BİR ÇEVİRİ: “ÇOCUKLUK ÇAĞI EĞİTİMİ/CHILDHOOD EDUCATION – MARIA MONTESSORI” VE BİR ÖNSÖZ –

İtalya’nın ilk kadın doktoru, pedagogu ve antropoloji profesörü olan ve her bir çocuğun bireyselliğine azami ölçüde uyan bir pedagoji anlayışı geliştiren ve “Montessori Metodu” olarak isimlendirilen bir eğitim ve öğretim metodu kuran Maria Montessori’nin, bu eğitim metodunu açıkladığı “Childhood Education/Çocukluk Eğitimi” isimli kitabını tercüme etmekteyim.

En geç Şubat ayının sonuna kadar tamamlamayı umduğum ve tamamlandığında Dorlion Yayınevi tarafından basılacak ve yayımlanacak olan kitap için yazdığım önsözü aşağıda sizinle paylaşıyor ve size iyi Pazarlar ve iyi okumalar diliyorum.

ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ

Ben, eğitim konusunda uzman bir insan değilim. Ama gerek iki çocuk babası, gerekse öğretim görevlisi olarak on dört yıl Bilkent Üniversitesi İktisadi Bilimler Fakültesi’nde, iki yıl Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, 2021 yılından bu yana Ankara Bilim Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ders vermiş ve halen bu fakültede ders veriyor olmamdan dolayı, eğitim konusunda bildikleri, biriktirdikleri, deneyimledikleri olan bir insanım. O nedenle, eğitim konusunda kendimi az ya da çok söz söyleme hakkına sahip birisi olarak görmekteyim.

Eğitim konusunda özellikle ve öncelikle işaret ve ifade etmem gereken ilk husus, deneme tahtası haline gelmiş olan Türk eğitim sisteminin günümüzde iflas etmiş bir durumda olmasıdır. Ne yazık ki bu durum yeni değildir, uzun yıllardan bu yana var olan ve gelmiş geçmiş bütün iktidarların bildiği ama hiçbir şey yapmadıkları ve sadece seyrettikleri bir durumdur.

Öyle ki Büyük Atatürk’ün sağlığında başlayıp 1950’li yıllara kadar Ankara ve İstanbul Hukuk Fakültelerinde hocalık yapan ve döneminde yetişen pek çok değerli yargıç, avukat ve savcı üzerinde emeği bulunan Prof.Dr.Ernst Hirsch, 1939 yılında toplanan ilk Maarif Şurası’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Türklerin eğitimde iki büyük kusuru vardır: Bunlardan birincisi üniversiteyi yüksek lise, ikincisi öğrenmeyi ezberlemek sanmalarıdır. Araştırma zihniyetleri ise çok zayıftır.

Hirsch’in bu tespiti ne yazık ki sadece 1939 yılı ve üniversite eğitimi için değil, günümüzde de geçerli olan, dahası ilk, orta ve lise eğitimimiz yönünden de doğru olan, bu eğitim aşamalarını da kapsayan bir tespittir. Kuşkusuz bu durum, öğrenme, öğretme ve bilim zihniyeti konusunda, 1939’dan 2023’e kadar olan süre içinde yerimizde saydığımızı, pozitif olarak çok fazla bir ilerleme ve gelişme kaydetmediğimizi göstermektedir.

Bana göre, günümüz Türkiye’si, sadece üniversite eğitimi ve öğretimi konusunda değil, ilk, orta ve lise eğitimi ve öğretimi konularında da bir kimlik bunalımı ve zaafı içindedir. Öyle ki, ilk, orta, lise öğretimi ve eğitimi süresince, metodolojik bir kültür, bilimsel bir disiplin, terbiye ve alışkanlık edinmeyi esas alan tümevarımcı “Sokratik” bir eğitim ve öğrenim programı yerine, tamamen ezbere dayalı bir programdan geçen ve yanı sıra test esası üzerine kurulu olan üniversite giriş sınavlarına göre seçilen gençler, üniversite öğrenimleri süresince de, ilk, orta ve lise öğreniminden çok farklı bir eğitim ve öğrenim programına tabi tutulmamaktadırlar.

Bu durumda, soruna önce ilk, orta ve lise öğreniminden başlanılarak yaklaşılması, hem bu öğretim ve eğitim süreçlerinin, hem de üniversite eğitiminin ve öğretiminin ezbere dayalı modelden arındırılması, interaktif ve metodolojik anlayışa ve yönteme uygun olarak tartışmalı, analitik, tümevarımcı “Sokratik” eğitim ve öğretim modeline göre programlanması, Fransa’da “Bakalorya”, Almanya’da “Abitur”, Avusturya ve İsviçre’de “Matura” adıyla uygulanmakta olan merkezi lise bitirme sınavlarının bir zamanlar olduğu gibi Türkiye’de de yeniden uygulamaya konulması gerekir.   

Bu alanda yapılacaklar konusunda elektriği keşfetmek durumunda değiliz, sadece bilinen eğitim ve öğrenim metotlarını incelemek, konunun uzmanı olan kişilerin görüşlerine başvurmak, buna dayalı olarak bu konuda yapılacakları tespit etmek ve uygulamak yeterli olacaktır.

Nitekim eğitim konusunda bilinen ve dünyanın değişik ülkelerinde başarıyla uygulanan metotlar vardır.

