Bazı insanlar alçak gönüllüdür. Bazıları ise alçak olmaya gönüllüdür.’ Necip Fazıl Kısakürek

AVUKATLIK MESLEĞİ VE ALÇAK GÖNÜLLÜLÜK ÜZERİNE –

Fizikçi, kozmolog, astronom, teorisyen ve yazar olan Stephen Hawking, yaşamının büyük kısmını geçirdiği için çok sevdiği, görkemli mimarisine, zengin tarihsel geçmişine saygı, kentsel dokusuna ise hayranlık duyduğu Cambridge ile eğitim ve öğretim kalitesine, akademik kadrosunun seçkinliğine, yüksek düzeydeki entelektüel atmosferine im­rendiği Gonville&Caius College’ı ziyaretinde, kentin karakteristik ironisinin rengini taşıyan bir tarih dersi verircesine kendisine eşlik eden söyleşiciye şunları söyler: “On Altıncı Yüzyılda Dr.Caius, Gonville&Caius College’ı yeniden açtığında üç kapı yaptırmıştır. Gate of Humility/Alçakgönüllülük Kapısı, Gate of Visdom and Virtue/Akıl ve Doğruluk Kapısı, Gate of Honour/Onur Kapısı. Eğitim ve öğrenim için okula kaydını yaptıran öğrenciler Alçak gönüllülük Kapısından girerler, Akıl ve Doğruluk Kapısından geçerler ve Onur Kapısından çıkarlar. Alçak gönüllülük kapısı yıkılmıştır. Ona artık gerek yoktur.

Hawking’in, Gonville&Caius College’dan mezun olmanın bir ayrıcalık olduğuna, bunun herkese nasip olmayacağına vurgu yapmak amacıyla “Alçak gönüllülük kapısı yıkılmıştır. Ona artık gerek yoktur” dediği ve böyle diyerek ironi yaptığı çok açık. Çok açık, zira Hawking gibi ömrü sadelik ve alçak gönüllülükle geçmiş bir dehanın “alçak gönüllülük” gibi temel bir insani niteliği ıskalaması ve ona gerçekten gereksinim duymaması olanaksızdır.

Hawking ile ilgili bu anekdotu paylaşmamın nedeni şudur; hangi Hukuk Fakültesi’nden mezun olmuş olursa olsunlar, avukatlar da, Gonville&Caius College öğrencileri gibi aynı üç kapıdan geçerek avukatlık mesleğine girerler.

Ama bu üç kapı, sadece mezun olunan Hukuk Fakültesi’nde var olan bir üç kapı değildir. Avukatın meslek kariyerinin her aşamasında var olan ve avukata rehberlik edecek olan bir üç kapıdır. Bu bağlamda, avukat, Avukat­lık Stajına başlarken, kendilerinden önceki meslektaşları gibi; “alçak gönüllülük kapısından” girer, avukatlık mesleğine girdikten sonraki her süreçte “akıl ve doğruluk kapısından” geçer ve mesleğine veda ederken de “onur kapısından çıkar.”  

Zira avukatlık mesleği, hem alçak gönüllülük, hem akıl ve doğruluk, hem de bir onur mesleğidir. Bir işin, bir mesleğin en iyisi veya en iyilerinden birisi olmak, örneğin en profesör, en asker, en gazeteci, en avukat, en yargıç, en savcı, en mühendis vs. olmak kuşkusuz önemlidir, önemli olduğu kadar da hemen herkes tarafından hedeflenen bir şeydir. Ama kişiliğin her zaman bilgiden önce geldiğini bilenler, önemli değil, değerli olmayı önemseyenler ve seçenler için; ahlaklı, onurlu, doğru, zarif, sözüne ve davranışlarına güvenilir, inanılır olmak, kurnaz değil, akıllı olmak, bütün bunların yanı sıra tevazu sahibi olmak, yani alçak gönüllü olmak kuşkusuz her insan için, her meslek için gerekli ve vazgeçilmez hasletlerdir. Ama bütün bu hasletler, aynı zamanda cesaret, mücadele, güven, yardım, dayanışma, koruma, savunma ve hak arama mesleği olan avukatlık mesleği için de çok önemli ve vazgeçilmez değerdedir.

