BİR ÇEVİRİ: “ÇOCUKLUK ÇAĞI EĞİTİMİ/CHILDHOOD EDUCATION – MARIA MONTESSORI” VE BİR ÖNSÖZ –
İtalya’nın ilk kadın doktoru, pedagogu ve antropoloji profesörü olan ve her bir çocuğun bireyselliğine azami ölçüde uyan bir pedagoji anlayışı geliştiren ve “Montessori Metodu” olarak isimlendirilen bir eğitim ve öğretim metodu kuran Maria Montessori’nin, bu eğitim metodunu açıkladığı “Childhood Education/Çocukluk Eğitimi” isimli kitabını tercüme etmekteyim.
En geç Şubat ayının sonuna kadar tamamlamayı umduğum ve tamamlandığında Dorlion Yayınevi tarafından basılacak ve yayımlanacak olan kitap için yazdığım önsözü aşağıda sizinle paylaşıyor ve size iyi Pazarlar ve iyi okumalar diliyorum.
ÇEVİRENİN ÖNSÖZÜ
Ben, eğitim konusunda uzman bir insan değilim. Ama gerek iki çocuk babası, gerekse öğretim görevlisi olarak on dört yıl Bilkent Üniversitesi İktisadi Bilimler Fakültesi’nde, iki yıl Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, 2021 yılından bu yana Ankara Bilim Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ders vermiş ve halen bu fakültede ders veriyor olmamdan dolayı, eğitim konusunda bildikleri, biriktirdikleri, deneyimledikleri olan bir insanım. O nedenle, eğitim konusunda kendimi az ya da çok söz söyleme hakkına sahip birisi olarak görmekteyim.
Eğitim konusunda özellikle ve öncelikle işaret ve ifade etmem gereken ilk husus, deneme tahtası haline gelmiş olan Türk eğitim sisteminin günümüzde iflas etmiş bir durumda olmasıdır. Ne yazık ki bu durum yeni değildir, uzun yıllardan bu yana var olan ve gelmiş geçmiş bütün iktidarların bildiği ama hiçbir şey yapmadıkları ve sadece seyrettikleri bir durumdur.
Öyle ki Büyük Atatürk’ün sağlığında başlayıp 1950’li yıllara kadar Ankara ve İstanbul Hukuk Fakültelerinde hocalık yapan ve döneminde yetişen pek çok değerli yargıç, avukat ve savcı üzerinde emeği bulunan Prof.Dr.Ernst Hirsch, 1939 yılında toplanan ilk Maarif Şurası’nda yaptığı konuşmada şöyle diyor: “Türklerin eğitimde iki büyük kusuru vardır: Bunlardan birincisi üniversiteyi yüksek lise, ikincisi öğrenmeyi ezberlemek sanmalarıdır. Araştırma zihniyetleri ise çok zayıftır.”
Hirsch’in bu tespiti ne yazık ki sadece 1939 yılı ve üniversite eğitimi için değil, günümüzde de geçerli olan, dahası ilk, orta ve lise eğitimimiz yönünden de doğru olan, bu eğitim aşamalarını da kapsayan bir tespittir. Kuşkusuz bu durum, öğrenme, öğretme ve bilim zihniyeti konusunda, 1939’dan 2023’e kadar olan süre içinde yerimizde saydığımızı, pozitif olarak çok fazla bir ilerleme ve gelişme kaydetmediğimizi göstermektedir.
Bana göre, günümüz Türkiye’si, sadece üniversite eğitimi ve öğretimi konusunda değil, ilk, orta ve lise eğitimi ve öğretimi konularında da bir kimlik bunalımı ve zaafı içindedir. Öyle ki, ilk, orta, lise öğretimi ve eğitimi süresince, metodolojik bir kültür, bilimsel bir disiplin, terbiye ve alışkanlık edinmeyi esas alan tümevarımcı “Sokratik” bir eğitim ve öğrenim programı yerine, tamamen ezbere dayalı bir programdan geçen ve yanı sıra test esası üzerine kurulu olan üniversite giriş sınavlarına göre seçilen gençler, üniversite öğrenimleri süresince de, ilk, orta ve lise öğreniminden çok farklı bir eğitim ve öğrenim programına tabi tutulmamaktadırlar.
Bu durumda, soruna önce ilk, orta ve lise öğreniminden başlanılarak yaklaşılması, hem bu öğretim ve eğitim süreçlerinin, hem de üniversite eğitiminin ve öğretiminin ezbere dayalı modelden arındırılması, interaktif ve metodolojik anlayışa ve yönteme uygun olarak tartışmalı, analitik, tümevarımcı “Sokratik” eğitim ve öğretim modeline göre programlanması, Fransa’da “Bakalorya”, Almanya’da “Abitur”, Avusturya ve İsviçre’de “Matura” adıyla uygulanmakta olan merkezi lise bitirme sınavlarının bir zamanlar olduğu gibi Türkiye’de de yeniden uygulamaya konulması gerekir.