Örneğin bu metotlardan birisi, Alman eğitimci Friedrich Wilhelm August Froebel tarafından kurulan, o nedenle “Froebel Metodu” olarak bilinen ve ilkokul eğitiminde kullanılan metottur. Froebel’in fikir babası olduğu “kindergarten/çocuk bahçesi” üzerine kurulu olan bu model, daha başlangıçta çocukların anne ve babalarının etkilerinden uzakta, oyun ve deneyimleme yolu ile keşfederek öğrenmelerine imkân tanımaktadır. Bu metodun bir diğer özelliği çocukların özgür bir ortamda yetiştirilmelerine imkan sağlamasıdır. Nitekim bu metoda göre,  çocuklar, özgür bir ortamda ve birey olarak yetiştirildikleri için kendi kararlarını kendileri verebilmekte, verdikleri kararların sorumluluklarını bizzat üstlenmekte, kendilerini özgür bir şekilde ifade edebilmekte, yaratıcılıklarını geliştiren etkinliklere ve fiziksel aktivite ile desteklenen programlara katılmakta, böylece diğer çocuklar ile aralarındaki sosyal iletişimi güçlendirmekte, müzikle, blok oyunlarıyla, kumla, suyla keşifler yaparak akıl yürütme becerilerini geliştirmekte ve en önemlisi öğrenmeyi öğrenmektedirler.

Bir diğer eğitim modeli İsviçreli pedagog Johann Heinrich Pestalozzi’nin ilkokul eğitiminde kullanılan modelidir. Sosyal reformcu olan ve eğitimi ahlaklı insan yetiştirmenin yolu olarak gören Johann Heinrich Pestalozzi’nin bu modeli, çocuğun doğasına uygun bir eğitim verilmesi, doğal yeteneklerinin özgürce gelişimi için gerekli ortamın hazırlanması ve çocuğun buna göre yönlendirilmesi ve yetiştirilmesi üzerine kurulu olan bir modeldir.

Önemli eğitim düşünürlerinden olan John Friedrich Herbart’in eğitim modeli, insana hizmet etme anlayışını esas alan bir modeldir. Öyle ki, Herbart, insanın değerinin bilmeyle değil iradeyle ölçülmesi ve insan iradesinin güçlendirilmesi gerektiği fikrindedir. O nedenle, bu model çocuğun iradesinin güçlendirilmesi üzerine kuruludur. Eğitimin bilim dalı haline gelmesinde önemli katkıları olan Herbart’ın sayesinde Almanya’daki Königsberg Üniversitesindeki düşünsel iklim değişmiş, bu üniversite tam da bir üniversitenin olması gereken şekilde bir bilim ve araştırma merkezi haline gelmiştir. O nedenle, üniversite eğitimi konusunda Herbart’ın çalışmalarından ve onun Königsberg Üniversitesindeki uygulamalarından yararlanmak mümkündür.  

Eğitim konusunda yararlanılacak bir diğer eğitim modeli, Ovide Decroly tarafından geliştirilen ve “hayatın içinde okul, okulun içinde hayat” anlayışına dayanan modeldir.  Bu model, gelişim düzeyi aynı çevrede yaşayanlardan farklı olan çocukların doğal hayat içerisinde eğitim almalarına imkan vermekte, çocukların doğanın içinde yaparak, yaşayarak ve gözleyerek öğrenmesini sağlamak amacını taşımaktadır. Bu modelde eğitim, bir bütünün parçaları olan deney ve gözlemle başlamakta, deney ve gözlemle elde edilen bilgilerin birleştirilerek genelleştirilmesiyle devam etmekte, bu yollarla özümlenmiş ve ifade edilmiş bilginin ifade edilmesiyle sonlanmaktadır.

Eğitimde kullanılması ve yararlanılması mümkün olan bir diğer model, Reggio Emilia Yaklaşımı olarak bilinen modeldir. Bu model; güçlü bir çocuk imajı, birçok rolü, işlevi ve görevi olan bir öğretmen, eğitici bir çevre, güçlü ilişkiler ve proje tabanlı öğrenme anlayışı üzerine kuruludur. Çocuğun doğasına uygun olan, çevreyi öğretmen olarak kabul eden bu model, çocuğun içsel motivasyonunu artırmayı sağlayan bir modeldir. Bu eğitim modeli bütünleştirilmiş bir eğitim anlayışı üzerine kuruludur, bu anlayış çerçevesinde çocukların kaynaşmasını ve gelişmiş düşünce yapılarına sahip olmalarını sağlamayı amaçlamaktadır. 

Yararlanılması ve kullanılması mümkün olan bir başka eğitim sistemi Dalton Modelidir. Bu model adını, Helen Parkhurst’un Dalton Okulları adıyla 1919 yılında kurduğu ve öğrenciler için hazırladığı Dalton Öğretim Planı’ndan alır. Maria Montessori, John Dewey ve Carleton Wash gibi önemli eğitimcilerden etkilenen bu model, zaman içinde bazı değişikliklere uğramış olmasına rağmen, bugün halen Amerika’daki ve İngiltere’deki çeşitli okullarda uygulanmaktadır. Dalton Öğretim Planı’nın temel ilkesi, öğrencilerin daha iyi öğrenmeleri için kendi çalışmalarını kendilerinin organize etmesini ve izlemesini öngörür. Bunu yaparken çocuk, gerek çevresiyle, gerekse içinde bulunduğu okul topluluğuyla uyum, etkileşim ve iş birliği içinde olur. O nedenle, bu eğitim modelinde özgürlük ve iş birliği anlayışı, eğitim ve öğretim süreçlerinin rehberi durumundadır.