İçinizde bu kadar zengin, bu kadar görkemli, bu kadar onurlu bir geçmişe, önder nitelikli bir mesleğe sa­hip kişiler olarak neden alçak gönüllü olalım diye düşünenler, Hawking gibi ironi yaparak veya gerçekten inanarak “Alçak gönüllülük kapısı yıkılmıştır. Ona artık gerek yoktur” diyenler var ise eğer, onlara yanıtım “Hayır, alçak gönüllülük kapısı yıkılmamıştır, avukat her zaman ve her koşulda alçak gönüllü olmalıdır” olacaktır. Çünkü “insanın, kendi değerini tam olarak takdir etmesi ve kendisini hak ettiği yere koymasını bilmesi” olarak tanım­layabileceğimiz alçakgönüllülüğün/tevazuunun özünü, bireyin ölçülü olma/ölçülü olabilme becerisi, yani itidal içerisinde ve dengeli davranabilme gücü veya yeteneği oluşturur.

Alçak gönüllü olmanın özünü oluşturan “ölçü” veya “ölçülü olma”, toplum içerisinde ve bir arada yaşamanın asgari kurallarını düzenleyen ahlak gibi, nezaket gibi sosyal düzen kurallarına uymanın yanı sıra hukuk kurallarına ve hayat ilminin gereklerine uygun bir yaşam sürmeyi gerekli kılar. Alçak gönüllü olmak demek, insanın iki güç arasındaki, yani kibir ve azamet ile çekingenlik ve zillet halleri arasındaki gerçek yerini bulabilmek için tutum ve davranışlarına ölçü ve itidal koyabilmek demektir. Yukarıda iken, yani güç ve iktidar sahibi iken kalbini, yani insanlığını, aşağıda iken, yani zayıf ve güçsüz olduğu, zor durumda bulunduğu zaman aklını, yani ruh sağlığını korumak demektir.

Esasen bütün bunlar, yani “ölçülü olma, kurallara uyma, itidal içerisinde olma, dengeli ve nazik davranma, kibirden, azametten uzak durma, sahip olunan her türlü iktidarı iyiye kullanma”, avukata ve avukatlık mesleğine yakışan özelliklerdir. Zira avukat, düzenin adamı olmadığı gibi devletin de, iktidarın da adamı değildir, avukat halkın adamıdır, halkın haklarını koruyan, savunan adamdır. Bu da avukata halk gibi olmak, halk gibi yaşamak, yani tevazu sahibi olmak, alçak gönüllü olmak,  sade olmak görevlerini yükler.  Onun için avukatlar, ‘Alçak gönüllüdür. Ve asla alçak olmaya gönüllü değillerdir.

FELSEFENİN KONUSU, GÖREVİ,
AMACI VE İLGİ ALANI*

Diğer bilim kollarının konusu belli olduğu halde, felsefenin konusunu tespit işi felsefenin kendi görevidir, nitekim Alman Sosyolojisi’nin kurucularından olan sosyolog, filozof ve eleştirmen. George Simmel’in söylediği gibi, “her filozof, sadece hangi cevapların bulunacağını değil, aynı zamanda hangi soruları soracağını da tayin eder.” (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 46 – 1996) Dolayısıyla felsefeyle uğraşan kişiler, sadece bilinen soruları ve cevapları bulmakla ve bunları incelemekle yetinmezler, eski sorulara yeni cevaplar ararlar, daha önce sorulmayan soruları sorarlar, bunların cevaplarını bulmaya çalışırlar. Amerikalı futurist/gelecek bilimci Alvin Toffler onun için: “Yirmibirinci Yüzyılın cahilleri okuma yazma bilmeyenler olmayacak, dün öğrendiklerini unutup yeni şeyleri, yeni bilgileri öğrenmeyenler olacaktır” demiştir.

O nedenle, geçmişte olduğu gibi günümüzde de tek bir felsefe, tek bir felsefe sistemi, tek bir felsefe okulu yoktur, çok sayıda felsefe sistemi, çok sayıda felsefe okulu vardır ve gelecekte de olacaktır. Hayat nasıl yerinde durmuyor, sürekli olarak akıyor ve değişiyor ve değişmeyen tek şey değişim ise, değişen zamana, koşullara, ihtiyaçlara, anlayışlara, görüşlere göre, yeni felsefi akımlar, yeni felsefe sistemleri ve okulları ortaya çıkacaktır.

