“Halk, yani işçi ve zanaatkarlar kitlesi, fakir kaldıkları sürece Tanrı’ya bağlı kalırlar.” Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Max Weber.

MAX WEBER VE DİN SOSYOLOJİSİ –

Bilim olarak sosyolojinin kavramsal çerçevesini çizen, takip ettiği pozitivizm karşıtı görüşleri ile modern sosyolojinin kurucu babası olarak tanınan, sosyolojiye herhangi bir metot dayatmayan, sosyal olguları ele alış tarzıyla sosyolojiyi metodolojik bir olgunluğa taşıyan Alman sosyolog ve ekonomi politik uzmanı Max Weber, metodoloji, tarih, siyaset, ekonomi, din sosyolojisi alanlarında, davranış ve meşruiyet tipolojileri konularında önemli, değerli ve iz bırakan önemli çalışmalar yapmıştır.

Weber, din sosyolojisi alanında yaptığı en önemli çalışmasını “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” isimli kitabında sunmuştur. Ünlü sosyolog ve düşünür Raymond Aron’a göre, davranışın temelini, sorumluk ve kanaat ahlakı üzerine inşa eden Weber’e göre, kanaat ahlakının temelini seçtiğimiz değerler oluşturur. Seçtiğimiz bu değerler ve bu değerlere göre oluşan kanaat ahlakı ve bu ahlakın çözümlemesi Weber’i din sosyolojisinin analizine götürür.       

Ona göre, çeşitli toplumlardaki insan davranışları, bu insanların varoluşlarındaki genel anlayışları çerçevesinde anlaşılabilir. Bu anlayışın ayrılmaz bir parçası olan dinsel dogmaların ve bunların yorumlanmalarının anlaşılabilmesi buna bağlı olduğu gibi, bireylerin, grupların ve toplumların davranışlarını ve özellikle ekonomik davranışlarını anlamak için de, bunları anlamak gerekir. Zira dinsel anlayışlar, ekonomik davranışların belirleyicisidir ve o nedenle toplumların ekonomik değişimlerinin nedenlerinden birisi ve hatta en önemlisi budur.1

Bu yazımızın konusu olan Weber’in din sosyolojisi temelinde incelediği, kapitalizm anlayışı ile Protestan ahlakı arasındaki ilişkisinin esasını bu çerçeve oluşturur. Esasen Weber, bu kitabındaki argümanıyla, Protestan ahlak anlayışı ile kapitalizm düşüncesi arasında entelektüel veya tinsel bir uygunluk kurmayı, dinsel bir düşünce ile davranışın bazı sorunlarına yönelik tavrı anlaşılır kılmayı amaçlamaktadır.2

Bu bağlamda, Weber’in anılan kitabına konu yaklaşımı, kapitalizm ile Protestanlık arasında anlamlı bir uygunluk olduğu yönündedir. Bu yaklaşıma göre, kişinin kendisi ile kapitalizmin ruhuna uygun ekonomik faaliyete karşı aldığı tavır, Protestanlık ruhuna uygundur ve yine kişinin belirli bir dünya görüşü ile belirli bir ekonomik faaliyet şekli arasında tinsel bir ilişki ve bağ vardır.3

Bu yaklaşıma göre, Weber, kapitalizmin gelişimini Protestan ahlakının varlığına ve yaygınlaşmasına bağlamakta, modern topluma geçişi bu temelde ve rasyonalite kavramıyla, yani geleneksel toplumdaki insanların daha çok dine ve metafiziğe göre düşünce üretmesinin ve mantık yürütmesinin aksine, modern zamanlarda insanların, daha çok akıllarını kullanmalarıyla açıklamaktadır.4 Esasen Weber’e göre, modern dünyayı oluşturan kapitalizmin temel özelliği rasyonelliğidir, Protestan ahlakı ile kapitalizm örtüşmesinin esas nedeni de bu rasyonelliktir.5

Türkçeye Fransızcadan geçen “protestan” sözcüğü, Latince “bir şey lehine tanıklık etmek, deklere etmek” anlamlarına gelen “protestari” fiilinden türetilmiş olup, kökeni itibariyle “protesto etmek, itiraz etmek” anlamlarına gelir.

Protestan ve Protestanlık kavramları, ilk olarak On Altıncı Yüzyıl’da Martin Luther ve Jean Calvin’in öncülüğünde Katolik Kilisesi’ne ve Papa’nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketinin sonucunda doğmuş ve bu hareketin adı olarak kullanılmıştır. Dinsel anlamda Hıristiyanlığın en büyük üç ana mezhebinden birisi olan Protestanlık, dinsel anlayış olarak insanın kurtuluşunun doğrudan Tanrı’dan geldiği, tüm iyiliklerin, ihsanların ve lütufların Tanrı’ya ait olduğu, koruyanın, esirgeyici olanın sadece Tanrı olduğu inancına dayanır. Hıristiyanlığın, Anglikan, Lutherci, Kalvenci gibi kollarını da kapsayan Protestanlık, Katolik kuralları ve Papanın dinsel başkanlığını reddeder. Hıristiyanlığın kutsal kitabı olan ve aslı kimilerine göre İbranice ile Aramice, kimilerine göre ise Grekçe ile yazılan İncil’in, her Hıristiyan’ın anlaması için kendi ana diline tercüme edilmesi gerektiğini ileri süren ve bunu talep eden Protestanlar, en büyük tepkiyi, bu durumda din üzerindeki tekelini kaybetme korkusu yaşayan Katolik Kilisesi’nden, papazlardan ve rahiplerden görmüşlerdir.

Yine mistizmin her türüne karşı olan, insanın, Kilise’nin, papazların ve rahiplerin inayetiyle kurtuluşa ermesinin mümkün olmadığını, kurtuluşu sadece Tanrı’nın bahşedeceğini, bu yetkinin Kilise ile papazlar ve rahipler tarafından kullanılamayacağını, Tanrı ile kul arasında Kilise’nin, papazın ve rahibin aracılığının olmaması gerektiğini, “her müminin bir papaz ve rahip” olduğunu, insanların günahlarını affetme yetkisinin papazlara ve rahiplere ait olmadığını, Papa’nın sözünün İncil’den önce gelmesinin kabul edilemeyeceğini ileri süren Protestanlık, bu görüşleri nedeni ile de Katolik Kilisesi’nin tepkisini çekmiş ve bu görüşlerinden dolayı aforoz edilmeyle tehdit edilen Luther, üniversitedeki görevinden istifa etmek zorunda kalmıştır.

Katolikler ile Protestanlar arasındaki farklılıklar, ayrı bir yazıya konu olacak kadar geniş olmakla ve bu konu benim uzmanlık alanım içinde bulunmakla birlikte ve bilebildiğim kadarı ile bu farklılıklar; her iki mezhebin İncil’in anlamı ve otoritesi, Kilise anlayışları, Papa’nın üstünlüğü düşüncesi, vaftiz, evlilik töreni, günah çıkarma, takdis merasimi, ölen kişiler için düzenlenen ayin gibi dini törenler, boşanma yasağı, papazların ve rahiplerin evlenme ve cinsel ilişkiye girme yasakları vs. gibi hususlar üzerindeki farklı olan anlayışlardan, kabullerden ve uygulamalardan oluşur.

Kendisi de Protestan olan Max Weber, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” isimli çalışmasında, Protestanlık ahlakını ve kapitalizm ruhunu, din sosyolojisi temelinde ele alır ve bu çerçevede inceler. Max Weber’e göre, modern kapitalizmin ideolojik etmeni Protestan ahlakıdır.6 Öyle ki, kapitalist sistemin yerleşmesini ve gelişmesini sağlayan motivasyonların kaynağı Protestanlık, bu sistemin taşıyıcısı Protestanlar ve Protestan ahlakıdır. Bu husus, Protestanların yaygın olduğu Almanya’nın ve yine Protestanlığın bir kolu olan Kalvenizmin sayıca ağırlıkta olduğu İngiltere’nin, Katolik ağırlıklı olan İtalya, İspanya, Fransa, Portekiz gibi ülkelere nazaran ekonomik yönden daha gelişmiş, refah ve kalkınma düzeyi yönünden daha iyi durumda olmalarıyla, yine Katoliklerle Protestanların yaşadığı ülkelerde, Protestanların Katoliklere göre, gerek birey, gerekse cemaat olarak nispeten daha zengin ve iktisadi faaliyetlere katılmaya daha istekli bulunmalarıyla belirgindir.7 Yine din ve meslek istatistikleri temelinde, yüksek eğitimli teknik ve ticari personelin, büyük sermaye sahiplerinin ve işletme liderlerinin çoğu Protestandır.8         