Bu kitaba konu olan Montessori Metodunun kurucusu Maria Montessori’dir. Montessori İtalya’nın ilk kadın doktoru, pedagogu ve antropoloji profesörüdür. Bu metot her bir çocuğun bireyselliğine azami ölçüde uyan bir pedagoji anlayışı geliştirmiştir. Buna göre, çocuklar, kendi yönettikleri etkinlikleri, bizzat yaşayarak öğrenirler. İşbirliği anlayışına dayanan bu modelde oyun, öğrenmenin merkezinde yer alır. Montessori eğitiminde, çocuklar kendi öğrenimleri için yaratıcı seçimleri kendileri yaparlar. O nedenle, bu modelde öğretmen, sadece çocukların yaşlarına uygun olan faaliyetleri sunar, eğitim sürecini yönetir ve yönlendirir. Buna göre, bu model, çocuğun bireysel becerilerine ve ilgi alanlarına, bireysel öğrenme hızına ve karakter özelliklerine uygun bir pedagojik eğitimdir. Montessori bu eğitim modeline, 1899’da Roma’da zeka geriliği olan tüm çocukların yollandığı yeni orthophrenic okulundaki yöneticiliği sırasında edindiği deneyimle başlamıştır. Bu okulda eğitilen zihinsel engelli çocuklar, devlet yeterlilik sınavlarında normal zekalı çocuklara yakın bir başarı göstermişler,  bunun üzerine Montessori, 06 Ocak 1907’de Montessori “Casa dei Bambini” ismini verdiği ilk çocuk evini kurmuştur. Montessori bu okulda engelli olmayan çocuklarla yaptığı çalışmalarında, çocukların nelerden hoşlandıklarını ve nelerden hoşlanmadıklarını tespit etmiştir. Montessori’nin yaptığı tespitlere göre çocuklar; ödüllerden, cezalardan, yetişkin tarafından programlanmış eğitimden, oyuncaklardan, şekerlemelerden, öğretmen masasından, toplu derslerden hoşlanmamakta, buna karşın özgür seçimden, hatalarını kendilerinin tespit etmesinden, hareket etmekten ve icraat yapmaktan, sessizlikten, sosyal ilişkilerinin kendileri tarafından kurulmasından, çevrenin düzenli ve temiz olmasından, özgür faaliyete dayalı bir disiplinden, kitapsız okuma ve yazmadan, alıştırmaların tekrarından hoşlanmaktadırlar. O nedenle, Montessori, kendi eğitim sistemini bu gözlemlerine ve tespitlerine dayanarak ve çocuktan yola çıkarak kurmuştur. (Kaynak: Montessori ve Kaynaştırma Eğitimini Geliştirme Derneği Web Sayfası)

Kaynak olarak gösterilen “Montessori ve Kaynaştırma Eğitimini Geliştirme Derneği Web Sayfası”nda yer alan ve aşağıda aktarılan bilgilere göre Montessori Metodu, esas itibariyle kişiliğin oluşumu üzerine kurulu olan bir metottur. Nitekim Maria Montessori bu anlayışını: “Eğitimde metot değil, insan kişiliği göz önüne alınmalıdır.” sözleriyle ifade etmektedir. Bu metoda göre, çocuk, özeldir, tektir, kendine özgü bir varlıktır. Çocuk etrafındaki maddesel dünyayı absorbe eder ve bu yolla gelecekte yetiştireceği kendi kişilik modelini kendisi biçimlendirir. Bu modele göre “çocuk, insanların mimarıdır.” Bu mimarlar farkında olmadan içlerindeki inşa planına uyarak kendi ritimleri doğrultusunda kendilerini geliştirmeye çalışırlar. Bu gelişmeye yetişkinler etki edemezler, çünkü yetişkinler inşa planını bilmezler, dolayısıyla bir yetişkinin zamansız müdahalesi ya bu inşa planını tahrip eder ya da yanlış bir istikamete yönlendirir.

Montessori Eğitiminin temel taşlarından birisi hazırlanmış çevredir. Çocuklar hazırlanmış çevredeki Montessori materyallerinden, bireysel ilgi ve eğilimine göre bağımsız olarak seçim yaparlar. Montessori okullarında çocuklar, istedikleri materyalle, istedikleri zaman, istedikleri yerde ve istedikleri şekilde çalışırlar. Çocuklara istedikleri kadar tekrar etme imkanı sunulur. Erken öğrenen yeni bir çalışmaya geçebilir, çünkü öğrenmede herkesin farklı bir ritmi vardır. Materyallerdeki hata kontrolü çocuğun kendi hatasını bulmasıyla gerçekleşir. Buna bağlı olarak çocuğun başka birisinin uyarısına, onayına ve düzeltmesine ihtiyacı yoktur. Zira bu model, çocuğun kendi kendisini düzeltmesine olanak sağlar. Dolayısıyla bu modelde yetişkinden bağımsızlaşmak doğal olarak gerçekleşir. Çocuğun güçlü bir karakterde yetişmesini sağlamak için “bir bakıma, fiziksel ve ruhsal bir hijyene” ihtiyaç vardır. Bu durumda yetişkinlerin görevi çocuğun içindeki yeteneği ve gizil gücü uyandırmak ve çocuğu gelişim sürecinde desteklemektir.

Az yukarıda da ifade edildiği üzere, Montessori okullarında çocuklar, istedikleri materyalle, istedikleri zaman, istedikleri yerde ve istedikleri şekilde çalışırlar. Dolayısıyla Montessori yönteminin özü, çocuğa önceden hazırlanmış bir çevrede kendi kendini geliştirebileceği şekilde hareket ve faaliyet özgürlüğü tanımayı amaçlayan, kendi kendine oluşan ve gelişen bir yöntem ve sistem anlayışıdır.

