirlenebilmesi için, “kamusal alan” ve “özel alan”  arasındaki sınırın çizilmesine ve bu konuda bir ayrımın yapılmasına ihtiyaç vardır. Hemen işaret etmek gerekir ki, bu konudaki sınır ve ayrım, devlet ile sivil toplum arasındaki sınır ve ayrım ile az ya da çok aynıdır ya da paraleldir.

Buna göre, vergilerle ve devletin bütçesiyle finanse edilen hükümet, yargı, ordu ve polis teşkilatları ile sosyal güvenlik sistemi ve benzerlerinden oluşan devlet kurumları “kamusal alan” kapsamında; bizzat yurttaşlar tarafından finanse edilen ve yurttaşların çıkarlarını korumak ve tatmin etmek için kurulan aile, özel işletmeler, sendikalar, dernekler, meslek kuruluşları, kulüpler vs. ise “özel alan” kapsamındadır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 8-9, Liberte Yayınları-Şubat 2006) 

Bu ayrıma göre, siyaset, sadece devletin kendi faaliyetleriyle, bu bağlamda, mahkemeler, ordu, polis, bürokrasi dışında kalan kamusal organlar eliyle yürütülen görevlerle ve sorumluluklarla sınırlıdır. Dolayısıyla yurttaşların kendileri için ve kendileri adına ve namına yaptıkları ve yapabildikleri faaliyetleri kapsayan yaşam alanları, bu bağlamda, iktisadi, sosyal, kültürel, sanatsal alanlar ile benzerleri siyasetin dışındadır ve özel alan kapsamındadır.

Ne var ki, bu yaklaşım, aynı zamanda sivil toplumu devletten ayırt etmekte, kamuya açık olan, alenen faaliyet gösteren, ticaret, iş, sanat, kültür gibi alanlarda iş yapan kurum ve kuruluşları da “kamusal alan” kapsamında kabullenmekte ve bu suretle siyasetin alanını genişletmektedir. Bu yaklaşıma göre “özel alan”, sadece aile ve ev içi hayatla sınırlıdır.

d- Uzlaşma ve Mutabakat Olarak Siyaset

Bu siyaset anlayışı, siyasetin yürütüldüğü ve yapıldığı alandan daha ziyade, siyasi kararların alınma tarzı, yöntemi ve şekli ile ilgilidir, dolayısıyla bu siyaset anlayışı,  zorla ve güç kullanmadan ve spesifik olarak uzlaşma, uyuşma ve müzakere aracılığıyla çatışmaları çözmenin ve ortadan kaldırmanın yolu ve aracı olarak kabul etmektedir. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 11, Liberte Yayınları-Şubat 2006) 

Esasen müzakere ve müzakereye açık olmak, anlaşmanın ve uzlaşmanın başlangıç noktasıdır. Nitekim bir Afrika özdeyişi bu konuda “eğer anlaşmayı, uzlaşmayı ve barışı istiyorsan, müzakere alanını asla terk etmeyeceksin” der.

Yine siyaseti “mümkün olanın sanatı” olarak tasvir eden yaklaşım da bu anlayışı temsil eder. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 11, Liberte Yayınları-Şubat 2006) Zira bir ihtilaf durumunda siyasi çözümden söz etmek, ihtilafın barışçıl bir şekilde ve müzakere yoluyla çözülmesinden yana olmak demektir. Kuşkusuz bu siyaset yaklaşımı olumlu bir yaklaşımdır ve asla ütopik değildir. Zira bu yaklaşım tarzı, insanlık dışı olan kan dökmeyi, tahakküm etmeyi, zorbalık yapmayı değil, hümanist bir yaklaşımı ifade eder. Esasen uzlaşma, ihtilafa taraf olanlardan birisinin tatmin edilmesinin aracı değil, tüm tarafların tatmin edilmesinin ve bunun için de her bir tarafın taviz vermesinin aracı ve yoludur.

Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesi sürecinde “‘şiddeti reddetmek, inancımın ilk maddesidir. Ve son maddesidir’ diyerek şiddeti reddeden, bir savunma aracı olarak “sivil itaatsizliği” mücadelesinin rehberi olarak kabul eden Gandi’nin siyaset, yönetim ve devlet anlayışının temelinde de müzakere, uzlaşma ve anlaşma vardır.

Büyük Atatürk’ün “yurtta barış, dünyada barış” demesi de bu nedenledir ve bundan dolayıdır. 

e- İktidar Olarak Siyaset

İktidar olarak siyaset” tanımı, siyasetin en geniş ve en radikal tanımıdır, zira bu tanım siyaseti, hükümet, devlet, kamu veya özel alan gibi belirli alanlara hapsetmez, bu alanlarla sınırlandırmaz ve siyaseti bütün sosyal faaliyetlerde ve beşeri varoluşun her alanında geçerli ve işlevsel kabul eder. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 12, Liberte Yayınları-Şubat 2006) 

Bu anlamda siyaset, karşılıklı sosyal etkileşimin her düzeyinde, bu bağlamda, gerek yerel ve ulusal, gerekse uluslararası ve küresel düzeyde olduğu gibi, ailelerde, arkadaşlık ilişkilerinde ve küçük arkadaş gruplarında da vardır. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 12, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Bu anlamda siyaset yapmanın tek hedefi ve amacı iktidar olmak, iktidara ulaşmak, iktidarı elde etmek ve yönetmektir. Bu iktidar anlayışının en önde gelen savunucuları, feministler ve Marksistlerdir. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 13, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Feministlerin bu konudaki argümanları; tarihsel olarak kadının toplumdaki yerinin aile ve ev içi sorumlulukları olduğu gerekçesiyle “özel alan” ile sınırlandırılması, buna bağlı olarak kadının ikinci planda tutulması ve dolayısıyla “kamusal alan” kapsamında kabul edilen siyasi hayattan kadının dışlanmasıdır.

Bu noktadan hareketle, liberal feministler, kadınlara her alanda eşitlik verilmesini, erkeklere yapılan muamelenin aynısının kadınlara da yapılmasını, yani erkeklerin sahip olduğu hakların aynısına kadınlarında sahip olmasını ve kadınların da erkeklerle aynı derecede özerk birer birey olarak kabul edilmelerini savunurlar. (Doç.Dr. Fatma İrem Çağlar Gürgey, “Feminist Hukuk Teorisi” Nedir?, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 5, Eylül-Ekim 2014, ss. 28-4- https://www.hukukkurami.net)

Aynı konuda radikal feministler,  kadınları, liberal feminizmin kabul ettiği gibi birey olarak değil, sınıf olarak ele alırlar. Çünkü onlara göre kadınlar, bir sınıf olarak başka bir sınıf olan erkeklerin tahakkümü altındadırlar. (Doç.Dr. Fatma İrem Çağlar Gürgey, “Feminist Hukuk Teorisi” Nedir?, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 5, Eylül-Ekim 2014, ss. 28-4- https://www.hukukkurami.net)

O nedenle, radikal feministlere göre, toplumsal cinsiyet eşitsizliği irrasyonel bir ayrımcılığın sonucu değil, sistemli bir ikincilleştirmenin ve ötekileştirmenin sonucudur ve buna bağlı olarak geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri toplumsal cinsiyet hiyerarşisini doğal ya da bu rollere içkin olarak kabul etmektedir, esasen cinselliğin sosyal yapısı erkekler tarafından toplumsal cinsiyet hiyerarşisini inşa etmek için üretilmiştir. (Doç.Dr. Fatma İrem Çağlar Gürgey, “Feminist Hukuk Teorisi” Nedir?, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 5, Eylül-Ekim 2014, ss. 28-4- https://www.hukukkurami.net)