Raymond Aron, Weber’in, bu konuda kendi görüşünü doğrulamak amacıyla modern kapitalizmle Protestanlık arasındaki üç temel ilişkiye göndermede bulunduğunu ifade eder.9 Bunlardan birincisi,  yukarıda işaret ve ifade edildiği üzere, Protestanların Katoliklere nazaran birey ve cemaat olarak daha zengin ve varlıklı olmaları, eğitim düzeyleri ile iş ve ticaret hayatındaki başarıları yönünden daha üstün durumda bulunmaları, Katoliklerin Protestanlara oranla hayata, kâra ve paraya karşı daha az hırs ve açlık duyan, bu dünyada yaşayan ama ölümden sonraki hayatı daha çok önemseyen, kendilerini ölümden sonraki hayata hazırlayan, sakin tabiatlı ve tevekkül sahibi insanlar olmaları, daha az kârlı da olsa, güvenli bir hayatı, riskli ve heyecanlı bir hayata tercih etmeleridir.10 İkincisi, On Altıncı Yüzyıldan sonra Batı’da Reformu olumlu karşılayan ülkelerle kapitalizmin başarılı olduğu ülkeler arasında mevcut olan pozitif ilişkidir.11 Öyle ki, dinde reformdan itibaren Almanya, Hollanda, İngiltere, Amerika gibi ekonomik yönden gelişmiş Batılı ülkelerin hemen hepsi ağırlıklı olarak Protestan’dır. Buna karşın, ekonomik ve kalkınmışlık yönünden daha geri olan İtalya, İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelerde Katolik nüfus yoğunluktadır. Üçüncüsü, Protestanlık anlayışı ile kapitalizmin rasyonel ahlâkı arasında örtüşme olmasıdır.12

Weber’e göre, bu örtüşme esas itibariyle, Protestanlığın önde gelen Calvin’ci ilahi takdir öğretisine ve özellikle 01 Temmuz 1643’de Londra’da Westminister Manastırı’nda toplanan Westminster Kongresi sonunda açıklanan Westminster Bildirisi’ne dayanır. Bu bildiride sunulan hususlar özetle şunlardır: 1- Kutsal Yazılar konusunda olan ilk bölüm bütün Protestan inanç açıklamaları içinde en iyi olanıdır. 2- Özellikle önceden seçilmiş olmak konusunda oldukça net bir anlatım vardır. (3,5,9,17. bölümlerde) Bunlarda, insanın kurtuluşu dahil olmak üzere Tanrı iradesinin her şeyin başında geldiği anlatılmaktadır. 3- Bu bölüm daha sonra 9.bölümde anlatılan özgür iradeyle uyum içindedir. 4- Tarih içinde Tanrı’nın antlaşmalar aracılığıyla insanlarıyla ilişkiye geçtiği (bölüm 7) vurgulanmaktadır. 5- Kurtuluş öğretisi Tanrı’nın işlevi (bölüm 10-13) ve insanın buna cevabı bölüm (14-17) üzerine kurulmuştur. Bu antlaşmalarda, ilahi hükümranlık ile insansal sorumluluk arasında bir denge görülmektedir. 6- Kurtuluş güvencesinde Püriten bir öğreti söz konusudur (bölüm 17), bu güçlü bir onaylamadır, ancak bu imanlıların bilinçli güvenceyi devam ettirmede karşılaştıkları öznel zorluklar ve inanç devrimi açısından daha duyarlıdır. 7- Tanrı’nın yasasına ilişkin bu güçlü onay, imanlı olanın vicdanını sürekli olarak bağlayıcı niteliktedir. Ama bazı törensel ve resmi kanunlar artık yürürlükte değildir. İmanlı olanın vicdan özgürlüğünün doğasına ilişkin titiz bir formülle dengelenmiştir.

Yukarıda özeti sunulan bildiriye konu öğreti, Raymond Aron’a göre beş ana noktada özetlenebilir: (1) Dünyayı yaratan ve yöneten, ama insanların sınırlı akıllarının kavrayamayacağı mutlak, yüce bir Tanrı vardır. (2) Her birimizin kurtuluşu (seçilmesi) ya da helâkı (lanetlenmesi) Tanrı tarafından önceden belirlenmiş olup kişinin, kendi çabasıyla önceden belirlenen bu akıbeti değiştirmesi mümkün değildir. (3) Tanrı dünyayı kendi şanı için yaratmıştır. (4) İster seçilmiş ister lanetlenmiş olsun bireyin dünyadaki ödevi, Tanrı’nın şanı için çalışmak ve yeryüzünde Tanrı’nın hâkimiyetini kurmaktır. (5) İnsan için kurtuluş ancak Tanrısal merhametle mümkündür.13 Bu bildirinin çıkarımları; Cennet her insana önceden müjdelenmiş ve vaat edilmiştir: Çalışma (iş) bir fazilettir:  İnsan kendi mesleğini kendi seçmelidir.14

Değerli akademisyen Prof.Dr.İshak Torun’a göre,13 bu tür bir dinsel görüşün her türlü mistizmi dışladığı aşikardır. Öyle ki, bu anlayışa ve Prof.Dr.İshak Torun’a göre, Kilise ve ayinlerin yardımıyla kurtuluşa ermek mümkün değildir, zira kurtuluşu bahşetmek Tanrı’nın elindedir. Kilise ile papazlar ve rahipler bu yetkiyi kullanmazlar. Tanrı ile kul arasında aracıyı reddetme anlayışı, bireylerin bilincini doğaya ve doğal düzene yöneltmiştir. Bu bakımdan bu anlayış bilimsel araştırmanın gelişmesi konusunda yararlıdır ve her türlü putun, bâtıl inancın, büyünün karşısında yer alır. Böylece eski Ahit’le, yani Tevrat’la ve Yahudilikle başlayan, kurtuluşa ulaştıracak bütün sihirli araçları bâtıl inanç ve günah sayıp reddetme anlayışının egemen olduğu dünyanın büyüden temizlenmesi süreci sonuca ulaşmış olmaktadır.15 İlahi takdir öğretisine göre; dünyada günaha batmış mümin, Tanrı için çalışmalıdır.16 Her şey Tanrı’nın takdirine bağlı olduğundan, insan, kurtuluşa mı ereceğini, yoksa lanetleneceğini mi bilemez.17 Bu durumda bireyler “seçilmiş olanın” işaretlerini arayacaktır.18 Kalvinci mezhepler, dünyevi (ekonomik) başarılarda seçilmişliğin (felahın) kanıtının bulunduğunu düşünürler.19 Birey, kurtuluş (seçilmiş olmak) belirsizliğinin verdiği korkudan kurtulmak için çalışmaya yönlendirilir.20 Seçilmişliğinden emin olmak için özellikle bir meslekte aralıksız çalışmanın en iyi yol olduğu salık verilir.21 Zira dinsel kuşkuyu sadece bu yatıştırır ve bağışlanmanın kesinliğini bu verir.22

Raymond Aron’a ve Prof.Dr.İshak Toruna’a göre, bu psikolojik süreç neticede bireyi ve bireycilik anlayışını güçlendirmiştir. Zira herkes Tanrı karşısında yalnızdır. Bireysellik, yakın ile ortaklık ve başkalarına karşı görev duygusunu zayıflatır. Akılcı, düzenli, sürekli çalışma, Tanrı’nın emrine boyun eğme olarak yorumlanmağa başlar. Nitekim bu süreç, kapitalizmin “kahramanlık” zamanlarında ve kısmen günümüzde görülen “çelik iradeli” püriten tüccarlarda bulunan “azizleri” ortaya çıkarmıştır.23 Esasen ferdiyetçiliğin ilk önce Batı toplumlarında ortaya çıkması, kapitalizmin ilk belirtileridir. Weber’e göre; modern ferdiyetçiliğin en önemli tarihsel temellerinden biri, asketik/çileci tarikatlar ve mezheplerdir.24 Çünkü Weber’e, Raymond Aron’a ve Prof.Dr. İshak Torun’a göre modern kapitalist öz-ahlâkın ferdiyetçi ekonomik dürtüleri sadece asketik mezheplerinin metodik yaşam biçimi meşrulaştırmıştır.