Sonuç itibariyle Montessori Modeli, çocuğa hazırlanmış bir çevrede kişiliğini oluşturması için özgürlük tanıyan; çocuğun kişiliğinin gelişim sürecini destekleyen; çocuğun gerek kendisi, gerekse toplum için en iyi şekilde geliştirilmesini amaç edinen; onun kendi onuru içerisinde bireyselleşmesini ve sosyalleşmesini önemseyen; insan ve birey merkezli bir eğitim modelidir.

Çağdaş eğitim anlayışının ve modelinin, bireyin bedensel, bilişsel, duyuşsal yönleriyle bir bütün olarak ele alınmasını öngörmesine ve her yönüyle, bu bağlamda, gerek kendisi, gerekse toplum için en iyi ve en dengeli şekilde eğitilmesini ve geliştirilmesini amaç edindiği, bu amaçla öğrencilerin psikolojik, sosyal, fiziksel yönleri itibariyle bir bütün olarak ve sürekli bir şekilde gelişmelerine, toplumla uyum içinde mutlu ve üretken olmalarına yardım etmek olduğu dikkate alındığında, bu eğitim anlayışının ve modelinin, az yukarıda özetlenen eğitim anlayışları ve modelleri ile ve özellikle Montessori Modeli ile örtüştüğü aşikardır.

Montessori’nin bu kitabının Türkçeye tercüme edilmesinin nedeni ve amacı da, eğitim ve öğretimle ilgili bir model oluşturulması konusunda bir ufuk açmaktır. O nedenle, eğer bu kitap aracılığıyla bu amaca hizmet edebilirsek, bu konuda kendimizi mutlu sayacağız.

Bu hizmetin yararlı olacağını umuyor ve siz değerli okuyuculara iyi okumalar diliyorum.

Vedat Ahsen Coşar

ANILARIMDAN BİR SAYFA: UĞUR MUMCU VE MUAMMER AKSOY

Ankara Barosu Sanat Kulübü tarafından Türk Hukuk Kurumu ve Uğur Mumcu Vakfı ile ortaklaşa düzenlenen etkinliklerden birisi de ‘Uğur Mumcu Haftası’ kapsamında rahmetli Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy anısına düzenlenen açık oturumdu. Çok erken yaşta, daha çok şey yapabilecekleri, yazabilecekleri yaşta kaybettiğimiz Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy, benim çok saygı duyduğum, değer verdiğim, kendilerinden çok şey öğrendiğim insanlardır.

Uğur Mumcu’yu ilk kez üniversite öğrencisi olduğum yıllarda avukat Emin Değer’in bürosunda görmüştüm. 1970’li yıllardı, İstanbul’dan Ankara’ya gelmiştim. Emin Değer’i rahmetli babamın aracılığıyla tanıyordum. Babamlar ailecek görüşürlerdi. Emin Bey’in bürosu Sakarya Caddesi’nde, Bayındır Sokak’ta, şimdiki Göksu Lokantası’nın karşısındaki Rumeli İşkembecisinin bulunduğu iş hanındaydı. Emin Bey’i ziyarete gitmiştim. Bürosunda rahmetli Uğur Mumcu vardı. Uğur Mumcu, Emin Değer ile birlikte aleyhinde açılmış bir ceza davasının savunması üzerinde çalışıyordu.

Uğur Mumcu o zamanlar çok fazla popüler ve tanınmış değildi. Neler konuştuğumuzu tam olarak anımsamıyorum, sadece benim daha fazla dinlemede kaldığımı anımsıyorum. Uğur Mumcu bende son derece esprili, sevimli, zeki, hoşsohbet,  hazırcevap, bilgili bir insan izlenimi bırakmıştı. Gözlediğim bir diğer önemli yönü ise, pek çok insanda olmayan bir özellik olarak onun sahici bir insan oluşuydu. Anlatırken adeta anlattığı şeyleri yaşıyordu. En çok da bu sahici özelliğinden etkilenmiştim.

Muammer Hoca’yı hem Türk Hukuk Kurumu, hem de Ankara Barosu Başkanlığından tanıyordum. Rahmetli babamla olan ahbaplığı nedeniyle birkaç kez de babamın yanında görmüştüm. Son derece çalışkan, üretken, donanımlı bir insandı. Yaşayan bir insandı, heyecanlı bir insandı, Uğur Mumcu gibi o da sahici bir insandı.

Muammer Hoca’nın yönetimiyle baroda halef selef olmuştuk. O zamanlar giden yönetim kurulu, yeni gelen yönetim kuruluna yemek verirdi. Yeni gelen yönetim olarak vereceğimiz yemeğin organizasyonunu ben yapmıştım. Yemeği, adını Necip Mirkelamoğlu’nun çok sevilen şarkısından alan ve hatta 1965’de milletvekilliği seçimini kaybettikten sonra ilk kez Necip Mirkelamoğlu tarafından açılıp 70’li yıllara kadar işletilen ‘Gülağacı’ isimli İzmir Caddesi’nde ki Grand Hotel Balin’in altındaki gece kulübünde veriyorduk.

Ben rahmetli hocanın vejetaryen olduğunu o gün yemekte öğrendim. Et yemiyordu, ama balık seviyordu. Bunun üzerine hemen Sakarya’daki balıkçılardan hoca için balık aldırdık. Orkestra o zamanın popüler şarkılarının yanı sıra nostaljik şarkılarını da seslendiriyordu. Çok keyifli bir geceydi. Rahmetli hocaya istediği bir parça olup olmadığını sordum, ‘Für Elise’ dedi. Orkestraya söyledim. Az sonra Beethoven’in ‘Für Elise’si değil, Aysel Gürel’in sözlerini yazdığı ‘Duru bir su gibi, / Bazen volkan gibi / Bazen bir deli rüzgâr gibi / Gözlerinde telaş, yıllar sence yavaş / Acelen ne bekle Firuze’ diyen ‘Firuze’ şarkısı çalmaya başladı. Hep beraber güldük, en çok da rahmetli hoca güldü.  

Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy’un anısına düzenlediğimiz bu etkinlikle ilgili olarak başkaları ne düşündü, ne hissetti bilmiyorum. Ama ben, Türkiye’nin bu iki değerli, iki yürekli, iki namuslu insanına olan kişisel ve kurumsal vefamızı ifade ettik diye düşündüm. Bunun mutluluğunu ve vicdani huzurunu yaşadım. 31 Ocak 2005 tarihinde yapılan ve Prof. Dr. Uğur Alacakaptan’ın da katıldığı, her iki mümtaz insanla ilgili anılarını bizimle paylaştığı bu etkinliğin açılışında Ankara Barosu Başkanı olarak yaptığım konuşmada şunları söyledim; 

(…)

İçinde yaşadığımız geç modern çağda; alışılagelmiş özgürlük ve sorumluluk standartları, bize her gün yeni ve zor seçimler dayatıyor. İnsan ya kurulu düzen ile onun kurumlarının dayattığı disiplin, çıkar ve gerekliliklerin, ince biçimde örülmüş ağı içinde, kendisine yol açarak hayatına bir proje muame­lesi yapıyor ya da bunu reddederek bu disiplin ve dayatmalarla mücadele ediyor.

İlk yolu izlemek, içinde sıkışıp kaldığımız kurumlara borçlu olmayı ve kalmayı getirir. Zira bu durumda, disiplinci güçler ve standartlar, kişiliği çok yoğun biçimde etkisi altına alır, elde ettiğimiz kazanımlar ve faydalar bizi onlara karşı çok fazla borçlu hale getirir.

Kişi, kendisine bağışlanan statü, güç ve fırsatların içinde, belirsizlik, endişe, korku, tatminsizlik, vicdani rahatsızlık, hayal kırıklığı ve kırılganlığı yaşamaya başlar. Zira böyle bir durumda, kazanılan pek çok şey geri alınabilir.  Örneğin profesyonel bir siyasetçi için bir sonraki seçim kayıp edilebilir veya bir eylem alanı kapanabilir.  İstihdam edilen bir kişi için var olan terfi standardı ortadan kaldırılabilir veya amirlerin tercihleri değişebilir. İş adamı için işler kötüye gidebilir. Evli bir kişi için sağlıklı olarak yürümekte olan aile düzeni bozulabilir. Aşka, sevgiye, saygıya dair pek çok şey anlamını yitirebilir. Arkadaşlıklar, dostluklar kaybedilebilir. 

İkinci yolu seçmek ya da onun tarafından seçilmek; post ve pozisyona endeksli olmamak, bir şey olmayı değil, bir şey yapmayı amaçlamak, önemli değil, değerli olmayı bir yaşam tarzı olarak tercih etmek demektir. Ama böyle bir tercih, elverişli ve daha iyi bir yaşamın dışına atılmak tehlikesini de beraberinde getirebilir.

İşte! Bugün anıları önünde saygıyla eğildiğimiz, hukukçu ve gazeteci kimliği ile yazıp çizdiklerinden feyiz aldığımız rahmetli Uğur Mumcu ve yine bu paneli düzenleyen her iki kuruma da başkanlık yapmış, akademisyen, hukukçu, avukat ve siyasetçi kimliği ile bizlere örnek olmuş olan rahmetli Muammer Aksoy; ikinci yolu seçtikleri, bu bağlamda entelektüel kimlikleri ile toplumu aydınlattıkları, toplum­sal değişime öncülük ettikleri, post ve pozisyona endeksli olmadıkları için, düşünce ve eylemlerinden dolayı devrin iktidarları tarafından yasaklanıp mahkûm edilmiş, yaşamlarının bir bölümünü hapiste geçirmiş, bu seçimlerinden dolayı daha iyi bir yaşamın dışına atılmışlardır.

Onları şükranla andığımız şu anda olduğu gibi, yaşam bazı anlarda, insanın ru­hundan içeri süzülen anılarla doludur. Ağır veya ağırlığı daha az ya da belirsiz olan bütün bu anılar, yaşamın birikimleridir ve yaşamı zenginleştirir. Arkadaşlara, dostlara, akrabalara dair anılar ile yaşama ait olan diğer şeyler arasında ölüm, bu depoyu ortadan kaldırır. Ama anılar, sağ kalanlarla varlığını sürdürmek ister. Yaşayan kişiler anıları seçtiği kadar, anılar da yaşayanları seçer. İşte, anılar bizi, biz­ anıları seçtiğimiz için bugün buradayız.

Bu duygular içinde, her ikisini de bizzat tanıyan, kendileri ile ortak anıları olan bir kişi olarak, şim­di durup düşündüğümde, aklıma önce ölüm, daha sonra ölümsüzlük geliyor.

‘Gönüllü Ölüm’de Zerdüşt şöyle der: ‘Çokları pek geç ölürler, kimileri de pek erken ölür. Şu öğreti hala garip geliyor: Doğru zamanda öl.’ ‘Putların Alacakaranlığı’nda, Nietzsche yine aynı temayı dile getirir: ‘Gururlu yaşamanın artık mümkün olmadığı anda, gururlu ölmek. Kişinin kendi seçimi olan ölüm, çocuklar ve tanıklar arasında mükemmel bir biçimde, berrak bir kafayla ve neşeyle, doğru zamanda ölüm; böylece ayrılacak olan hala oradayken, gerçek bir vedalaşma mümkündür. Kişi kazayla değil, aniden; kendini kaybederek değil, ya­şam sevgisi yüzünden özgürce, bilinçli bir biçimde ölmeyi arzulamalıdır…’

Nietzsche’den hareketle, her ikisinin de, doğru zamanda ölmediklerine, bu bağlamda erken yaşta öldükle­rine, daha yapacak çok işleri varken öldürüldüklerine vurgu yaparak, insan yaşamının üzüntü veren ironilerinden biri olan, ‘ölümün ölümsüzlüğü’ üzerine konuşmamı sürdürmek istiyorum.