Sonuç itibariyle zamanla ortaya çıkan her alandaki değişime bağlı olarak birçok bilim dalı birbirinden ayrılmış, her bilim dalı içinde uzmanlıklar ortaya çıkmış, her yeni bilim dalının ilkeleri, o bilim dalının özelliklerine ve ihtiyaçlarına göre belirlenip şekillenmiş, buna bağlı olarak geçmişte bilimin bütününü temsil eden felsefe, günümüzde ayrı bir çalışma alanına sahip bir duruma gelmiştir.

Ama bu çalışma alanı, konu yönünden değil, sadece görev yönünden diğer bilim dallarından ayrılmıştır. Değil ise, felsefenin amacı, hemen hemen bütün alanlarda ve bilim dallarında aynıdır, birdir ve ortaktır. O nedenle, bilim dalı olarak felsefeye “ilkeler bilimi” adı verilmiştir, zira hangi özel bilim dalı olursa olsun, bunların temelleri, yani dayandıkları ilkeler ile varmak istedikleri sonuçlar ve hedefler felsefe alanında birbirleriyle birleşirler. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 54 – 1996)

Genel niteliği itibariyle bir “ilkeler bilimi” olan ve temel hedefi ve amacı uyumlu bir dünya ve hayat görüşü sağlamaya çalışan felsefe, esas itibariyle şu üç sorunu çözümlemeye çalışır: 1- Hangi koşullar altında ve hangi çerçevede güvenilir bilgiyi elde etmek mümkündür? (Bilgi Teorisi) 2- Değer biçmek konusunda hangi ölçülere başvurmak gerekir? (Değer Teorisi) 3- Varlığın iç yüzü, yani en yüksek hedefi nedir? (Metafizik/Fizikötesi) (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 54 – 1996)

Kuşkusuz değişik felsefi okulların, felsefi görüşlerin bu sorulara verdikleri cevaplar, bu konular üzerine olan görüş ve düşünceleri ile yaklaşımları farklıdır. O nedenle, bu felsefi okulların ve görüşlerin; Bilgi Teorisi, Değer Teorisi ve Metafizik/Fizikötesi çerçevesinde sınıflandırılmaları ve bu bağlam içinde ve bu çerçevede açıklanmaları gerekir. Buna göre;

A-  Bİlgİ ve Bİlgİ Teorİsİ

Geride bıraktığımız yüz yılın en önemli analitik futuristlerinden ve yönetim bilgelerinden olan Peter F.Drucker’in, “Kapitalist Otesi Toplum” isimli özgün eserindeki anlatımına göre bilgi; arkasında yazılı hiçbir şey bırakmamış olmasına ragmen, 2500 yıldan daha fazla bir zamandan bu yana insanlığı etkileyen ve aydınlatan Sokrates’e göre, “kendini bil-mek”, yani kişinin entelektüel ve ahlaki yönden büyümesidir.

Sokrates’in en büyük rakibi Protagoras’a göre bilgi, “mantık, dilbilgisi, konuşma sanatı, retorik”, yani “kişinin rakibini sözle yenmesidir.

Tao ve Zen felsefesine göre bilgi, “aydınlığa, bilgeliğe, hikmete giden yol”, yani “kişinin kendini, kendisini bilmesidir.

Doğulu bilge Konfüçyüs’e göre bilgi, “neyi, nerede, ne zaman ve nasıl söyleyeceğini bilmek” ve “rakibini sözle mat etmektir.”

Batı ve Doğu felsefesindeki bu anlaşılma, algılanma ve tanımlanma biçimlerine göre bilgi, Amerikalı futurist/gelecek bilimci Drucker’in de vurgu yaptığı üzere “yapma, yapabilme yeteneği, işe yararlılık” olmadığı gibi, “yapmaya, aletlere, süreçlere, ürünlere” uygulanan bir şey de değildir.

Bütün bu bilgelerin yaklaşımına ve anlayışına göre bilgi, sadece “var olmaya” uygulanan bir şeydir.

Yunanlıların “techne” dedikleri şey olan beceriyle, işe yararlılıkla, zanaatla/sanatla, “organize, sistematik, amaçlı bilgi” anlamına gelen “loji” sözcüklerinin birleşmesinden oluşan “teknoloji”, gerçekte bilginin, aletlere, süreçlere, ürünlere uygulanması sonucu doğmuştur. Sanayi Devrimi dediğimiz şey de bu sürecin sonunda gerçekleşmiş, diğer bir deyişle Sanayi Devrimi’ni bu süreç yaratmıştır.