Ancak ilk reformist olan Luther’in iktisadi düşünceleri, aslında Calvin’den oldukça farklıdır ve daha ziyade Orta Çağ’ın teolojik görüşüne bağlıdır.25 Zira Luther’ e göre, “parayı faize vermek doğru olmadığı gibi, fertlerin servet peşinde koşması da doğru değildir.26 Çünkü herkes kendi işiyle meşgul olmalı, asgari bir hayat seviyesine rıza göstermeli ve refah hırsına kapılmamalıdır.27 Yine Weber’in yaklaşımına ve Luther’e göre, meslek, Kalvinist öğretide olduğu gibi, metodik hayat Tanrı’nın rızasına giden yollardan değildir. Protestan iktisat ahlâkı ile kapitalist iktisat zihniyeti arasında bağlantı kuran Weber, kendi görüşünü Protestanlığın pragmatik düşünürlerinin görüşüne gönderme yaparak ispatlamaya çalışır.28 Ona göre, Protestan ahlâkın ekonomik hayata kazandırdığı en önemli erdem, bir meslek içinde düzenli ve metodik çalışmanın dini görev olduğu bilincidir. Bu anlayış beraberinde iyi bir ticaret ahlâkını da getirmiştir. Max Weber, Batı iktisadi gelişmesini belirleyen faktörlerin ne olduğu hususundaki düşünceleriyle iktisat tarihine önemli bir katkıda bulunmuştur.29 Ona göre, kapitalizmin ruhu Protestanlığın ruhudur; onun davranış kuralları ve pratik ahlâkıdır.29 Esasen iktisadi yaşayış, her yerde ve dönemde, yalnız dış verilerin bir araya gelişinden ibaret bir madde dünyası değildir.30 Eğer öyle olsaydı, kapitalizmin başlangıç ve maddi şartlarının ortaya çıktığı yerlerde Modern Kapitalizmin gelişmesi gerekirdi ama oralarda böyle bir gelişme olmamıştır, çünkü oralarda eksik olan kapitalizmin ruhunu oluşturan Protestan ahlâktır.31 Bütün bunlara rağmen, Weber’ in, tarihi maddeciliğe karşı sosyal etkilenmeyi tam tersine çevirerek olup biten her şeyi düşünce (idea) tarafına kaydırması bir yanılgıdır.32 O, Marks’ın tam karşısında olsa da, onun Marks gibi determinist bir tutumla zihniyetin ya da dinin modern kapitalizmi belirlediği tarzındaki düşüncesi, her şeyden önce onun metodolojik tutumuyla bağdaşmaz.33 Weber, kendi metodolojisine uygun olarak, iktisadi gelişmeyi belirleyen unsurlar arasından Marxistlerin inkar ettiği zihniyet faktörünü, diğerlerinden ayırmış ve bunu bütün ayrıntısıyla saflaştırarak (ideal-tip) gözler önüne sermek istemiştir.34 Zira onun temel amacı, insanların inanç sisteminin belirli bir anda ekonomik sistem tarafından yönetilmesi gibi, ekonomik tutumlarının da, inanç sistemleri tarafından yönetilebileceğini göstermektir.35

Weber, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” üzerine olan çalışmasını daha da ileriye taşımış, bu bağlamda, bu konudaki karşılaştırmalarını diğer uygarlıklar üzerine de yapmıştır. Ona göre, Batı dışındaki uygarlıklarda pek çok kapitalist olgu varsa da, Batı kapitalizminin özgün nitelikleri olan kâr arayışı ile akılcı çalışma disiplinin bileşimi, tarih boyunca ilk kez Batıda ortaya çıkmış ve o nedenle, Batı tipi kapitalizm, Batı uygarlığı dışında hiçbir yerde gelişmemiştir.36

Weber’in sözünü ettiği uygarlık, dünya dinleri olan;  Konfüçyenlik, Hinduistlik, Budistlik, Hıristiyanlık, Müslümanlık ve Musevilikliktir.37 Ona göre, mistik bir eğilim taşıyan dinler iktisadi gelişmeye uygun değildir, oysa dünyaya dönük (dünya içi) asketizmle uzlaşmış dinler, iktisadi gelişme için verimli ve önemli bir kaynaktırlar.38 Mistik dinler Hint-Çin dinleridir. İslâm dini de başlangıçta aktif riyazet, yani nefsi köreltme karakterli iken, sonradan bazı toplumsal tabakaların ve özellikle tasavvufun etkisi ile mistik bir karaktere bürünmüştür.39 Kaldı ki, din dogmalarının yalnızca aktif riyazeti taşıması yetmez, aynı zamanda, geniş kitlenin değerlerini belirleyebilecek düzeyde yaygınlaşıp benimsenmiş olmaları da gerekir.40

Kapitalizmin, İslamiyetin egemen olduğu Arap coğrafyasında ve diğer ülkelerde neden gelişmediğinin, ülkemizde ise Türkiye modernizminin başlangıcı olan Cumhuriyetle birlikte gelişmeye başladığının değerlendirilmesi konusunda, Max Weber’in “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” isimli kitabı önemli bir referanstır ve o nedenle, bu kitabın okunması, hem de dikkatle okunması gerekir.

KAYNAKÇA –

1Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren Prof.Dr.Korkmaz Alemdar, Bilgi Yayınevi

2 Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren Prof.Dr.Korkmaz Alemdar, Bilgi Yayınevi

3 Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren Prof.Dr.Korkmaz Alemdar, Bilgi Yayınevi

4 Prof.Dr. İsmail Hira, Max Weber’in Yöntem Anlayışı Bilgi, Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 2

5 Prof.Dr. İsmail Hira, Max Weber’in Yöntem Anlayışı

6 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

7 Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren Prof.Dr.Korkmaz Alemdar, Bilgi Yayınevi

8 Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren Prof.Dr.Korkmaz Alemdar, Bilgi Yayınevi

9 Raymond Aron, Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, Çeviren Prof.Dr.Korkmaz Alemdar, Bilgi Yayınevi

10 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

11 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

12 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

13 Prof.Dr.Orhan Türkdoğan, İslam Değerler Sistemi Ve Max Weber, Çizgi Kitabevi Yayınları, 2016

14  Prof.Dr.Orhan Türkdoğan, İslam Değerler Sistemi Ve Max Weber, Çizgi Kitabevi Yayınları, 2016

15 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

16 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

17 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

18 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

19 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

20 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

21 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

22 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

23 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

24 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

25 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

26 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

27 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

28 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

29 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

30 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

31 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

32 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

33 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

34 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

35 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

36 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

37 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

38 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

39 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

40 Prof.Dr. İshak Torun, Kapitalizmin Zorunlu Şartı “Protestan Ahlâk” , C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2, 2002 89

Büyük, yalnızca biz diz çöktüğümüz için büyüktür. Ayağa kalkalım!” Max Stirner

İNSAN VE TOPLUMSAL HAREKET –

İnsan hareket eden bir varlıktır. Nu bağlamda insan; seyahat eder, göç eder, bir yerde veya başka bir yerde ikamet eder, çalışır, üretir, tüketir, kavga eder, yakar, yıkar, öldürür, örgütler, örgütlenir. İnsanın bu nitelikteki hareketleri, toplumsal olmaktan daha çok bireysel hareketlerdir. Toplumsal hareket ya da insanın toplumsal hareketleri veya eylemleri, bireysel nitelikteki hareketlerinden ve eylemlerinden farklıdır, farklıdır zira bu hareketlerin toplumsal hedefleri, amaçları ve sonuçları vardır.

O nedenle, insanın bu nitelikteki eylemleri, sosyal bilimler içinde farklı bir yere sahiptir. Toplumsal hareketler veya kitle hareketleri olarak isimlendirilen bu hareketler, en genel ve geniş tanımıyla, ortak amaç için bir araya gelen insanların birlikte yaptıkları ve yürüttükleri kolektif eylemlerdir. İnsanın bu kolektif veya toplu hareketleri, yani insanının veya insanların toplu halde başkalarıyla birlikte hareket etmeleri, farklı düzenleme biçimlerini, farklı dürtüleri, motivasyonları, farklı harekete geçme ve geçirme taktiklerini veya stratejilerini içerir ya da gerektirir. İnsanın bu hareketleri kimi zaman toplumsal değişimi hızlandırmaya, kimi zaman engellemeye ya da yavaşlatmaya veya tersine çevirmeye yöneliktir.

Simgesel etkileşimciliğin ve Chicago sosyolojik geleneğinin kurucularından biri olarak kabul edilen Amerikalı filozof, sosyolog ve psikolog George Herbert Mead, “Zihin, Benlik ve Toplum” isimli eserinde sosyal hareketi, “Bir dürtü yaratan olayın veya uyarıcının, dürtü olan canlı formun uygun ortamına ait bir yaşam formunun karakterinde veya davranışında bulunduğu bir hareket olarak” tanımlar. Ama bununla birlikte Mead, “birden fazla bireyin işbirliğini içeren, Bergsoncu anlamda sosyal bir amacı olan ve bu amacıyla tanımlanan hareketi, toplumsal hareketler kapsamına” dahil eder ve “bu hareketlerin amacının, sadece münferit olarak bireylerin değil, grupların hayat sürecinde de bulunduğunu” söyler. 