Görkemli bir imgeleme sahip bulunan, filozofların yapması gerekeni yaparak bize yeni kavramlar kazandıran, insanlığın yalnız dâhilerinin içinde en seçkinlerinden birisi olan Elias Canetti, ‘Düşünmek ısrar etmektir’ diyerek kaleme aldığı ‘Kitle ve İktidar’ isimli abidevi eserinde, ‘ölüme karşı direnmenin yolu emre karşı koymak ve yaratmaktır’ diyor ve Stendhal’ı örnek vererek ‘ölümsüzlük’ üzerine şunları yazıyor: ‘Yazınsal ya da başka herhangi bir tür kişisel ölümsüzlük üzerine düşünmeye en iyi Stendhal gibi bir adamla başlanabilir… Stendhal, bu hayatı tam ve derin bir biçimde yaşadı. Ona haz verebilecek şeylerin keyfini çıkararak, kendisini bütünüyle hayata verdi; bunu yaparken de sığ ve bayağı olmadı; çünkü sahte birliktelikler yapılandırmaya çalışmak yerine, ayrı olan her şeyin ayrı kalmasına izin verdi…. Hiçbir şeyi mutlak addetmeyen, her şeyi kendisi için keşfetmek isteyen; her durumun merkezinde olan ve bu yüzden de dışarıdan bakabilen bu adamın, bir sevgiliden söz edercesine yalın ve doğal olarak söz ettiği bir inancı vardı…. Yazınsal ve düşünsel ölümsüzlüğe duyulan bu inanç, modern zamanlarda hiçbir yerde daha açık, daha saf ve daha az gösterişli bir biçimde bulunamaz. Bu inanca sahip olan bir insan ne demek ister? Onunla aynı zamanda yaşamış insanlar artık burada değilken kendisinin hala burada olacağını söylemek ister… Bir gün ait olacağı topluluğu, eserleri hala yaşayan, ona hitap eden ve onu besleyen, eski çağların insanlarının oluşturduğu, kendisinin de bir gün ait olacağı topluluğu seçer. Onlara duyduğu şükran, hayatın kendisine duyduğu şükrandır… Stendhal, kendisi öldüğü zaman, yeryüzünde alışık oldukları her şeyi ölüler dünyasında bulabilmeleri için, bütün çevresi de ölmesi gereken o iktidar sahiplerinin tam zıddıdır. Bu iktidar sahiplerinin nihai iktidarsızlıkları bundan başka hiçbir şeyde daha berbat bir biçimde açığa vurulamaz. Hayatta öldürdükleri gibi, ölümde de öldürürler; bir dünyadan diğerine giderken katledilenin maiyeti onlara eşlik eder. Ama Stendhal’in kitaplarını açan her kim olursa olsun, onu ve ayrıca onu çevreleyen her şeyi orada bulacaktır ve bunu burada, bu hayatın içinde bulacaktır. Böylelikle ölüler kendilerini, yaşayanlara besin olarak sunarlar; onların ölümsüzlüğü yaşayanlara yarar. Ölümsüzlükleri, hem ölülere, hem de yaşayanlara yarayan, ölülere verilen kurbanın tersidir. Ölülerle yaşayanlar arasında artık garez yoktur ve hayatta kalmak artık sızıya neden olmaz’

Bazı düşüncelerine tam olarak katılmadığım, siyasi duruşlarının bir kısmını paylaşmadığım, ama inanmışlıklarına, sahici oluşlarına, laik Cumhuriyete olan bağlılıklarına, demokrasiyi ve hukuk devletini savunmuşluklarına, bir düşün adamı olarak yazdıklarına, eylem adamı olarak yaptıklarına her zaman saygı duyduğum, Elias Canetti’nin Stendhal için yazdıklarını, her ikisine de yakıştırdığım için ölümsüz bulduğum, bu iki yiğit insanın ve onlar gibi teröre kurban verdiğimiz diğer pek çok insanın anısı önünde saygı ile eğiliyorum.’

(…)

Eğer bir aslan konuşabilseydi, biz onu anlayamazdık’ Ludwig WITTGENSTEIN

BU BİR PİPO DEĞİLDİR!

Felsefesinin merkezine aklı koyan, görünen varlıkların ciddi eksikliklerle dolu olduğunu, o nedenle fikirlerin gerçek varlıklarla olan ilişkisini tam olarak yansıtmadığını savunan Platon’un felsefesi, bizi iki ayrı dünyanın var olduğu görüşüne götürür. Bu dünyalardan biri, yaşadığımız sürece hemen her gün gördüğümüz sanal dünya, diğeri ise tam olarak görmediğimiz, algılayamadığımız gerçek dünyadır.

Kusurlu ve eksik yaratıklar olan biz sıradan insanlar, gördüğümüz dünyanın esiri oluruz. Platon’a göre, sadece filozoflar, gördükleri dünyanın esiri olmazlar. Zira onlar, bu dünyada gördüklerini yorumlayabilirler, dünyayı ve evreni kavrayabilirler ve dolayısıyla düşünceyi çok daha yüksek yerlere taşıyabilirler.