Bu alanda yapılacaklar konusunda elektriği keşfetmek durumunda değiliz, sadece bilinen eğitim ve öğrenim metotlarını incelemek, konunun uzmanı olan kişilerin görüşlerine başvurmak, buna dayalı olarak bu konuda yapılacakları tespit etmek ve uygulamak yeterli olacaktır.
Nitekim eğitim konusunda bilinen ve dünyanın değişik ülkelerinde başarıyla uygulanan metotlar vardır.
Örneğin bu metotlardan birisi, Alman eğitimci Friedrich Wilhelm August Froebel tarafından kurulan, o nedenle “Froebel Metodu” olarak bilinen ve ilkokul eğitiminde kullanılan metottur. Froebel’in fikir babası olduğu “kindergarten/çocuk bahçesi” üzerine kurulu olan bu model, daha başlangıçta çocukların anne ve babalarının etkilerinden uzakta, oyun ve deneyimleme yolu ile keşfederek öğrenmelerine imkân tanımaktadır. Bu metodun bir diğer özelliği çocukların özgür bir ortamda yetiştirilmelerine imkan sağlamasıdır. Nitekim bu metoda göre, çocuklar, özgür bir ortamda ve birey olarak yetiştirildikleri için kendi kararlarını kendileri verebilmekte, verdikleri kararların sorumluluklarını bizzat üstlenmekte, kendilerini özgür bir şekilde ifade edebilmekte, yaratıcılıklarını geliştiren etkinliklere ve fiziksel aktivite ile desteklenen programlara katılmakta, böylece diğer çocuklar ile aralarındaki sosyal iletişimi güçlendirmekte, müzikle, blok oyunlarıyla, kumla, suyla keşifler yaparak akıl yürütme becerilerini geliştirmekte ve en önemlisi öğrenmeyi öğrenmektedirler.
Bir diğer eğitim modeli İsviçreli pedagog Johann Heinrich Pestalozzi’nin ilkokul eğitiminde kullanılan modelidir. Sosyal reformcu olan ve eğitimi ahlaklı insan yetiştirmenin yolu olarak gören Johann Heinrich Pestalozzi’nin bu modeli, çocuğun doğasına uygun bir eğitim verilmesi, doğal yeteneklerinin özgürce gelişimi için gerekli ortamın hazırlanması ve çocuğun buna göre yönlendirilmesi ve yetiştirilmesi üzerine kurulu olan bir modeldir.
Önemli eğitim düşünürlerinden olan John Friedrich Herbart’in eğitim modeli, insana hizmet etme anlayışını esas alan bir modeldir. Öyle ki, Herbart, insanın değerinin bilmeyle değil iradeyle ölçülmesi ve insan iradesinin güçlendirilmesi gerektiği fikrindedir. O nedenle, bu model çocuğun iradesinin güçlendirilmesi üzerine kuruludur. Eğitimin bilim dalı haline gelmesinde önemli katkıları olan Herbart’ın sayesinde Almanya’daki Königsberg Üniversitesindeki düşünsel iklim değişmiş, bu üniversite tam da bir üniversitenin olması gereken şekilde bir bilim ve araştırma merkezi haline gelmiştir. O nedenle, üniversite eğitimi konusunda Herbart’ın çalışmalarından ve onun Königsberg Üniversitesindeki uygulamalarından yararlanmak mümkündür.
Eğitim konusunda yararlanılacak bir diğer eğitim modeli, Ovide Decroly tarafından geliştirilen ve “hayatın içinde okul, okulun içinde hayat” anlayışına dayanan modeldir. Bu model, gelişim düzeyi aynı çevrede yaşayanlardan farklı olan çocukların doğal hayat içerisinde eğitim almalarına imkan vermekte, çocukların doğanın içinde yaparak, yaşayarak ve gözleyerek öğrenmesini sağlamak amacını taşımaktadır. Bu modelde eğitim, bir bütünün parçaları olan deney ve gözlemle başlamakta, deney ve gözlemle elde edilen bilgilerin birleştirilerek genelleştirilmesiyle devam etmekte, bu yollarla özümlenmiş ve ifade edilmiş bilginin ifade edilmesiyle sonlanmaktadır.