İnsan, bu kolektif hareketlerin içinde kimi zaman sürünün içinde biri, kimi zaman da sürünün içinde biri olmaktan daha ziyade ne yaptığını, ne istediğini, hangi nedenle veya nedenlerle harekete geçtiğini, neyi amaçladığını bilen bilinçli bir varlıktır.

Yaşadığı çağdan kendisini ayrı tutmayan, aksine sorumlu tutan, “Ben bu çağın çocuğuyum” diyen, yaşadığı çağın dekadansına, yani çöküşüne ve gerilemesine karşı kendisine ve diğer bilgelere, “çağlarını aşmayı ve çağlarından bağımsız olmayı” öğütleyen Nietzsche’ye göre, kendi yaşadığı çağdaki çöküşün, gerilemenin, yozlaşmanın, çürümenin nedeni ahlaktır. Sürü ahlakıdır. Nietzsche’ye göre, toplum hayatındaki çözülmeyi, yozlaşmayı, çöküşü insanın sürü ahlakı yaratmıştır. İnsanın zayıf ve güçsüz yapısının bir ürünü olan sürü ahlakına bağlı olarak insanın doğası, beraberinde insanın hayatını kendi tarzında ve anlayışında anlamlandırmasını getirmiştir. Bu tarz bir anlamlandırma, insanın doğru ya da yanlış bulduğu, iyi veya kötü olarak nitelendirdiği şeylerin gerçek değerini değil, o şeyleri değerlendiren insan için taşıdığı anlam ve değeri ortaya çıkarmıştır. Nietzsche’ye göre bu yaklaşım, insanın hayatta kalabilmek için gücünü çoğaltmak çabası içinde olmasını, yani “güç istemini” zorunlu kılar. Zira insan ancak bu şekilde değer yaratabilir, değer yarattıkça ayakta ve hayatta kalabilir.

Hayatın kendisine cömert davranmaması ya da kendi kişiliği nedeniyle, hem fizik, hem de akıl, beceri ve yetenek yönünden güçsüz ve zayıf olan insan, varlığını sürdürebilmek için başka insanlara dayanmak zorundadır. Bu insanlar ya zaman içinde ya da yetiştirilmelerine veya içinde bulundukları koşullara bağlı olarak güçsüzleştirilerek sürüye katılmaya uygun hale getirilmişler ya da doğaları gereği güçsüz oldukları, kendilerine emek vermedikleri, kendilerini olduramadıkları için sürüden biri olmuşlardır.

Sadakat köpeklere mahsustur ve her köpek için bir Napolyon vardır” diyen Stalin, biraz acımasız şekilde de olsa, sürü ahlakını yaratanın efendiler değil, köle ruhlu olanlar, yani Nietzsche’nin nitelendirmesi ve isimlendirmesiyle sürü insanlar olduğunu ifade eder. Onun için Alman düşünür Max Stirner “Büyük, yalnızca biz diz çöktüğümüz için büyüktür. Ayağa kalkalım!” der.

Diz çökerek kendi efendisini kendisi yaratan sürü insanı, bir yandan efendisine sadakat ile bağlı ve hizmet ederken, diğer yandan, hem efendisine hem de kendi dışında olana, kendisi gibi olmayan herkese hınç duyar. Zira sürü ahlakına sahip güçsüz insan, hem kindar hem de kurnazdır. Öyle ki, efendisini sever, ama aynı zamanda ondan nefret eder. Nefret ettiği için de, fırsatını bulduğunda, kendisini bir şekilde güçlü, efendisini veya kendisinden farklı olanı zayıf hissettiğinde ona zarar vermekten çekinmez. Bu tam da Peyami Safa’nın dediği gibi bir şeydir, yani “Sevgi ile nefret arasında çok ince bir çizgi vardır. Birisinden nefret ediyorsanız ve onu yenemeyeceğinizi düşünüyorsanız onu sevmeye başlar, onunla uzlaşmaya çalışırsınız. Sevdiğiniz o kişiyi yenebileceğinizi düşündüğünüz, yani güçlü olduğunuz zaman ondan nefret edersiniz” gibi bir şeydir.

Nietzsche bütün bunları “Ecco Homo/İşte İnsan” isimli eserinde şu cümlelerle ifade eder: “Kindar insanın gönlü kapalıdır. Kindar insan kendisine karşı dürüst ve içten değildir. Gönlü ve gözü çarpıktır. Onun ruhu saklı yerleri, gizli yolları, açık kapıları sever. Saklı olan, gizli olan her şey onun dünyasında, kendi güvenliği, kendi iyileştirici ilacı olarak onu kendisine çeker. O, susmayı bilir, unutmamayı, beklemeyi, geçici olarak kendisini küçültmeyi, kendisini alçak gönüllü olarak göstermeyi bilir.

Sürü ahlakı itaat ahlakıdır. Efendiye itaattir, lidere itaattir, bir davaya itaattir, bir ideolojiye itaattir. Bu durum aslında zayıf ve güçsüz kişinin kimliğini, kişiliğini sürü içinde bulmasından, kendisini sürünün içinde daha güvenli hissetmesinden kaynaklanır. Amin Maalouf, “Yüzüncü Ad” isimli romanında, itaat üzerine kurulu olan bu sürü ahlakının efendisini, liderini: “Senin için iyi olan, başkaları için de iyidir; gerçek senin elindeyse, yolunu yitirmiş koyunları doğru yola getirmen gerekir, hangi yolla olursa olsun” sözleri ile metaforik biçimde tanımlar.  

Amin Maalouf’un kullandığı bu metafor, Michel Foucault’ın iktidar teknolojisinin gelişiminde önemli bir yere sahip olduğunu ifade ettiği ve özellikle İbraniler tarafından geliştirilen “pastoral iktidar”, yani halkın yararına olan iktidar geleneğinin bir türü olan “çoban-kral” anlayışına dayanır. Zira pastoral iktidarda, çoban-kral, kendisine Tanrı tarafından emanet edilen sürünün esenliğinden sorumludur. Burada sürüden ayrılanları takip edip doğru yola getirmek, yani yeniden sürüye katmak, yola getiremediklerini ise yok etmek çoban kralın asli görevidir.

Bu anlayış bir bakıma halka çeki düzen vermenin peşinde olan, tek doğru etrafında halkı biçimlendirmeyi amaçlayan, demokrasi ve açık toplum düşmanı Platoncu toplum mühendisliğinin çağdaş bir çeşitlemesidir. Onun için modern dönemlerde siyasal seçkinler, yoldan çıkanları doğru yola getirmek için, kimi zaman beyin yıkama ve propaganda gibi yöntemleri, kimi zaman şiddet yöntemini, çoklukla da her iki yöntemi birlikte kullanırlar.

İtaati, boyun eğmeyi ve adanmışlığı zorunlu kılan sürü ahlakı, bu ahlak anlayışının gereği olarak özverili ve alçak gönüllü olmayı şart koşar. Dahası bu iki değer yargısını bir erdem olarak kabul eder ve bunu kutsar. Öyle olduğu için sürü ahlakını benimsemiş insan, kendisinden, kendi bireysel tercihlerinden vazgeçmek zorunda kalır, itaate dayanan bir sorumluluk ve ödev anlayışını benimser. Terör illetine bulaşanlar, terör uygulamayı tercih edenler, bu yolla günahsız insanları öldürenler ve hatta bu uğurda kendi hayatlarına da son verenler, bu anlayışı benimseyen hasta insanlardır    

İnsanın topluluk halinde yaşama ihtiyacına bağlı olarak ve güçlü olma arzusundan kaynaklanan toplumsallaşmaya yönelmesi bir bakıma güç isteminin doğal bir sonucudur. Zira güç istemi kendisini güçsüz hisseden insanda toplumsallaşma içgüdüsünü harekete geçirir. Güçsüz olduğu için kendisine yetmeyen ve kendi yalnızlığından korkan insan, onun için kendisine benzeyenlerle bir araya gelmek suretiyle bir topluluk oluşturur. Bu oluşum, güçsüzlüğünün bilincinde ve farkında olan insanın güç isteminin gereğini yerine getirmesidir. O nedenle, güçsüz insanın gerçekleştirdiği ilk iş, kendisinin de üyesi olduğu toplumu veya topluluğu yaratmak olmuştur. Shakespeare’in “Toplum kendisi dışında kalanlara karşı pek cömert davranmaz” demesi bundandır.