Eski Yunan’da “sanatlar üzerine konuşma” anlamına gelen “teknoloji” günümüzde, “bilimin, pratik yaşam gereksinimlerini karşılaması ya da insanın, çevresini denetleme, biçimlendirme, değiştirme çabalarına yönelik uygulamaları ve yine bilimsel araştırmalardan elde edilen somut ve yararlı sonuçlar ile bunlara ilişkin araç, yöntem ve süreçlerin bütünü” olarak tanımlanmaktadır.

Sanayi Devrimi ile birlikte üretim yoğunlaşmasını, yani fabrikayı, ardından bugün hepimizin bildiği, çoğumuzun kullandığı büyük buluşları/icatları yaratan teknolojiyi sürükleyen şey, Drucker’in evrimini anlattığı bilginin anlamındaki ve işlevindeki bu temel değişikliktir.

Bu temel değişikliğe bağlı olarak üretimin ve servet yaratmanın önemli bir unsuru haline dönüşen ve hatta sermaye araçlarını, hepsi tükenebilir nitelikte olan “para, toprak, makine, emek” olarak gören klasik, Marksist ve Keynesçi iktisatçıların görüşlerinin aksine, sermaye aracı haline gelen ve Sanayi Devrimi’ni yaratan, bilginin sistematik bir şekilde kullanılması üzerine çalışan ilk kişi olarak bilinen, İşletme Yönetimi’nin babası olarak kabul edilen Amerikalı mühendis ve endüstriyel yönetim uzmanı Frederick Winslow Taylor tarafından işe uygulanılmaya başlanılmasıyla birlikte “Produktivite/Verimlilik Devrimi” doğmuştur.

Bilginin işlevindeki ve dinamiğindeki üçüncü değişim olan bilginin bilgiye uygulanması ise, jenerik bir işlev olan “Yönetim Devrimini” yaratmıştır.

Onun için eskiden bu yana hemen her kuruluşta var olan ve uygulanan yönetim, Drucker’in nitelendirmesiyle artık bilgi toplumunun jenerik organıdır ve günümüzde yöneticiler, sadece yönetmekten değil, bilginin uygulanmasından ve performansından da sorumludurlar.

Bugün bizim “bilgi-işlem” dediğimiz şey, aslında bilginin bilgiye uygulanması olan, diğer bir deyişle bilginin dönüşümü için kullanılan yöntemleri ve bu dönüşümleri gerçekleştirmek için kullanılan mekanizmaları inceleyen disiplinin adıdır.

Bilginin işlenmesinde ve iletilmesinde, giderek artmakla birlikte işitmeye dayalı basit seslerden daha çok, fonemleri, sembolleri, bu bağlamda bilgiyi temsil etmek üzere ondalık sayıları, alfabetik harfleri, kimi noktalama işaretlerini ve matematiksel sembolleri kullanan, bu yolla yeni bilgi ağları yaratan, kavramları birbirine bağlayan, yeni diller, yeni kuramlar, yazılımlar, imgeler, simgeler geliştiren, geçmişte olduğundan çok daha fazla bilgiyi biriktirme ve depolama olanağı sağlayan, bunları enformasyon haline getirebilmek için verileri birbirleriyle değişik biçimlerde ilişkilendiren, bunlara içerik ve işlerlik kazandıran ve bu suretle enformasyon kitlelerini daha geniş modeller halinde birleştiren “bilgi-işlem” mekanizması ve bu mekanizmanın geliştirdiği teknikler, bugün artık hemen her türlü bilim alanında, yönetimde, sanayide, ticarette, sanat ve fikir yaşamında çok daha yaygın biçimde kullanılmaktadır.

Marx, devrimin zamanını tanımlarken şöyle diyordu: “Devrim, toplumsal üretim ilişkileri (yani mülkiyet ve denetim tarzı), üretim araçlarının (yani teknolojinin) gelişmesini engellediği zaman olur.

Marx’ın bu tespiti bağlamında Sanayi Devrimi, feodal toplum yapısı ile bu toplum yapısının ilişkilerinin sanayinin gelişmesini engellediği için olmuştur.

Sovyet toplumu, yapısını ve ilişkilerini, bilgiye, iletişim ve bilgisayar teknolojisine ve özellikle enformasyona dayalı yeni zenginlik yaratma sistemine dönüştüremediği, yani Marx’ı iyi anlayıp yorumlayamadığı için çökmüştür.