Eğitimde kullanılması ve yararlanılması mümkün olan bir diğer model, Reggio Emilia Yaklaşımı olarak bilinen modeldir. Bu model; güçlü bir çocuk imajı, birçok rolü, işlevi ve görevi olan bir öğretmen, eğitici bir çevre, güçlü ilişkiler ve proje tabanlı öğrenme anlayışı üzerine kuruludur. Çocuğun doğasına uygun olan, çevreyi öğretmen olarak kabul eden bu model, çocuğun içsel motivasyonunu artırmayı sağlayan bir modeldir. Bu eğitim modeli bütünleştirilmiş bir eğitim anlayışı üzerine kuruludur, bu anlayış çerçevesinde çocukların kaynaşmasını ve gelişmiş düşünce yapılarına sahip olmalarını sağlamayı amaçlamaktadır.
Yararlanılması ve kullanılması mümkün olan bir başka eğitim sistemi Dalton Modelidir. Bu model adını, Helen Parkhurst’un Dalton Okulları adıyla 1919 yılında kurduğu ve öğrenciler için hazırladığı Dalton Öğretim Planı’ndan alır. Maria Montessori, John Dewey ve Carleton Wash gibi önemli eğitimcilerden etkilenen bu model, zaman içinde bazı değişikliklere uğramış olmasına rağmen, bugün halen Amerika’daki ve İngiltere’deki çeşitli okullarda uygulanmaktadır. Dalton Öğretim Planı’nın temel ilkesi, öğrencilerin daha iyi öğrenmeleri için kendi çalışmalarını kendilerinin organize etmesini ve izlemesini öngörür. Bunu yaparken çocuk, gerek çevresiyle, gerekse içinde bulunduğu okul topluluğuyla uyum, etkileşim ve iş birliği içinde olur. O nedenle, bu eğitim modelinde özgürlük ve iş birliği anlayışı, eğitim ve öğretim süreçlerinin rehberi durumundadır.
Bu kitaba konu olan Montessori Metodunun kurucusu Maria Montessori’dir. Montessori İtalya’nın ilk kadın doktoru, pedagogu ve antropoloji profesörüdür. Bu metot her bir çocuğun bireyselliğine azami ölçüde uyan bir pedagoji anlayışı geliştirmiştir. Buna göre, çocuklar, kendi yönettikleri etkinlikleri, bizzat yaşayarak öğrenirler. İşbirliği anlayışına dayanan bu modelde oyun, öğrenmenin merkezinde yer alır. Montessori eğitiminde, çocuklar kendi öğrenimleri için yaratıcı seçimleri kendileri yaparlar. O nedenle, bu modelde öğretmen, sadece çocukların yaşlarına uygun olan faaliyetleri sunar, eğitim sürecini yönetir ve yönlendirir. Buna göre, bu model, çocuğun bireysel becerilerine ve ilgi alanlarına, bireysel öğrenme hızına ve karakter özelliklerine uygun bir pedagojik eğitimdir. Montessori bu eğitim modeline, 1899’da Roma’da zeka geriliği olan tüm çocukların yollandığı yeni orthophrenic okulundaki yöneticiliği sırasında edindiği deneyimle başlamıştır. Bu okulda eğitilen zihinsel engelli çocuklar, devlet yeterlilik sınavlarında normal zekalı çocuklara yakın bir başarı göstermişler, bunun üzerine Montessori, 06 Ocak 1907’de Montessori “Casa dei Bambini” ismini verdiği ilk çocuk evini kurmuştur. Montessori bu okulda engelli olmayan çocuklarla yaptığı çalışmalarında, çocukların nelerden hoşlandıklarını ve nelerden hoşlanmadıklarını tespit etmiştir. Montessori’nin yaptığı tespitlere göre çocuklar; ödüllerden, cezalardan, yetişkin tarafından programlanmış eğitimden, oyuncaklardan, şekerlemelerden, öğretmen masasından, toplu derslerden hoşlanmamakta, buna karşın özgür seçimden, hatalarını kendilerinin tespit etmesinden, hareket etmekten ve icraat yapmaktan, sessizlikten, sosyal ilişkilerinin kendileri tarafından kurulmasından, çevrenin düzenli ve temiz olmasından, özgür faaliyete dayalı bir disiplinden, kitapsız okuma ve yazmadan, alıştırmaların tekrarından hoşlanmaktadırlar. O nedenle, Montessori, kendi eğitim sistemini bu gözlemlerine ve tespitlerine dayanarak ve çocuktan yola çıkarak kurmuştur. (Kaynak: Montessori ve Kaynaştırma Eğitimini Geliştirme Derneği Web Sayfası)
Kaynak olarak gösterilen “Montessori ve Kaynaştırma Eğitimini Geliştirme Derneği Web Sayfası”nda yer alan ve aşağıda aktarılan bilgilere göre Montessori Metodu, esas itibariyle kişiliğin oluşumu üzerine kurulu olan bir metottur. Nitekim Maria Montessori bu anlayışını: “Eğitimde metot değil, insan kişiliği göz önüne alınmalıdır.” sözleriyle ifade etmektedir. Bu metoda göre, çocuk, özeldir, tektir, kendine özgü bir varlıktır. Çocuk etrafındaki maddesel dünyayı absorbe eder ve bu yolla gelecekte yetiştireceği kendi kişilik modelini kendisi biçimlendirir. Bu modele göre “çocuk, insanların mimarıdır.” Bu mimarlar farkında olmadan içlerindeki inşa planına uyarak kendi ritimleri doğrultusunda kendilerini geliştirmeye çalışırlar. Bu gelişmeye yetişkinler etki edemezler, çünkü yetişkinler inşa planını bilmezler, dolayısıyla bir yetişkinin zamansız müdahalesi ya bu inşa planını tahrip eder ya da yanlış bir istikamete yönlendirir.