Bu noktada, yani güçsüz insanın topluluk oluşturması noktasında söz alan Nietzsche, “Böyle Buyurdu Zerdüşt” isimli eserinde kendi Zerdüşt’ünü konuşturur ve Zerdüşt şöyle buyurur: “Komşunuzun çevresinde toplanır ve ona güzel sözler söylersiniz. Fakat ben size derim ki: Sizin komşunuzu sevmeniz, kendinizi kötü sevmeniz nedeniyledir. Komşunuza sığınır ve bundan bir erdem yaratmak istersiniz. Ama ben sizin özverinizin gizli maksatlarını bilirim. ‘Sen’, ‘benden’ eskidir; ‘sen’ kutsallaştırılmıştır, ama ‘ben’ daha henüz kutsallaştırılmamıştır: İnsan onun için komşusuna gider. İnsan komşusuna ne zaman gitmek istemez? ‘Ben’ oldum dediği, yani gücü ele geçirdiği, kendisini kutsallaştırdığı, kendisini efendi hissettiği zaman gitmek istemez ve hatta gitmez de…

Görkemli bir imgeleme sahip bulunan, filozofların yapması gerekeni yaparak bize yeni kavramlar kazandıran, insanlığın yalnız dâhilerin içinde en seçkinlerinden birisi ve 1981 yılının Nobel Ödüllü yazarı olan Elias Canetti. “Düşünmek ısrar etmektir” diyerek kaleme aldığı “Kitle ve İktidar” isimli abidevi eserinde, bize, bir başka sürüyü, bu sürünün ahlakını, kitleyi ve kitlenin güç isteminin tezahürü olan iktidar istemini, iktidarla olan ilişkisini anlatır.

Canetti’ye göre “Kitle ve iktidar”, birbirini hiç durmadan, hiç soluk almadan, hiç soluk vermeden üreten, sonra yeniden üreten ve çoğaltan, birbirinin hem nedeni hem de sonucu olan iki canavardır. İnsan doğasının, kitle ve iktidarla olan ilişkisinin zaman, mekân, ırk, din farkı olmaksızın nasıl benzeştiğini tarih üstü boyutlarıyla ele alan Canetti anılan eserinde: “insanlar arasında emir ve itaat ilişkisinin nasıl biçimlenerek saldırganlığa dönüştüğünü, en az sorgulanan, ama en tehlikeli şey olan emir vermenin, emredilende özgür ve bağımsız bir kişilik oluşmasını önleyen bir sızı bıraktığını, bu sızının emir alanları nasıl katılaştırdığını ve itaat eder hale getirdiğini, kitlenin yıkıcı, iktidarın öldürücü olduğunu, insanın – iktidar – isteği ile Tanrının kıyamet ve dehşet tehdidini çaldığını, deşarj olmadan kitlenin gerçek anlamı ile mevcut olmadığını, insanın başkaları ile arasına koyduğu mesafelerle taşlaşıp çoraklaştığını, insanların mesafe yüklerinden kurtulabilmek için kitle olarak deşarja gereksinim duyduklarını, deşarj olmak için evlerini, evlerinin pencerelerini, camlarını kırdıklarını, arabaları yaktıklarını, kitlenin iç dünyasının en çarpıcı özelliğinin zulme uğramış olma duygusu olduğunu, bu duygunun bir kez ve sonsuza dek düşman ilan ettiği insanlara yönelttiği kendine özgü bir öfke ve sinirlilik hali olduğunu” anlatır. Yani sürüyü, sürü ahlakını, sürü insanını ve bu insanların marifetlerini anlatır.

Yine Amerikalı yazar Eric Hoffer, “Kesin İnançlılar” isimli gerçekten okunmaya değer kitabında, sürü ahlakının bir neferi olan kesin inançlılara ayna tutar ve kesin inançlıların kendi siyasi, dini, felsefi inancının “mutlak gerçek” olduğuna, bunu başkalarına zorla uygulamak gerektiğine bağnazca inandıklarını, bundan hiçbir şüpheleri olmadığına işaret eder ve şöyle der: “bir insanın işi meşgul olunmaya değerse, o insan muhtemelen kendi işiyle meşgul olur. Ama eğer insan kendi işini meşgul olmaya değmez buluyorsa, kişi aklını kendi anlamsız işinden ayırarak, başkalarının işiyle iştigal eder. Başkasının işiyle meşgul olmak şu şekillerde ortaya çıkar: dedikodu yapmak, kirli çamaşırlar aramak ve başkasının işine burnunu sokmak ve ayrıca yerel, ulusal, ırksal ve dini konulara aşırı ilgi göstermek. Böylece kendinden uzaklaşan kişi, ya başkasının sırtına biner ya da onunla gırtlak gırtlağa gelir.

Kitle hareketlerinin psikolojik, sosyolojik, ideolojik temellerini incelediği bu kitabında Hoffer, ister dini ve milliyetçi hareketler, isterse sosyal ve siyasal devrimler olsun, bütün kitle hareketlerinin ortak özellikler taşıdığını ileri sürer. Hoffer’e göre, şiddeti, zulmü, vahşeti, bireysel veya kitlesel yok etmeyi esas alan kitle hareketinin kendisine taraftar bulmasının, bulduğu taraftarları elinde tutmasının ve harekete geçirmesinin nedeni; dayandığı siyasi/ideolojik doktrinden daha çok, endişe, tatminsizlik, imkânsızlık, anlamsızlık, çaresizlik içinde olan, bütün bunlardan kurtulmak isteyen insanlara sığınacak bir yer teklif etmesidir. Kitle hareketlerine katılmaya hazır duruma gelen insanların, sadece bir öğretisi veya programı olan belirli bir harekete değil, genel olarak etkili herhangi bir harekete katılabilecek duruma geldiklerini ileri süren Hoffer, bu tezine örnek olarak Hitler öncesi Almanya’sında Komünist veya Nazi partisine katılmak için hareketlenen gençleri, Çarlık Rusya’sının son zamanlarında, siyonizmin hizmetine girmeye ya da komünist devrime katılmaya hazır durumda olan Yahudileri verir.

Şiddetin insanla, insanın şiddetle birlikteliği kadim bir birlikteliktir. Bu birliktelik Kabil’in kardeşi Habil’i öldürmesiyle başlar. Adi olmaktan daha çok siyasi olan bu ilk cinayet de dâhil olmak üzere, insanın şiddetle arasındaki ilişki üzerine yapılan incelemeler sonucu getirilen bütün açıklamalar, On Dokuzuncu Yüzyıl boyunca ağırlıklı olarak biyolojiye dayandırılmıştır.

Biyoloji temelinde açıklanan, insanın da bir hayvan türü olduğu, hayvanlar arasında şiddetin evrimin doğal bir unsuru olarak kabul edildiği yönündeki görüşler, bütün bir On Dokuzuncu Yüzyıla egemen olmuştur. Bu görüşün önderleri, bu yüzyılın önde gelen bilim insanlarından olan ve görüşlerini ‘evrim’ ile ‘doğal seleksiyon’ kuramları üzerine kuran Thomas Malthus ile Charles Darvin’dir.

Yirminci Yüzyılda bilim insanlarının bu yöndeki çalışmaları, insan davranışları ile toplumsal düzen ilişkileri üzerinde yoğunlaşmaya başlamıştır. Bu yüzyılın önemli bilim insanlarından olan Carl Jung ile Sigmund Freud, insan aklının çalışma şekli üzerine kurdukları kuramlarında, farklı şekillerde de olsa şiddet isteğinin insan doğasının bir parçası olduğunu öne sürmüşlerdir. Jung’un ve Freud’un ‘dürtü/itilim’ kuramlarına katılmayan kimi antropologlar ise, insanların yetiştirilme biçimiyle ve yine bireysel ve toplumsal deneyim yoluyla şiddeti öğrendiklerini, o nedenle, insanların şiddetin sorumluluğunu üstlenmeleri gerektiğini savunurlar.

Bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, şiddetin kaynağı, nedeni, açıklaması bilimsel yönden her ne kadar tartışmalı ise de, tartışmalı olmayan tek husus, şiddetin insanla olan ilişkisinin kadim oluşudur. Zira ilk katil Kabil’den günümüze kadar yaşanan süreçte, şiddet hemen her toplumda hep var olmuş, her zaman ve her yerde insanla, insanlarla birlikte yaşamış, pek çok şeyin elde edilmesinde son derece etkili bir araç olarak kullanılmıştır.

İnsanlar bu etkili aracı, küresel ticaret ve sömürgeleştirme hedefine ulaşmak, ülkeleri fethetmek, insanların dinlerini, kimliklerini değiştirmek için kullanmışlar, en büyük şiddet olan savaşların büyük bir kısmı, sınırları, o sınırlar içinde yaşayan insanları korumak için yapılmış, iktidar kavgalarının en etkili silahı dünyanın hemen her yerinde ve her zaman şiddet olmuştur.