Sovyet yöneticileri içinde bunu ilk gören ve itiraf eden Gorbaçov’dur. Nitekim Gorbaçov kendi siyasi hareketine başlarken şunları söylemiştir: “Enformasyon çağında, en pahalı ve en değerli aracın bilgi olduğunu en son anlayanlardan birisi olduğumuz için çöktük.”

Gorbaçov’un bu öngörüsünün dayanağı, Marx’ın, bilginin teknolojiyi, teknolojinin de bilgiyi ve kültürü değiştireceği yönündeki sezgisini biliyor veya bunu anlamış olmasıdır.

Günümüzde hammaddeye, emeğe, zamana, mekana, sermayeye ve öteki girdilere olan gereksinim azaldığı için bilgi, hemen her şeyi ikame etmekte, gelişmiş ileri bir ekonominin en önemli kaynağı haline gelmekte, bilgiden yeni bilgiler edinmek mümkün olmakla ve süreç bu şekilde işlediği için bil-ginin değeri giderek daha fazla bir şekilde artmaktadır.

Öyle ki, bir yandan yeni bilgi ağları yaratılırken, diğer yandan kavramlar birbirleriyle farklı biçimlerde ilişkilendirilmekte, yerel ve küresel düzeyde yeni hiyerarşiler oluşmakta, yeni varsayımlar, yeni diller, kodlara ve mantıklara dayalı yeni teoriler, hipotezler ve imajlar üretilmektedir. Daha da önemlisi, veriler daha çok yoldan birbirleriyle ilişkilendirilip bağlam içine oturtularak enformasyon haline getirilmekte, enformasyon kümeleri giderek daha büyük modeller oluşturmakta ve süreç böyle işlediği için günümüzde gelişmiş ülkeler, dünyaya enformasyon, buluş, yönetim, kültür, ileri teknoloji, yazılım, eğitim, tıbbi bakım, finans ve bunlara dayalı hizmetler satmaktadırlar. Bu ülkeler, ekonomilerini tarıma, madene, ucuz emeğe, kitlesel üretime dayalı ülkeler üzerinde, bilgi yaratmanın, bu bilgiyi kullanmanın ve değerlendirmenin yeni yolları üstünde yükselen kendi egemenliklerini kurmaktadırlar ve hatta kurmuşlardır. Gelişmiş bu ülke ekonomilerinin iş ve finans sektöründe gerçekleştirdikleri küreselleşme, yani paranın, sermayenin ve bilginin dünyayı hem çok hızlı ve hem de hiçbir engelle karşılaşmadan dolaşması, ulusların, uluslararası rekabete hazır ve dayanıklı olmayan ekonomilerin egemenliklerini korumalarını zorlaştırımaktadır.

Bütün bu nedenlerle ve özetle günümüzde bir sermaye aracı haline gelen, klasik, Marksist ve Keynesçi sermaye araçlarının aksine tükenmeyen, bilgiden yeni bilgiler elde eden ve geçmişte çok fazla olmayan bilgi, günümüzün küreselleşen dünyasında çok fazla bir şekilde mevcuttur ve teknolojinin sağladığı araçlarla ve kolaylıklarla dünyayı çok hızlı bir şekilde dolaşmaktadır.

Öyleki, çok az bir zaman önce, bilgi ve haber alamamaktan yakınan bizler, şimdilerde tam bir bilgi ve haber bombardımanın altındayız. Dahası geçmişte bilgiye ulaşmak oldukça zor iken, günümüzde bilgiye ulaşmak geçmişe oranla artık oldukça kolaydır. Ama bu bilgilerin bir kısmı güvenilir değildir, bir kısmı manüpülatiftir, bir kısmı kirlidir, bir kısmı ise işe yaramazdır. Bu bağlamda doğru bilgiye, güvenilir bilgiye, işe yarar bilgiye ulaşmak ve bu bilgileri amacına uygun şekilde kullanmak, çoğu durumda ve zamanda pek mümkün olmamaktadır.

İşte, felsefe, bize doğru, güvenilir ve işe yarar bilgiye ulaşmak konusunda yardımcı olan en etkili ve işlevsel bilim dalıdır. Bu bağlamda, doğru olan, güvenilir olan, işe yarayan bilgiye biz, sadece felsefenin bir dalı olan ve epistomoloji adı verilen Bilgi Teorisi aracılığıyla ulaşabiliriz. Zira bu teori bize; hangi koşullar altında ve hangi çerçevede güvenilir bilgi elde etmenin mümkün olduğunu gösterir, bunun yollarını ve araçlarını sağlar.