İnsan aklını sıradan akıl ve daha üstün akıl şeklinde ikiye ayıran Platon, bu seçkinci görüşünü ‘mağara alegorisi’ denilen bir benzetme ile açıklar. Bu benzetmeye göre bir mağarada oturmuş insanlar vardır. Mağaradaki ateş hareket eden insanları ve onların ellerinde taşıdıkları nesnelerin gölgelerini duvara yansıtmaktadır. Mağaranın duvarlarını seyreden insanların gördükleri şey sadece bu gölgelerden ibarettir.

Platon ‘Devlet’ isimli eserinde bu durumu şöyle anlatır; ‘Yer altında bir mağara, mağaranın önünde ışığa açılan bir giriş var. Mağarada insanlar yaşıyor. Tıpkı bizler gibi…Ateşin mağaranın duvarına düşürdüğü kendi gölgelerini ve diğer insanların gölgelerini görebiliyorlar sadece. Birbirlerine öyle sıkı şekilde bağlanmışlar ki, kafalarını dahi oynatamıyorlar. Arkalarında, yüksek bir yerde parlayan bir ateş var. İnsanlar, taştan ve tahtadan yapılmış, insana, hayvana, başkaca şeylere benzeyen değişik türden nesneleri, araçları taşıyorlar. İnsanların bir kısmı konuşuyor, bir kısmı susuyor. Tıpkı bizler gibi!…Bu insanların gözünde gerçek, yapay nesnelerin gölgelerinden başka bir şey değildir. Duydukları sesler de, sadece gölgelerin seslerinden ibarettir. Bu insanların zincirlerini çözer, bilgisizliklerine son verirseniz eğer, o zaman bu insanlar her şeyi olduğu gibi görürler. Peki! O zaman ne yaparlar?

Bir bakıma ‘hakikatin hakikatsizliğini‘ anlatan Platon’un mağara alegorisinin ana fikri şudur; ‘dünyevi bilgi gölgeden ibarettir.’ Peki! Gölgenin ötesini kim görebilir? Platon’a göre, elbette daha üstün akla sahip olan filozoflar görebilirler. Onlar, mağaradan dışarıya çıkarlar, gölgelerin arkasındaki ışığı, yani hakikati keşfederler, daha sonra mağaraya geri dönerler, nesnelerin doğasını ve hakikatin ne olduğunu mağaradaki insanlara anlatırlar. Bu yolla mağarada karanlıkta yaşayan sıradan insanların gözlerini açmaya çalışırlar. Mağaradaki sıradan insanlar, onları merakla ve hatta şaşkınlıkla izlerler, söylenenleri anlamaya çalışırlar, ama çoğu şeyi anlamazlar.

Platon mağara alegorisiyle, sadece gördüklerimizle yetinmememizi, onların arkasındaki hakikati görmemiz gerektiğini mi söylemek ister? Yoksa hakikatin, hakiki bilginin yalnızca filozoflar tarafından edinilebileceğini, sıradan insanların hakikati hiçbir zaman göremeyeceklerini, bilemeyeceklerini, bunlar kendilerine açıklansa bile, bunları anlayamayacaklarını mı anlatmak ister?

Bunu tam olarak bilmiyoruz. Ama Platon’un seçkinci felsefesi bağlamında bir değerlendirme yaptığımızda, Platon’un, hakikatin bilgisine sadece filozofların sahip olduğunu, biz sıradan insanların hakikati bilemeyeceğimizi ve anlayamayacağımızı ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Diğer bir deyişle mağarada yaşamaya mahkum olan insanlar, yani sıradan insanlar, hakikatlerin dünyasında değil, sanılardan, sanrılardan, yanılgılardan ve yanılsamalardan oluşan bir dünyada yaşarlar. Zira mağara, hemen her şeyin kusurlu, eksik ve değişken olduğu bir dünyadır. Mağaranın dışındaki dünya ise hakiki dünyadır. Orada her şey kusursuz, eksiksiz ve ebedidir.

Platon’un mağara alegorisi aslında, zihnin evreniyle, duyuların, algıların evreninin karşıtlığı üzerine kuruludur. Günümüzde ‘platonik aşk‘ dediğimiz, yani fiziksel değil, zihinsel olan, yani seni bedenimle ve bedenim için değil, zihnimle seviyorum diyen aşkın, o mükemmel şekli de kaynağını ve ismini bu görüşten, yani Platon’dan alır.

Platon’un felsefi sisteminin, toplumun kapanmasına yol açacak bir nitelik taşıdığını ve o nedenle, Platon’un açık toplum düşmanı olduğunu söyleyen Karl Popper’e göre, Marks da, Hegel de Platon ile aynı kategoridedirler. Tarihselci olan bu düşünürler, geleceğe aynı yerden, yani haritası önceden çizilmiş bir yerden bakarlar. Onlara göre tarihin tekerleği ileriye doğru yürür ve o nedenle gelecek bellidir. Oysa gelecek de, tarih de ucu açık şeylerdir. Kuramlar hakkında, görüşler hakkında, tarih hakkında denemeler yapabilmek için özgürlükler alanının geniş olması, sorgulamalar yapmaya elverişli bulunması gerekir. Zira bilgiyi hakikatlere yaklaştırmak ancak bu şekilde mümkün olabilir.

Peki, hakikat nedir? Platon’un mağarasındaki insanların gördükleri şey midir hakikat? Yoksa onların göremedikleri, mağaradan dışarı çıkan, dışarıdaki ışığı gördükten sonra mağaraya geri dönen aydınlanmış insanın anlattığı şey ya da şeyler midir hakikat?