Şiddet üzerine, zulüm üzerine, vahşet üzerine, kitlesel kıyım üzerine, soykırım üzerine, bunların sosyolojik, psikolojik, ekonomik, siyasal nedenleri üzerine kafa yoranlar, inceleme yapanlar, elbette ve sadece antropologlar, sosyologlar, psikologlar, Jung, Freud, Malthus, Darwin değildir. Başkaları da vardır, bu konular üzerine yazılmış başkaca kitaplar, makaleler, yapılmış bilimsel incelemeler ve araştırmalar da vardır.

Mesela az yukarıda sözünü ettiğimiz Elias Canetti’nin ‘Kitle ve İktidar’ isimli kitabı vardır. Canetti bu kitabında, birbirini hiç durmadan, hiç soluk almadan üreten, sonra yeniden üreten, etkileyen ve çoğaltan, birbirinin, hem nedeni, hem de sonucu olan iki canavarı, yani kitleyi ve iktidarı anlatır. Sadece bunu değil, insan doğasının, kitle ve iktidarla olan ilişkisinin zaman, mekân, din, ırk farkı olmaksızın nasıl benzeştiğini, insanlar arasındaki emir/itaat ilişkisinin nasıl biçimlenerek saldırganlığa dönüştüğünü anlatır.

Yine az yukarıda bahsettiğimiz Eric Hoffer ve onun ‘Kesin İnançlılar’ isimli kitabı vardır. Kitle hareketlerinin psikolojik, sosyolojik, ideolojik temellerini incelediği bu kitabında Hoffer, ister dini ve milliyetçi hareketler, isterse sosyal ve siyasal devrimler olsun, bütün kitle hareketlerinin ortak özellikler taşıdığını ileri sürer. Hoffer’e göre şiddeti, zulmü, vahşeti, bireysel veya kitlesel yok etmeyi esas alan kitle hareketinin kendisine taraftar bulmasının, bulduğu taraftarları elinde tutmasının nedeni; dayandığı siyasi/ideolojik doktrinden daha çok, endişe, tatminsizlik, imkânsızlık, hiçlik içinde olan, bütün bunlardan kurtulmak isteyen insanlara sığınacak bir yer teklif etmesidir. Kitle hareketlerine katılmaya hazır duruma gelen insanların, sadece bir öğretisi veya programı olan belirli bir harekete değil, genel olarak etkili herhangi bir harekete katılabilecek duruma geldiklerini ileri süren Hoffer, bu tezine örnek olarak Hitler öncesi Almanya’sında Komünist veya Nazi partisine katılmak için hareketlenen gençleri, Çarlık Rusya’sının son zamanlarında, siyonizmin hizmetine girmeye ya da komünist devrime katılmaya hazır durumda olan Yahudileri verir.

George Orwell vardır mesela. 1941’de, İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman bombardıman uçakları tepesinde uçarken kaleme aldığı “İngiltere, İngiltere’n” isimli kitabında Orwell şunları yazar: “Şu anda ben yazıyorken, yüksek düzeyde uygarlaşmış insanoğulları beni öldürmek için tepemde uçuyorlar. Benim gibi, onların da bana karşı kişisel bir düşmanlığı yok. Hep söylendiği gibi, onlar ‘görevlerini yapıyorlar’ yalnızca. Bunların çoğu, hiç kuşkum yok ki, özel yaşamlarında cinayet işlemeyi asla aklından bile geçirmemiş, iyi kalpli, yasalara saygılı insanlardır. Ama öte yandan, içlerinden biri beni paramparça edecek bir bombayı tam yerine isabet ettirmeyi becerirse, bu yüzden uykusu asla eskisinden daha az ve kötü olmayacaktır. Onu suçlu olmaktan kurtaracak kadar güçlü ülkesine hizmet etmektedir çünkü o.”

Mesela Hannah Arend vardır. Hitler’in emir eri olan ve binlerce Yahudi’nin ölümünde sorumlu bulunan Eichman davasını anlattığı “Eichmann in Jerusalem/Eichmann Kudüs’te” isimli kitabında Arend, kötülüğün, şiddetin, itaatin nedenlerini araştırır, bunların insanın doğasında olan şeyler mi, yoksa sonradan öğrenilen şeyler mi olduğunu tartışmaya açar ve sıradan insanların, diğerlerinin emirlerine uymalarının, bunların sonuçlarını düşünmeden çoğunluk görüşüne itaat etmelerinin sonucu olup olmadığı sorusunun yanıtını arar.

Yine Arendt “Şiddet Üzerine” isimli kitabında, insanların mantık sahibi varlıklar olduğunu, o nedenle, şiddet içgüdüleri tarafından yönetilmediklerini ileri sürer ve yoksulluk ile diğer toplumsal adaletsizliklerin neden olduğu öfkenin şiddetle sonuçlanmasına ilişkin yaygın inanca karşı çıkar.

Theodor W.Adorno vardır mesela. Frankfurt Okulu’nun önde gelen temsilcilerinden olan Adorno, bir grup bilim adamıyla birlikte yaptığı saha çalışması ve araştırması sonunda hazırladığı “Otoriter Kişilik” adlı eserinde, Hitler/Nazi egemenliği ve bunun sonucunda soykırıma kadar giden insanlık dışı muameleleri belli bir birey tipinin; güçlüye boyun eğme, zayıf olana karşı vicdansızca ve hatta zalimce tahakküm etme eğilimindeki hastalıklı kişiliklerin varlığıyla açıklamaya çalışır.

Adorno, sadece bunu değil, aynı zamanda, otoriter kişiliğin oluşmasının nedenlerini, koşullarını, türlerini inceler. Yayınlandığı tarihte oldukça ilgi toplayan, ancak daha sonraki süreçte fazlaca eleştirilen Adorno’nun bu kitabında yer alan tespitlere göre, otoriter kişiliğin oluşumunda etkili olan faktörler ile bu kişiliğin temel özellikleri şunlardır: “çocuklukta bastırılmış içgüdüler; hayatı ve başka insanları tehdit olarak algılama; insanlarla olan ilişkileri mücadele, çatışma, karşıtlık, kutuplaşma temelinde kabul etme; anne/baba ile olan ilişkilerinin hiyerarşik/otoriter/sömürücü bir temele dayanması; bunlardan kaynaklanan öç alma, hınç duyma duyguları ile başkalarını sömürme isteği; güç gösterilerine tutkuyla katılma; başkalarını küçümseme ve dışlama.

Saha çalışmasına dayanan bu tespitlerin yapılmasında araştırma ekibi tarafından kullanılan ölçekler; anti-semitizm, etnomerkezcilik, politik-ekonomik muhafazakârlık ve faşizm ölçekleridir.

Bu ölçekler içerisinde en önemli ve etkili ölçek olarak kullanılan faşizm ölçütünün değişkenleri ise şunlardır; “gelenek ve göreneklere bağlılık; otoriteye boyun eğme; otorite olarak kabul edilen kişi ve kurumların sevmediği kişi ve gruplara, geleneksel değerleri tehdit ettiği düşünülenlere karşı duyulan öfke ve saldırgan tutum; sübjektif, sanal, hayali yaklaşımlar; ben merkezcilik; rafine ve estetik olanın reddi; stereotiplestirme, yani batıl inanç, klişe, kategorileştirme ve kaderci belirlenimcilik eğilimleri; güç gösterme, kabadayılık, delikanlılık yapma; başkalarını aşağı görme, alay etme, küçümseme; cinselliğe, özellikle heteroseksüel cinselliğe fazlaca önem verme; yalan söylemeyi alışkanlık haline getirme; acımasızlık duygusu, kutuplaştırma, ötekileştirme, vs.”

Polonyalı sosyolog Zygmunt Bauman “Modernite ve Holocaust” isimli eserinde, Adorno ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmayı, bu çalışma sonucunda hazırladıkları “Otoriter Kişilik” isimli kitabı önemli ve övgüye değer bir çalışma olarak görmekle birlikte bu kitabı eleştirmekten de kaçınmaz. Bauman adı geçen eserinde bu konuyla ilgili olarak şunları yazar; “Nazilerin zaferi güçlüye itaat eden, zayıfa karşı vicdansızca, çoğu kez zalimce tahakküm etme eğilimindeki kişiliklerin alışılmadık bir şekilde bir araya gelmelerinin sonucu olmalıdır. Bunun nedenini yazarlar açıklamamışlar, açıklamak da istememişlerdir. Otoriter kişilikleri yaratabilen bireyüstü ya da birey dışı etkenleri araştırmaktan özenle kaçınmışlar, bu etkenlerin normalde otoriter kişilikten yoksun insanlarda otoriter bir davranışa yol açabilmesi olasılığıyla ilgilenmemişlerdir. Adorno ve arkadaşlarına göre Nazizm, Naziler zalim olduğu için zalimdi; Ve Naziler, zalim insanlar Nazi olmaya eğilimli olduğu için zalimdiler… Adorno ve ekibinin sorunu ifade biçimi, uyguladıkları suçu bölüştürme yönteminden daha çok, insanlığın geri kalanını suçsuz ilan eden isabetsizliğinden ötürü önemlidir. Adorno’nun görüşü dünyayı doğuştan Nazi eğilimliler ve onların kurbanları olmak üzere ikiye bölmektedir. Pek çok kibar insanın olanak verildiğinde zalime dönüşebildiği yolundaki çapraşık ve üzücü gerçek hasıraltı edilmiştir. Kurbanların bile, kötü sonlarına doğru giderken insanlıklarını büyük ölçüde yitirmiş olabileceklerinden kuşku duymak yasaklanmıştır…

Bu konularla ilgili olarak yazılmış bir başka kitap, yapılmış bir başka inceleme daha vardır. En başta Adorno ile arkadaşlarının yaptıkları araştırmayla, bu araştırma sonunda vardıkları kimi görüşlere ve yine şiddet, vahşet, zulüm, kitle kıyımı, soykırım üzerine ortaya konulmuş diğer bütün görüşlere aykırı ve farklı sonuçlara ulaşan bu çalışma ve görüş, Yale Üniversite’nde akademisyenlik de yapan Amerikalı psikolog Stanley Milgram’a aittir.