Montessori Eğitiminin temel taşlarından birisi hazırlanmış çevredir. Çocuklar hazırlanmış çevredeki Montessori materyallerinden, bireysel ilgi ve eğilimine göre bağımsız olarak seçim yaparlar. Montessori okullarında çocuklar, istedikleri materyalle, istedikleri zaman, istedikleri yerde ve istedikleri şekilde çalışırlar. Çocuklara istedikleri kadar tekrar etme imkanı sunulur. Erken öğrenen yeni bir çalışmaya geçebilir, çünkü öğrenmede herkesin farklı bir ritmi vardır. Materyallerdeki hata kontrolü çocuğun kendi hatasını bulmasıyla gerçekleşir. Buna bağlı olarak çocuğun başka birisinin uyarısına, onayına ve düzeltmesine ihtiyacı yoktur. Zira bu model, çocuğun kendi kendisini düzeltmesine olanak sağlar. Dolayısıyla bu modelde yetişkinden bağımsızlaşmak doğal olarak gerçekleşir. Çocuğun güçlü bir karakterde yetişmesini sağlamak için “bir bakıma, fiziksel ve ruhsal bir hijyene” ihtiyaç vardır. Bu durumda yetişkinlerin görevi çocuğun içindeki yeteneği ve gizil gücü uyandırmak ve çocuğu gelişim sürecinde desteklemektir.
Az yukarıda da ifade edildiği üzere, Montessori okullarında çocuklar, istedikleri materyalle, istedikleri zaman, istedikleri yerde ve istedikleri şekilde çalışırlar. Dolayısıyla Montessori yönteminin özü, çocuğa önceden hazırlanmış bir çevrede kendi kendini geliştirebileceği şekilde hareket ve faaliyet özgürlüğü tanımayı amaçlayan, kendi kendine oluşan ve gelişen bir yöntem ve sistem anlayışıdır.
Sonuç itibariyle Montessori Modeli, çocuğa hazırlanmış bir çevrede kişiliğini oluşturması için özgürlük tanıyan; çocuğun kişiliğinin gelişim sürecini destekleyen; çocuğun gerek kendisi, gerekse toplum için en iyi şekilde geliştirilmesini amaç edinen; onun kendi onuru içerisinde bireyselleşmesini ve sosyalleşmesini önemseyen; insan ve birey merkezli bir eğitim modelidir.
Çağdaş eğitim anlayışının ve modelinin, bireyin bedensel, bilişsel, duyuşsal yönleriyle bir bütün olarak ele alınmasını öngörmesine ve her yönüyle, bu bağlamda, gerek kendisi, gerekse toplum için en iyi ve en dengeli şekilde eğitilmesini ve geliştirilmesini amaç edindiği, bu amaçla öğrencilerin psikolojik, sosyal, fiziksel yönleri itibariyle bir bütün olarak ve sürekli bir şekilde gelişmelerine, toplumla uyum içinde mutlu ve üretken olmalarına yardım etmek olduğu dikkate alındığında, bu eğitim anlayışının ve modelinin, az yukarıda özetlenen eğitim anlayışları ve modelleri ile ve özellikle Montessori Modeli ile örtüştüğü aşikardır.
Montessori’nin bu kitabının Türkçeye tercüme edilmesinin nedeni ve amacı da, eğitim ve öğretimle ilgili bir model oluşturulması konusunda bir ufuk açmaktır. O nedenle, eğer bu kitap aracılığıyla bu amaca hizmet edebilirsek, bu konuda kendimizi mutlu sayacağız.
Bu hizmetin yararlı olacağını umuyor ve siz değerli okuyuculara iyi okumalar diliyorum.
Vedat Ahsen Coşar