Nitekim diğer tek Tanrılı dinlere oranla İslamiyet, bilgiyi insan uğraşları arasında en yüksek yere koymuş, gerek Kuran, gerekse Hz.Muhammed’in söylemleri/hadisleri, bilgi edinme yönünde teşvikte bulunmuştur. Gerçekte bilgi sözcüğü (ilm), Kuran’da Tanrı’nın adından sonra en çok kullanılan sözcüktür. Nitekim Kuran “oku” diye başladığı gibi, Hz.Muhammed’de, kendisini izleyenleri “İlim Çin’de bile olsa gidip bulmaları” için teşvik etmiştir. (Akbar S.Ahmed, “Bağdat Kapılarında Medya Patronlar/Yüzyılın Sonu”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, sayfa 43, 44 – 1995)

Diğer taraftan insan merak eden, merak ettiği şeyleri öğrenmek ve anlamak isteyen ve buna ihtiyaç duyan, yanı sıra hareket eden, neden haraket ettiğini bilen, hareketinin amacını ve şeklini kendisi tayin eden bir varlıktır. İnsanın gerek öğrenmek ve anlamak, gerekse hareket etmek isteği ve ihtiyacı “bilgi yargısı”nı oluşturur ve bilgi bu yargının kapsamındadır. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 49 – 1996)

İnsanın bilgi yargısı kapsamında olan anlamak, öğrenmek, hareket etmek ihtiyaçlarının hangisinin neden, hangisinin sonuç olduğu hususu, değişik felsefi görüşlere göre değişen bir husustur, yani hareket etme ihtiyacı mı insanı anlamaya ve öğrenmeye sevk eder, yoksa anlamak ve öğrenmek ihtiyacı mı insanı hareket etmeye sevk eder? (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 49, 50 – 1996) Bunların her ikisinin birbirlerini tetiklediği aşikar olmakla birlikte, bilgi ihtiyacının hareket etme ihtiyacından sonra geldiği akla daha yakın bir ihtimaldir. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 50 – 1996)

Akıllı bir varlık olan insanın hareketleri bilinçli olduğu ölçüde bir amaca da yöneliktir ve insan, bu amaca yaklaşma ve bu amacı gerçekleştirme derecesine göre, hareketlerine bir değer biçer, insanın bu değer biçme eylemi esas itibarı ile bir “değer yargısı”dır ve bu yargı “bilgi yargısı”ndan ayrı bir kategoridir. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 51 – 1996)

Değer yargısı”, insanın bir şeyi, bir nesneyi, bir insanı, bir hareketi belirli bir ölçüte göre değerlendirmesi ve takdir etmesidir; mantıkta bu ölçüt, “doğru”dur ve bu bir bilgi yargısıdır; estetikte bu ölçüt “güzel”dir; etikte bu ölçüt “iyi”dir. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 51 – 1996)

Hareket etme alanında değer teorisinin uygulama alanı, insanın bilinç dışı ve bilinç içi hareket etmesine göre değişir. İnsanın bilinç dışı hareket etmesi istisnai bir durumdur ve bu alan, insan doğası hakkındaki biyoloji, fizyoloji gibi pozitif bilimlerin açıklayacakları verilere bağlıdır; insanın bilinçli ve bilinçsiz hareketlerinin nedenlerinin irade üzerindeki etkilerinin belirlenmesi ise psikolojinin inceleme alanına girer. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 52 – 1996)

İnsanın bilinç içi hareketine verilecek değer, bilinç ile hareket arasındaki uyuşmaya göre irdelenir, o halde, bu uyuşma hangi ölçüye göre tayin edilebilir sorusunun ve konusunun cevabı psikolojinin inceleme alanı dahilindedir. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 52 – 1996)