Duygusal dürtülere dayalı varsayımların amprik bir uygulamasını yapan, bu bağlamda değişik meslek mensupları ile yaş gruplarından seçtiği denekler üzerinde çalışma yürüten Milgram, kendi adıyla anılan, yani “Milgram Deneyi” olarak bilinen çalışmasını ve bu çalışmanın sonuçlarını önce “The Perils of Obedience/İtaatin Tehlikeleri” isimli makalesinde, daha sonra ve çok daha geniş olarak “Obedience to Authority: An Experimental View/Otoriteye İtaat: Deneysel Bir Bakış” isimli kitabında yayınlamıştır.

Milgram’ın yaptığı amprik çalışmalar, denekler üzerinde uyguladığı deneyler sonucu elde ettiği bulgular ile ulaştığı son derece açık ve anlaşılır sonuç bize şunu söyler: “Bu, yani Holocaust, yani kitle katliamı, soykırım, yani şiddet, vahşet, yani zulüm bize karşı da yapılabilir ve bütün bunları biz de başkalarına karşı yapabiliriz.

Milgram’ı insan psikolojisi üzerindeki otorite etkisini ölçmeye yönelik deney yapmaya yönelten neden, Nazi Almanya’sı döneminin savaş suçlusu olarak yargılanan ve yargılama sonunda idam cezasına mahkûm olan Adolf Eichmann’ın “ben bir asker olarak görevimi yaptım, bana verilen emirleri yerine getirdim” şeklindeki savunması olmuştur.

Bu noktadan hareket eden Milgram, yaptığı deneyle, insanların bağlı bulundukları bir otoriteden emir almaları durumunda, hiçbir kişisel düşmanlık beslemedikleri insanlara eziyet edebilip edemeyeceklerini ölçmeyi hedefler. Bu hedefe ulaşmak amacıyla şu soruların yanıtını arar: “İnsanlar kendilerine bu tür emirler verildiğinde ne tür tepkiler verirler? İtaat mi ederler, yoksa karşı mı çıkarlar?” Ve daha da önemlisi, “Hangi noktadan sonra itaat etmeyi bırakıp emir verene karşı çıkarlar?

Milgram’ın, sıradan bir insanın bir deney uygulayıcısından aldığı emirle başka bir insana ne kadar acı çektirebileceğini ölçmek amacıyla değişik yaş ve meslek gruplarından seçilen deneklere elektrik şoku vererek uyguladığı bu deney, katılan deneklerin güçlü vicdani duygularıyla mutlak otoriteyi karşı karşıya getiren fiili bir uygulamadır. Sonuçta kazanan otorite olur.

Milgram vardığı bu sonucu, yaptığı deneyle ilgili olarak yazdığı makalesinde ve kitabında şu şekilde açıklar: “Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç bir yok etme işleminin bir parçası olabilmektedirler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görülmüştür… Çalmaktan, öldürmekten, bir insana saldırmaktan kendi ilkeleri gereği nefret eden kişi, otorite tarafından emredildiği takdirde kendisini bu işleri görece daha kolay yaparken bulabilir. Kendi başına hareket eden bir insanın yapmasını hayal dahi edemeyeceğimiz bir eylem, emirle yapıldığında tereddütsüz uygulanabilir… İtaatin özü, bir insanın kendisini başka bir insanın isteklerini gerçekleştiren bir araç olarak görmesi, böylece kendi davranışlarından kendisini sorumlu hissetmemesidir. Kişinin bakış açısındaki bu kritik kayma gerçekleştiği zaman, itaatin bütün temel nitelikleri bunu takip eder.”

Milgram’ın yukarıdaki açıklamalarında da ifade ettiği üzere, yaptığı deney sonucu elde ettiği bulgular içerisinde belki de en çarpıcı ve sarsıcı olanı “barbarlık yapmaya hazır olma ile barbarlığın kurbanına yakınlığı arasındaki ters orantıdır.

Gerçekten insanın dokunduğu bir insana zarar vermesi son derece zordur. İnsanın sadece uzaktan gördüğü bir insana acı çektirmesi biraz daha kolaydır. Yalnızca sesini duyan bir insanın, sesini duyduğu insana acı çektirmesi daha da kolaydır. Bir insanın görmediği ve sesini duymadığı bir insana karşı zalim olması ise çok daha kolaydır.

Zygmunt Bauman’ın da işaret ettiği üzere, eğer bir insana zarar vermek o insanla doğrudan bedensel temas gerektiriyorsa, bu işi yapacak olan kişi, kendi eylemiyle kurbanının acısı arasındaki neden-sonuç ilişkisini görmezden gelemez. Zira neden-sonuç ilişkisi yalındır ve aşikârdır; acıdan duyulan sorumluluk da öyledir.

Milgram’ın deneyindeki kişilere, kurbanın ellerini zorla, sözde elektrik şokunun verildiği bir levha üzerine koymaları söylendiğinde, deneklerin sadece %30’u emre uymayı deney sonuna kadar sürdürmüşlerdir. Kurbanın ellerini kavramak yerine yalnızca, kumanda masası üzerindeki manivelayı çevirmeleri istendiğinde, itaat edenlerin oranı %40’a yükselmiştir. Kurbanlar bir duvarın arkasına gizlenip de yalnızca acı dolu çığlıklar duyulduğunda işin sonunu getirmeye hazır deneklerin oranı %62.5’e çıkmıştır. Sesin kapatılması, oranı daha fazla artırmamış, oran sadece %65’e ulaşmıştır.

Bu tespitler, insan olarak bizim en çok gözlerimizle hissettiğimizi göstermektedir. Buna göre kurbandan fiziksel ve psikolojik uzaklık arttıkça zalimleşmek daha kolay hale gelmektedir.

Bu verilerin de ortaya koyduğu üzere Milgram’ın vardığı sonuç son derece basit ve inandırıcıdır. Milgram vardığı sonucu kitabında şöyle ifade etmektedir: “Denekle, kurbana zarar verici sonuç arasına yerleştirilen herhangi bir güç ya da olay, buna katılan kişi üzerindeki gerilimin azalmasına ve dolayısıyla itaatsizlik oranının düşmesine neden olmaktadır. Modern toplumda bizimle, katkıda bulunduğumuz sonucu zararlı eylem arasında genellikle başkaları durmaktadır.

Milgram’ın 1974 yılında yayınlanan bu çalışması, hem akademik çevrelerin, hem de konunun uzmanı olan kişilerin yoğun saldırısına uğramış, bilim etiğine, bilimsel deney etiğine aykırı bulunmuş, o nedenle şiddetle eleştirilmiş ve hatta ayıplı bulunduğu için kınanmıştır.

Bu eleştiri ve kınamaların en başta gelen nedeni, akademik çevrelere egemen olan alışkanlıklar, gelenekler, yıkılması neredeyse olanaksız olan önyargılardır. Zira Milgram’ın yaptığı çalışma, bu çalışma sonrasında vardığı “zulmün zalim kişilerce değil de normal görevlerini iyi yapmaya çalışan normal erkekler ve kadınlarca yapılmış olduğu yolundaki hipotezi; ve zalimliğin bunu yapanların kişisel karakterleriyle bağlantısının zayıf olduğu, ama otoriteyle itaat arasındaki ilişkiyle – yani normal, her gün karşılaştığımız iktidar ve itaat yapılanmasıyla – güçlü bir bağlantısının bulunduğu” şeklindeki sonuç ezber bozucudur. Eleştirileri, kınamaları davet eden, kışkırtan da ezber bozan bu bulgular ve tespitler olmuştur.