Sonuç itibariyle, feministler, özellikle radikal feministler, “kişisel olan, siyasal olanla özdeştir” mottosu ile “kamusal alan/özel alan” ayrımına karşı çıkarlar, aile ve ev içi işler ile kişisel hayattaki her şeyin aynı zamanda siyasi olduğunu savunurlar. (Andrew Heywood, “Siyaset”, sayfa 14, Liberte Yayınları-Şubat 2006)

Siyaseti ve siyasi iktidarı devlet aygıtını ele geçirmenin ve bir sınıfın (burjuvazinin) diğer bir sınıf (işçi sınıfı) üzerindeki tahakkümünün ve sömürüsünün aracı ve örgütlü hale getirilmesi olarak gören ve toplumun alt yapı kurumunu oluşturan iktisadın her şeyi, bu bağlamda, üst yapı kurumlarından olan siyaseti, hukuku ve kültürü belirlediğini ve şekillendirdiğini savunan Marksistler de, “iktisadi olan siyasi olandır”  noktasından hareketle “siyaseti iktidar ve iktidar olmak olarak” kabul ederler. 

f- Siyaset ve Etik

Ekonomi, sosyoloji, psikoloji, hukuk, pedagoji, eğitim, kriminoloji, ekoloji gibi pek çok konuda ve disiplinde uygulanan, insani bütün pratikleri, yargıları ve doğruları içeren, iyi, kötü, doğru, yanlış, adalet, suç, değer, erdem, vicdan gibi evrensel özellikleri kapsayan etik, siyasette, siyaset pratiğinde de esas alınması gereken bir ilke ve değerler bütünüdür.

Bu ilke ve değerlere göre, siyasetçilerin doğruyu söylemeleri, siyasal gücü kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmamaları, ülke ve toplum menfaatini esas almaları, bilimi kendilerine rehber edinmeleri, gerçekçi olmaları, gerek siyaseti, gerekse kendi işlerini iyi yapmaları, düzgün ve ahlaklı yaşamaları gerekir. Zira bütün bunlar,  sadece etiğin değil, daha geniş anlamda siyaset felsefesinin de asgari şartları ve gereğidir.  Esasen bu anlamda siyaset ve siyaset felsefesi, topluma uygulanan etiktir.

Siyasi etik, yolsuzluk yapmamayı, rüşvet almamayı, adam kayırmamayı, yalan söylememeyi, kirli işlerden, kirli ilişkilerden, kirli insanlardan uzak olmayı, sözünde durmayı, yapılamayacak olan şeyleri vaat etmemeyi, insanları aldatmamayı gerektirir. Zira bütün bunlar, hem genel ahlaka, hem de siyaset ahlakına aykırı olan eylemler ve davranışlardır.

Siyasi aktörler, yaşadıkları ve üyesi oldukları toplumların rol modelleridir. Onun için siyasetçiler, sözleriyle, duruşlarıyla, davranışlarıyla, eylemleriyle insanlara ve topluma örnek olmak durumunda ve zorundadırlar. Buna göre, siyasiler, Kant’ın,  kategorik bir buyruk/emir olarak tanımladığı hipotetik/koşullu olmayan ahlak yasasının buyruğu/emri olan “Öyle hareket et ki, hareketine esas olan ilkenin genel bir ahlak kuralı olmasını isteyebilesin” şeklindeki emrine uygun ve gerek insanlar, gerekse toplumları için örnek olsun.

Bu konuyla ilgili son bir söz; onu da gazeteci Ertuğrul Özkök söylüyor ve şöyle diyor; “Bana göre siyaset, bir şövalyeler mücadelesidir. Çalılıklar arasında saklanıp oraya buraya uzaktan kumandalı mayınlar koyan, göğüs göğse mücadeleyi göze alamayan, hayatı kalleş pusuların kuytularında geçmiş cücelerin savaşı değildir. Bana göre siyaset, belden yukarı yapılan bir grekoromen zarafetidir. Bana göre siyasetin; yani mertçe siyasetin tabiatında belden aşağı vurma pespayeliği yoktur.