İnsanın kısmen de olsa, bilincinin etkisiyle hareket ettiği kabul edildiği takdirde, bilincin hareket üzerindeki etkisinin bir amacı vardır ve bu amaç felsefeyi değil, psikolojiyi ilgilendirir ama eğer bunun nedenini ararsak, bunun nedenini herhangi bir pozitif hukuk dalında bulamayz; zira pozitif bilim dalları bize “olan” hakkındaki bilgiyi, “olan”ın nereden çıktığını, neyi etkilediğini, nasıl olduğunu söyler ama “olan”ın niçin, yani hangi amaçla yapıldığını ve neden olduğunu anlatmaz; çünkü başlangıç meselesi felsefenin ana konusudur…Bilincin bu süreçte araya girmesi, hareketlerin belirli kurallara uygunluğunu sağlamak içindir. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 52, 53 – 1996)

b. Değer Kavramı ve Değer Teorisi  –

İnsan olarak hemen her gün, pek çok değişik konuda değerlendirmeler, yorumlar yapar ve yargılarda bulunuruz. Bu bağlamda, yalan söylemenin, birisine iftira atmanın, başkalarına zarar vermenin, ahkaksızlık yapmanın kötü, her durumda doğru olanı yapmanın, hakikati söylemenin ise iyi olduğunu düşünür ve söyleriz. Nitekim Aristoteles, o nedenle, “Platon’u/Eflatun’u severim ama hakikati daha çok severim” demiştir.

Bütün bu değerlendirmeler ve yargılar, aslında bir değer biçmedir ve bu değerlendirmeler ve yargılar, doğrudan etik ve ahlak felsefesiyle ilgilidir. O nedenle, değer biçme ve değerlendirme yapma konusunda, bizim hangi ölçülere ve araçlara başvurmamız gerektiğinin, hangi ölçününün ve aracın kullanılmasının bizi doğru değer biçmeye ve değerlendirme yapmaya götüreceğinin bilinmesinde yarar vardır.

Doğru değer biçme ve değerlendirme yapma konusunda başvurmamız ve kullanmamız gereken ölçüyü ve aracı bize sağlayan ve veren felsefenin Değer Teorisi’dir. Esasen hangi alanda ve konuda bir kural ile karşılaşırsak, bu kuralı takdir etmek, değerlendirmek için Değer Teorisi’ne başvurmak ihtiyacı duyarız. Zira bütün etik, ahlak, estetik ve hukuk felsefesi bu görev alanına girer. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 56 – 1996)

c. Metafİzİk/Fizikötesİ –

Felsefenin üçüncü ana dalı olan metafizik / fizikötesi kavramının fikir babası Aristoteles’tir. Felsefenin bu dalının bu ismi alması, Aristoteles’in eserlerini derleyen ve yayımlayan Rodoslu Andronikos’un, Aristoteles’in varlığın ilkeleri hakkındaki eserini “Fizik” adlı kitaptan sonraya almış olması ve o nedenle, bu kitaba “fizikten sonraki eser” anlamına gelen “metafizik/fizikötesi” başlığının konulmuş bulunmasıdır. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 56 – 1996)

Felsefenin diğer dalları olan Bilgi ve Değer Teorileri’nin tanımlanması ve bu teorilerin sınırlarının açık bir şekilde belirlenmesi, her ne kadar kolay ise de, metafizik/fizikötesi teorisinin tanımlanması ve bu teorinin sınırlarının açık bir şekilde belirlenmesi oldukça zordur. Zira bilgi ve değer teorileri, bilgi, etik, ahlak gibi belli ilgi alanlarına sahiptir. Oysa metafizik / fizikötesi teorisinin ilgi alanlarını belli bir biçimde, belli bir tanımla ve kavramla sınırlamak mümkün değildir. Zira metafizik/fizikötesi üzerine olan görüşler ve incelemeler; varlık, varoluş, evrensellik, sebep/sonuç, uzay, uzam, zaman, olgu, olay, Tanrı gibi soyut ve göreceli kavramlar üzerinedir.

Takdir edileceği üzere, insanın deneyin dışında, üstünde ve soyut olan herhangi bir şeyi kesin olarak bilmesi, yani fizik biliminde geçerli olan metotlarla bunu tespit etmesi ve belirlemesi çok zor ve hatta çoğu zaman olanaksızdır. O nedenle, “metafizik/fizikötesi” sözcüğü, deneyin dışında ve sadece teoriler aracılığıyla, akıl yürütme yoluyla bilinen ve algılanan hususlar anlamında kullanılmış ve o şekilde de kullanılmaktadır. (Ernest Hirch, Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri, Banka ve Ticaret Hukuku Araştırma Enstitüsü, sayfa 56 – 1996)

* Hukuk Felsefesi – V.Ahsen Coşar – Yetkin Yayınları/2022