Oysa konunun uzmanı olan kişilerin ifade ettikleri ve değeri çok daha sonraları anlaşılacağı üzere, bilim tarihinde, bilginin sözde değer yargılarından arınmış bir şekilde araştırılmasının ve bilimsel merakın/kuşkunun tarafsız dürtülerinin gerçek yüzünü Milgram’ın bu çalışmasından daha fazla gösteren bir başka çalışma hemen hemen yoktur.

Eleştirilere, kınamalara verdiği yanıtta Milgram haklı olarak şunları söyler; “Eleştirilerin çoğu, insanlar bilse de bilmese de araştırmanın sonuçlarından kaynaklanıyor. Eğer herkes az ya da çok bir şokla karşılaşınca araştırmayı sonlandırsaydı, bu çok güven verici bir bulgu olurdu ve o zaman hiç kimse bunu protesto edemezdi.

Modernite ve Holocaust” isimli çalışmasında bu konuyla ilgili olarak yaptığı değerlendirmede Zygmunt Bauman, toplum ve kitle psikolojisi üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınan ve takdir edilen Fransız sosyolog ve antropolog Gustave Le Bon’un “kötü eylemlerin normalde kötü olmayan insanlar tarafından yapıldığı” şeklindeki görüşünden hareketle şunları yazar: “Bu konuda genellikle olası bulduğumuz tek vakayı anımsayalım; ki bu, insan ilişkilerinin normal, uygar, mantıklı kalıplarının kırıldığı bir durumdur; nefret ya da panikle bir araya toplanmış bir kalabalık; her biri olağan durumunun dışına çekilmiş ve bir süre için toplumsal bir boşlukta kalmış yabancıların rastlantısal bir karşılaşması; emirlerin yerini çılgınca haykırışların aldığı ve gidilecek yöne karar veren otoritenin yerine denetimden çıkmış koşuşturmaların egemen olduğu, tıklım, tıklım dolu bir kasaba meydanı. Düşünülmeyecek şeylerin ancak insanlar düşünmeyi bıraktıkları zaman olabileceğine alışığız: İnsanların toplum öncesi ve uygarlaşmamış vahşi duygularının kaynadığı kazanın mantık kapağı kaldırılınca yani.

Milgram’ın bulguları, insanlığın tümüyle mantıklı düzen tarafında oldukları; insanlık dışılığın ise tümüyle, ara sıra patlamalarla sınırlı olduğu şeklindeki bir dünya imajını da baş aşağı ediyor. Kısacası, Milgram’ın öne sürdüğü ve kanıtladığı üzere, insanlık dışılık bir toplumsal ilişkiler sorunudur. Toplumsal ilişkiler mantıklılaştırılıp teknik yönden mükemmelleştirilirse, insanlık dışılığın toplumca üretiminin kapasitesi ve ustalığı da mantıklı ve mükemmel hale gelir.

Milgram deneyinin bize öğrettiği bir başka husus daha vardır, ki bu husus, Milgram deneyini çok daha önemli, değerli ve anlamlı kılmaktadır. O da şudur: “ahlaksal yönden normal insanların, ahlaksal yönden anormal etkinliklere, bir diğer deyişle gayri ahlaki, gayri vicdani, hukuk ve yasa dışı eylemlere katılmasına karşı en iyi koruyucu ilaç çoğulculuktur.

Farklılığı, farklı olmayı, farklı olma hakkını kurucu unsur olarak kabul eden” demokratik rejimleri diğer rejimlerden ayıran ve dolayısıyla demokrasinin en önemli ilkelerinden birisi olan çoğulculuk, her şeyden önce yurttaşların alternatif haber kaynaklarına sahip olabileceği haber ve yayın organlarının, örgütlü hizmetlerin, sendikaların, meslek kuruluşlarının, dinsel toplulukların, siyasi partilerin, muhalefetin, eleştirilerin varlığını ve çokluğunu, azınlıkta olanların haklarının korunmasını ve güvence altına alınmasını gerekli ve hatta zorunlu gören bir ilkedir.

Çoğunlukçu demokrasi anlayışının tam tersi olan çoğulcu yönetim biçimlerinde, iktidarın dışında kalan her türlü düşüncenin varlığı, korunması, bu düşüncelerin kendilerini özgür bir biçimde ifade etmeleri ve örgütlenmeleri asıldır.

Otoriter, totaliter, faşist anlayışlara sahip olanların iktidar olduklarında, kendi politikalarını uygulayabilmek için yaptıkları ilk şey, siyasal çoğulculuğu bütün izleriyle ortadan kaldırmak olmuştur. Hitler’de, Stalin’de, Mussolini’de, benzeri diğer yöneticiler ve yönetimler de bunu yapmışlar, kendi programlarını ve projelerini uygulayabilmek için ilk önce toplumsal özerkliği ve bunun yansıması olan siyasi çoğulculuğu ortadan kaldırmışlardır. Bunu yapmalarının nedeni, sıradan insanları ahlak dışı, insanlık dışı eylemlere katılmaya hazır hale getirmektir. Zira toplumsal özerklik ve siyasal çoğulculuk tamamen yok edilmeden, toplumun üyelerinin, ahlak dışı, insanlık dışı olduğu, adil olmadığı çok açık olan eylemleri yapmaları için gerekli itaati göstermeleri olanaksızdır.

Nitekim Milgram deneyinin bu sonucunu, “ancak… kurbanların protestolarından başka karşı koyacak baskının olmadığı serbest bir alanda iş gören… bir otorite varsa, orada otoriteye karşı en saf tepkiyle karşı karşıyasınız demektir. Elbette ki gerçek yaşamda birbirini geçersiz kılan, bir sürü karşı baskıyla karşılaşırsınız” diyerek doğrulamaktadır. Milgram’ın “gerçek yaşam” sözleriyle kastettiği şey de, çoğulculuk koşulları altındaki yaşamdır, yani özgürlükçü ve demokratik bir toplum yaşamı ve düzenidir. Böyle bir düzen de, sadece ve sadece adil ve özgür biçimde yapılan seçimlerle tesis edilebilir.

Naziler önce komünistler için geldiler, bir şey demedim, çünkü komünist değildim. Sonra Yahudiler için geldiler ve bir şey demedim, çünkü Yahudi değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey demedim, çünkü sendikacı değildim. Sonra Katolikler için geldiler, bir şey demedim, çünkü Katolik değildim. Ve sonra benim için geldiklerinde, çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı. Susma sustukça sıra sana gelecek” şeklindeki çok iyi bildiğimiz sözler, tam da bu gibi durumlar için, yani toplumsal özerkliğin, çoğulculuğun, çeşitliliğin, farklılığın, farklı olma hakkının yok edildiği, insanların vicdanın köreltildiği durumlar için söylenmiştir.

Kuşkusuz sağlıksız olan, kamusal hiçbir yararı olmayan, kamuya, topluma, insana, insanlığa zarar veren bu nitelikteki toplumsal hareketlerin tamamen aksine olan Amerika’nın Bağımsızlığı, 1789 Fransız İhtilali gibi öncü toplumsal hareketler, toplumsal örgütlenmeler, bu hareketlere, örgütlenmelere öncülük edenler, liderlik edenler vardır, Mustafa Kemal Atatürk gibi, Gandi gibi, Martin Luther King gibi, Che Guavera gibi, Mandela gibi toplum liderleri vardır ve bu liderlerin öncülük ettikleri eylemler, insanlara, toplumlara pozitif hedefler göstermiş, bu pozitif hedefler çerçevesinde insanlar örgütlenmiş, harekete geçmiş, bu örgütlenmelerin ve hareketlerin sonunda özgürlükler gelmiş, siyasal ve sosyal yönden eşitlik gelmiş, bağımsızlık gelmiş, yeni bir düzen, yeni bir rejim kurulmuş, yeni bir yönetim şekli gelmiştir.

Her ne kadar 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren toplumsal hareketler, bazı istisnalar dışında irrasyonel-kontrol dışı kalabalıklar olarak anlaşılmış ise de, özellikle 1960’lar sonrasında, bu hareketlerin rasyonel amaçları ve hedefleri içerdiği yönündeki görüşler ve yorumlar artmıştır. Dolayısıyla bu hareketler, kolektif davranış boyutundan kolektif eylem boyutuna doğru bir geçiş olarak anlaşılmaya başlamıştır. Özellikle 1970’li yıllarda sonra gelen bu yeni toplumsal hareketlere; Ekoloji Hareketi, Kadın Hareketi, Anti-emperyalist/Anti-sömürgecilik hareketi, Küreselleşme-Karşıtı hareketler örnek olarak verilebilir.