Her şeyin öznel ve kendiliğinden olduğunu, akış halinde bulunduğunu ileri süren ve hem nesnelliğin, hem de hakikatin imkansızlığını savunan yapısalcı kuramın Derrida ile birlikte en önde gelen temsilcilerinden ve hatta fikir babalarından olan Foucault ‘Bu Bir Pipo Değildir’ isimli kitabında tam da bunu anlatır.

Foucault, Belçikalı ressam Rene Margitte’in ‘İmgelerin İhaneti’ isimli bir seri tablosundan birisi olan, üzerinde bir pipo imgesi bulunan ve altında ‘Bu Bir Pipo Değildir’ diye yazan tablosundan esinlenerek yazdığı boyutu küçük, içeriği büyük olan kitapta, nesnelliğin ve hakikatin imkansızlığını, resimden dilbilime, yapısalcılığın modeli olarak kabul edilen göstergelerin, işaretlerin üretilmesini, yorumlanmasını inceleyen bilim alanı olan semiyolojiyi/göstergebilimi, yani görüntü ile gösterge arasındaki ilişkileri inceler.

Ne gördüğümüzü söylememiz boşunadır; çünkü gördüğümüz, söylediğimizin içine hiçbir zaman yerleşmiş değildir’ diyen Foucault, ‘bu bir pipodur, bu bir pipo mudur, bu bir pipo değildir’ şeklindeki akıl karıştırıcı sözleriyle, aslında bizi şu basit soru üzerinde düşünmeye sevk eder: ‘gördüklerimiz, gördüklerimiz midir?’ Yani ‘gördüklerimiz hakikat midir?

Günümüzde hakikat de, hakikatliğini yitirmiş ve hakikati merak eden çok fazla sayıda insan kalmamış olmakla birlikte, ben ve benim gibi hakikat üzerine düşünenler için gördüklerimiz, gördüklerimiz midir, yani hakikat midir sorusu hala üzerinde düşünülmesi gereken bir sorudur.

Hakikat, filozoflar da dahil olmak üzere birilerinin, ya da daha çok bilgili olan insanların elinde veya cebinde olmadığı için hiç kimse hakikat tekeline sahip değildir. Peki! Hakikati bulmak, hakikat üzerinde düşünmek ve tartışmak için ne yapmak gerekir? Hemen her şeye sağlıklı bir kuşkuyla, bilimsel bir kuşkuyla yaklaşmak, merak etmek, aramak, düşünmek, sorgulamak, soru sormak ve bütün bunları yapabilmek için de hakikatin peşine düşmek gerekir. Bir de görmek gerekir. Bakmak değil, görmek gerekir. Zira bakmak görmek demek değildir. Esasen Foucault da ‘Bu Bir Pipo Değildir’ derken bunu demek ister.

Değerli akademisyen ve bilim insanı Gülriz Uygur ‘Hukukta Adaletsizliği Görmek’ adlı son derece yararlı eserinde; çağımızda olup bitenler karşısında, görmek kavramının daha da çok önem kazandığına, bilgilenmenin insanı görmeye götüreceğine, hukuk ve adalet için görmenin önemine ve değerine işaret eder. Görmek için ilgilenmek gerektiğini ilk sıraya koyarak işe girişen Uygur, görmenin ilgilenecek kişilere, yani duyarlı insanlara gereksinimi olduğunu, bu insanların izleyici değil, katılan ve tanıklık eden kişiler olmaları gerektiğini, izleyen değil, katılan ve tanıklık eden kişi olmak için de, insanın aklı başında, özgür, farkında ve açık fikirli olmasının şart olduğunu ifade eder.

Hukukta görmeyi özel bir başlık altında inceleyen Uygur, bunun ilk koşulunun adaletsizliği görmek ve buradan hareket etmek olduğunu yazar. Empatinin ve sempatinin hukukta görmeyi kolaylaştırdığına vurgu yapan Uygur, her iki kavramın da başkasının/ötekinin kişiliğini kabul etme ve onu anlamayla ilişkili olduğunu, bu bağlamda empatinin başkasının/ötekinin duygularını hissetmek, sempatinin ise başkasının/ötekinin duygularını anlamak olduğunu belirtir.

İnsanın kendisini bir başkasının yerine koyabilmesi anlamına gelen empati, adaletin dağıtılmasında son derece önemli bir ahlaki tutum, son derece etkili bir psikolojik araçtır.

Kürsüde karar vermek yetkisine sahip olan yargıç, adil bir yargılama yapabilmek ve sonuçta adil bir karar verebilmek için; dinlemekte olduğu tanıkla, sorgulamakta olduğu sanıkla, duruşma salonundaki yerlerinde oturan ve adalet talep eden davanın tarafları ve onların avukatlarıyla zihinsel yönden empati kurmak, bu bağlamda kendisini tanığın, sanığın, tarafların ve vekillerinin yerine koyarak, bu insanlar benden ne istiyorlar, ne bekliyorlar diye sormak ve ona göre hareket etmek zorundadır. Sonuçta birilerinin ‘defunctus est’, yani ‘bu kişi görevini yaptı’ demesi için, yapılması gereken şeylerden birisi de sanırım budur.

Ve bir fıkra. Platon bir gün kolunda bir ornitorenkle birlikte bara gitmiş. Barmen çifte alaylı bir şekilde bakınca, durumu anlayan Platon, ‘Ne yapayım?’ demiş ve eklemiş ‘mağarada gözüme güzel görünmüştü!

Kıssadan hisse; acaba bizim güzel bulduklarımız da, mağarada gördüklerimiz midir?